İncinin Tılsımı

Kahverengi, kocaman mor çiçekli basma eteğini giydi. Çeyizinden kalan gri atkısını başına sarıp bir kısmını sağ eli ile tutarak ağzını kapadı. Sol eline cüzdanını alıp evden çıkarak hızlı hızlı yürüdü. Bir yandan sevinç gözyaşını içine akıtıp ciddi duruşunu bozmuyor, bir yandan da sağ eli ile kapattığı ağzı kıpır kıpır dualar okuyordu. ?Binlerce şükür... Yüz binlerce şükür...' İşte gelmişti Tapu Kadastro Müdürlüğüne. O beş katlı, pis kokulu merdivenleri nasıl çıktığını hatırlamıyordu. Loş ortamda tembel sinekler gibi oturan memurlardan eski komşusu Hanife Hanım, selam maksatlı başını hafif eğdi. Gülsüm Hanım kapıdan girdiğinde Abdullah Bey elinde evraklarla arkasında beliriverdi. Abdullah Bey Gülsüm Hanım'ın gelin olduğu mahalleden komşusunun oğluydu. Uzun boylu, kirli sakallı, güler yüzlü, ağır başlı, yakışıklı bir genç idi. Abdullah Bey'in yanında, kendinden kısa, esmer, bıyıklı, zayıfça, felfecir okuyan gözlerle etrafa bakan, miskin memurlara iki büklüm selam verip yalakalığını esirgemeyen hareketli bir adam vardı. Abdullah Bey evrakları Hanife Hanım'a uzattığında kadın dondu kaldı.
''Sen ha!'' dedi.
Gülsüm hanım ciddiyetini muhafaza ederek başını yere eğdi, cevap vermedi. Hareketli adam evraklara imzalar attıktan sonra sırıta sırıta evrakları Gülsüm Hanım'a uzattı.
''Hayırlı uğurlu olsun bacım.'' dedi.
Sadece adının baş harfini yazıp üstünü karalayarak imzasını atan Gülsüm Hanım onca sıkıntının ardından artık bir ev sahibi idi.

Onca sıkıntının ardında gizli idi tüm hayatı. ?Şehirli olsun da isterse kalaycı olsun' diye edilen anne duası mıdır bilinmez ama hikaye tam da burada başlar.
Gülsüm Hanım abisi Şükrü Bey evlendikten sonra şehirli bir talibi çıkması üzerine, mendilini gönderip nikahlandığı eşini ilk defa o gece gördü. Eşi Ahmet Bey; sarışın, mavı gözlü, uzun boylu, zayıf, ahlaklı, mütevazi, temiz kalpli bir elektrik ustasıydı. İnşaatlara elektirik döşüyor, tavanı alçak tertemiz dükkanında radyo tamiri yapıyordu. Gülsüm Hanım, 22 yaşında, orta boylu, esmer, kalın çatık kaşlı, sert mizaçlı olmasına rağmen kuytuda duran parlak zeytin tanesi gibi gözlerle hep nemli bakan, güldüğünde dişlerini göstermekten utanan, ahlakın anlamını iliklerine kadar hissetmiş bir Anadolu kadınıydı. Ahşap evin bir odalı alt katına iki kilim, bir soba, iki bilezik, sahte bir saat, üç yorgan, bir yatak, üç sandık çeyiz ile gelin olmuştu. Gülsüm Hanım köyde büyümüş ve köyün en zengin ailesinin tek kızı idi. Ahmet Bey yetim büyüdüğü için fakir idi. Yani tüm çeyiz kız tarafına aitti. Eşi ile geçirdiği üçüncü yılın haziran ayında bir kız bebekleri oldu. Ahmet Bey hiç görmediği annesinin adını koydu kızına Elif. Evliliğin beşinci yılında bir oğlanları oldu. Sekizinci yılında bir kıza daha hamile olan Gülsüm Hanım, Ahmet Bey'in hastalık mücadelesi ile çabaladı. Ahmet Bey lösemi hastası olmuştu. Hastalığı çok ilerlemiş olduğundan tedavisi mümkün olmuyordu. Çaresi yok deyip, eve gönderilen hastanın aklı bir gidip bir geliyordu. Gülsüm Hanım, kızının doğumunun üçüncü gününde adını eşinin koymasını istedi. Adını babasının verdiği bebek, yedi günlük olduğunda, koşup harçlık isteyeceği, nazını geçirebilmek için bacaklarına sarılacağı, sırtını yaslayacağı koca bir çınarı, babasını kaybettiğini bilmiyordu. Yanına diz çöküp kollarının altına sokulmaya çalışan beş yaşındaki Elif'ini, hala meme arayan oğlunu, kundaklayıp yatağın üzerine atıverdiği bebeğini seyredip göz yaşını akıtamayan Gülsüm Hanım, öylece cenazeye bakıp duruyordu. Bunu fark eden komşusu Saadet Hanım, çocukları oradan alıp uzaklaştırdı. O an bir tek damla akmayan yaşlar bir anda boşalıverdi. Ses çıkarmıyor ağıt yakmıyor sadece ağlıyordu. Henüz yirmi sekiz yaşında ve üç çocukla kalakalmıştı. Düşündü, neye ağlasın gidene mi kalana mı? Bağırıp çağırsa giden geri gelir miydi? Ya üç çocuk nasıl büyütülür, ekmek, aş, giyecek, okul hepsi para isterdi. Evin kirasını nasıl ödeyecekti? Ahmet Bey zaten kimsesizdi. Kendi ailesinden yardım istese, gelinler anne babasını üzerdi. Döndü annesine baktı. Doğduğu gün ?Neden kız oldun?' diyen annesi şimdi ?talihsiz kızım' diye ağlıyordu. Gerçekten talihsiz miydi kafası karıştı. Düşündü, düşündükçe boynu büküldü, kolları iki yana düşüverdi. Allak bullak olan zihnine yenik düşmüş bayılı vermişti. Konu-komşu kaldırıp sedire yatırdılar. Ayıldığında sağ elini iyice kavramış abisi nemli gözlerle kız kardeşine bakıyordu. Kardeşinin gözlerinin açıldığını fark eden Şükrü Bey eğilip kulağına bir şeyler fısıldadı. Omzundaki yük hafiflemiş gibi ?of' ile ?ah' arası bir nefes aldı. Abisinin elinden güç alarak kalktı, gözlerini abisinin gözlerine dikerek ?Allah bana yeter' dedi. Cenaze evden çıkarılmıştı. Gülsüm Hanım mutfağa gitti bir helva pişiriverdi.

