İntikam

Daha önce tanışma fırsatımız olmadı. Arabalardan iner inmez işe başladık. Merhaba. Benim adım Kont. Kokum hoşuna gitti galiba. Durmadan koklayıp bana yaklaştığına bakılırsa... Gel gel, sokul biraz daha, bak sana ne anlatacağım. Ne bakınıyorsun sağına soluna.? Kimse yok korkma. Seninkini mi arıyorsun? Bak, çalılıkların arkasından görünüyor. Evet, orada. Çeşme başında. Benimkiyle birlikte oturmuşlar karnını doyuruyorlar.

Sahi, adın ne senin? Ne? Fırtına mı? Çok ilginç! Çok güzel bir ad bu! Kim koydu? Önceden mi? Anladım. Demek ta bebekliğinden kalma... Nereden geldin buraya? Çiftlikten mi? Zor olacak senin için biraz, ama iyi eğitim almışa benziyorsun. Sana bir şey söyleyeyim; aldığın eğitimlerin çoğu boş biliyor musun? Dağlardaki gerçek yaşam çok farklı... Hiçbir eğitim işe yaramaz burada. Zamanla beni anlayacaksın. Yok, hiçbir şey yapmayacaksın. Kullanacağın tüm bilgiler genlerinde saklı zaten. İhtiyaç duydukça onları beceriye dönüştüreceksin.

Bizimkiler iyi anlaşıyor. Seninle iyi bir dost olabiliriz. Ne? Sen kız mısın? Aa! Bir yaşıma daha girdim. Şimdi işler değişti işte. Benden öğreneceğin çok şey var. Söz, hepsini öğreteceğim sana. Biliyor musun ben seni ilk gördüğümde erkek sanmıştım. Ama olsun. Zaten benim yıllardır kız arkadaşım olmamıştı. Bir dakika, hemen geliyorum. Hayır, hayır. Sen gelme.

Arkamdan bakıyor mu acaba? Hayır, bakmıyor. Aman Allah'ım! Yıllar sonra bir kız arkadaşım oldu. Hemen kendime çekidüzen vermeliyim. Bu dağ başında ayna nereden bulacağım. Evet! Aklıma geldi. Hemen çeşme altında biriken suyu kullanabilirim. Şu taştan atlayayım. Hıh! Bu su birikintisinde kendime bakabilirim. Ağzımın kenarında herhangi bir bulaşık yok. Tüylerim düzgün. Ama yine de bir silkeleneyim. Oldu işte. Şimdi Fırtına'nın karşısına çıkabilirim. Acele etmeliyim. Kızlar bekletilmeyi hiç sevmez