?'Yiyin de gidiverin'' der gibi taziyeye gelenlerin ellerine tutuşturdu. Annesi kızının eteğini çekiştirip yaptığının ayıp olduğunu ima eder gibi kaş göz işareti yaptı. Gülsüm Hanım sinirlendi. Annesine dönerek yüksek sesle: ''Herkesin işi gücü var. Benim de üç çocuğum var. Cenaze ile gidip toprağa giremem ya ölen öldü. Saadet Hanım'a söyleyin çocukları da getirsin acıkmışlardır.'' dedi ve mutfağa doğru yürüdü.Kadınlar bu sözün ardından şaşkınlıklarını atamamış bir halde teker teker evden çıktılar. Kapının önünde toplanan erkek grup da cenaze ile gidip dağılmışlardı.


Aradan üç ay geçmişti. Üst katında oturan ev sahibi Mehmet Bey'den ocağın tüpünü değiştirmesi için yardım istedi. Mehmet Bey siyah taşlı lavabonun altındaki iple tutturulmuş kırmızı çiçekli yeşil örtüyü kaldırıp tüpü çekti.başlığını değiştirip yerine koydu.çömeldiği yerden kalkarken Gülsüm Hanım'ın eteğini tuttu, başını kaldırdı. Durumu anlayan Gülsüm Hanım eteğini çekti dışarı çıktı. Mehmet Bey mutfağın bahçe kapısından çıkıp gitti. Lakin Gülsüm Hanım evden kovuluyordu artık hem de türlü iftiralar ile. Çözüm arıyor, bulamıyordu. Komşularının, abisine anlatmış olmasından dolayı öfke ile eve gelen Şükrü Bey tüm eşyaları toplayıp ahşap iki katlı bir evin üst katına yerleştirdi kız kardeşini. Eline bir silah tutuşturup gitmişti abisi. Evin ne mutfağı ne banyosu vardı. Çocuklar bir leğende, bulaşıklar bir leğende yıkanıyordu. Yağmurlu günlerde çatıdaki deliklerden dolayı odaya en ez on adet tencere, tabak diziliyordu. Kocasından kalan bağ-kur maaşı yetmiyordu. Düşündü, annesigilden getirdiği bileziğini satarak örgü makinesi aldı. Artık kocasından kalan para ile kirayı karşılıyor, örgüden kazandığı para ile çocuklarını besliyordu. Her gün örgü yapmaktan yorulmuş kollarını ovuşturarak Elif'in yanına gitti. Bulaşık leğeninde gezinen yumuşak minik ellerini avuçladı. Elif annesinin yüzüne baktı.
''Eğer mutfağımız olursa bulaşıkları her gün ben yıkayacağım anne.'' dedi.
Tamam manasında başını sallayan Gülsüm Hanım'ın gözleri dolu dolu oldu. Kalktı yine örgüsünün başına gitti. Derdini neye üfleyenler, dertten dağlar delenler gibi o da örgü yaparak aşıyordu derdini. Oğlu okula gitmiyordu henüz ama utanmayı iyi biliyordu. ? Leğende banyo yapmam herkes görüyor' diye ağlıyor, her banyoda vücuduna yediği maşrapalarla anne oğul ağlaşarak yıkanıyorlardı. Oğul can acısına, anne ev davasına ağlıyordu. Ah başını sokacağı küçük bir evi olaydı, kiradan da kurtulurdu. Dua ediyor ve ağlıyordu. Oturduğu ev hem ahşaptı hem dökülüyordu. Evde faresinden sansarına her türlü hayvan vardı. Bir de gece tıkırtıları vardı onların. Gülsüm hanım yastığının altına silahını koyuyor sabaha kadar pencerenin önünde oturuyordu. İşte bu evde tam altı yıl geçmişti. Kocasının dükkanındaki aletleri satarak kız kardeşine bir ev aldığını tüm kasabaya yayan ancak tapusunu kendi üzerine alan abisi; beton, giriş kat, pencereleri demirli bir eve oturttu kız kardeşini. Evin girişinde geniş bir antre, sağda kocaman bir mutfak, solda bir oda vardı. Mutfağın yanındaki kapı bir koridora açılıyordu. Koridorun sağ ve solunda birer oda ve yan yana tuvalet, banyo vardı. Bu ev gerçekten şükür için fazlasıyla yeterliydi. Hemen sol odaya iki divan ile örgü makinesini yerleştirdiler. Çocuklar sevinçten sağa sola koşuşturuyorlardı. Elif mutfağın her eşyasını elleriyle yerleştiriyordu. O, küçük bebeği altı yaşında idi artık. Yıllar birbirini kovaladı. Kocasının uzak akrabalarından miras gelmeye başladı. Gülsüm Hanım gelen paraları alıp abisine, bana ev bile aldılar diyerek veriyordu. Abisi bu para ile kepçe aldı ve hafriyat işleri yapmaya başladı. Zaman böyle geçerken Gülsüm Hanım'ın babası vefat etti. Miras davasına düşüldü. Abisi annesini istemiyor ?Kızının yanına git!' diyerek can sıkıyordu. Gülsüm hanım dayanamadı ve bütün miras hakkını annesine vereceğini söyledi. Bu söz üzerine sular durulmuştu. Ancak bir gün mirastan traktörün satıldığını öğrendi. Abisinin, babasının malına tamahkarca saldırmasını anlamıyor, kızıyordu. Satmıştı satmasına ama alıcılar tapu istiyor tapu için Gülsüm Hanım'ın imzasına ihtiyaç duyuluyordu. Abisi imzasını taklit etmiş ancak hakim durumu anlamış gibi ısrarla Gülsüm Hanım'ı istiyordu. Mahkemede bir karara varılamadı çünkü Gülsüm Hanım satmıyorum demişti. Adliyeden çıkıp ağaçlı taşlı yoldan eve doğru yürürken düşündü, ne yapmalı. Oturduğu ev kocasının parasıyla alınmıştı, kepçe kocasının parasıyla alınmıştı ama abisinin üzerineydi. Sahte imzasını bile kullanan abisine artık zerre kadar güvenmiyordu. Bir karar aldı gidip abisinden bütün parayı isteyecekti. İki gün sonra abisinin dükkanına gitti. İçeri girerek oradaki ahşap siyah sandalyeye ilişiverdi. Kem kümden sonra sadede gelip parasını istedi. Abisi paranın sadece dörtte birini önüne doğru atarak:
''Gerisini inkar ediyorum şahidin yok nasılsa.'' dedi.
Bilmiyordu ki şahit olarak Allah yeterdi. Gülsüm Hanım önüne atılan parayı alıp çantasına koydu, tek kelime etmeden çıktı dükkandan. Ne iğrenç ne pis gelmişti para ona. Midesi bulanmış gibi sağ elini ağzına götürdü. Neredeydi kocası öldüğünde elini sıkıca tutup:
''Üzülme bir omzum yorulsa diğerinde taşırım.'' diyen abisi.
Anlamıştı ki Allah'dan gayrı yar yoktu, parayı eve koydu. Miraslar parça parça geliyor birikiyordu. Parayı daha fazla muhafaza edemeyeceğini anlayınca gelin geldiği mahalleden komşusunun oğlu Abdullah geldi aklına. Efendi, dürüst, akıllı çocuktu. Abdullah harita kadastro mühendisliği okumuş kasabada çalışıyordu. Gülsüm hanım parayı aldığı gibi O'na gitti.
''Al bu parayı bana arsa al.'' dedi.
''Tamam abla.'' dedi Abdullah.
Traktör satılalı bir yıl geçmişti fakat tapuda işler yürütülememişti. Bu kez satın alanlar mafya çıkmış işler iyice karışmıştı. Şükrü Bey zorda kalmış yalvar yakar kız kardeşine geldi.
''Ne istersen yaparım yeter ki beni kurtar.'' dedi.
Gülsüm Hanım abisinden daha zeki olduğunu İspatlarcasına oturduğu evin tapusunu istedi. Anlaştılar. Bu sürede arsa değerlenmiş Abdullah kasabanın en lüks dairesine yatırım yapmıştı. Yani bir günde iki ev sahibi olmuştu Gülsüm Hanım. Abdullah Bey transfer işlemleri için çağırmıştı ablasını. Gülsüm Hanım kahverengi kocaman mor çiçekli, kocası öldüğünden beri dış kıyafet olarak giydiği, basma eteğini giydi. Çeyizinden kalan gri atkısını başına sarıp bir kısmını sağ eli ile tutarak ağzını kapadı. Sol eline cüzdanını alıp evden çıkarak hızlı hızlı yürüdü. Bir yandan sevinç göz yaşını içine akıtıp ciddi duruşunu bozmuyor, bir yandan da sağ eli ile kapattığı ağzı kıpır kıpır dualar okuyordu. ''Binlerce şükür... Yüz binlerce şükür'' İşte gelmişti Tapu Kadastro Müdürlüğüne. Biraz loş ortamda tembel sinekler gibi oturan memurlardan eski komşusu Hanife Hanım, selam maksatlı başını hafif eğdi. Gülsüm hanım kapıdan girdiğinde Abdullah Bey elinde evraklarla arkasında beliriverdi. Abdullah Bey'in yanında kendinden kısa, esmer, bıyıklı, zayıfça, felfecir okuyan gözlerle etrafa bakan, miskin memurlara iki büklüm selam verip yalakalığını esirgemeyen hareketli bir adam vardı. Gülsüm Hanımın Abdullah bey sayesinde edindiği evin sahibi idi. Herkesin sana ne olacak evsiz barksız kaldın paranda yok diyerek ümidini kırmaya çalıştığı zamanda, umudunu yıkanlardan biri olan Hanife Hanım evrakları gördüğünde dondu kaldı.
''Sen ha!'' dedi.
Gülsüm hanım ciddiyetini muhafaza ederek başını yere eğdi cevap vermedi. Hareketli adam evraklara imzalar attıktan sonra sırıta sırıta Gülsüm Hanıma uzattı.
''Hayırlı uğurlu olsun bacım.'' dedi.
Sadece adının baş harfini yazıp üstünü karaladığı imzasını atan Gülsüm Hanım onca sıkıntının ardından artık bir ev sahibi idi.

Derin derin nefes aldı yürürken. Geçmişi gözlerinin önüne geliverdi gözleri doldu ama ağlamadı. Zaten kocasının bırakıp gittiği günden beri hiç ağlamamıştı. Gözyaşları kurumuştu sanki. Hep evlatlarını düşünüyor onları düşünmek ona hayata tutunma gücü veriyordu. Eve geldi. Etek uçlarından yer yer sökülmüş iplikler sallanan basma eteğini çıkarıp yanan sobaya atıverdi. Artık kırk beş yaşındaydı. Omuzları küçülmüş, orta boyu minnacık kalmış, kırış kırış olmuştu elleri yüzü. Bembeyaz saçlarına örttüğü kocaman beyaz yazması daha da yaşlı gösteriyordu onu. Ve artık geçmişi unutup yaşamak istiyordu. çocuklarını namusu ile büyütmüş, helal rızk ile beslemiş ve okutmuştu. Oğlu mimar, kızları öğretmen olacaktı.

28 Mayıs 2013 13-14 dakika 2 öyküsü var.
Beğenenler (1)
Yorumlar (1)
  • 11 yıl önce

    dramı derinden etkileyen fakat Allah bana yeter diyerek tüm bulutları dağıtmayı da başaran harika bir öykü okuduk gülsüm hanımın üç numaralı evladından zannedersem.. günün yazısı olmayı hakettiğini ürperttiğiniz içerim söylüyor inanın.. sözün bittiği yerdi aslında ve bize kalan bir miras yazınızdan.. Allah bana yeter...... tebriklerimle..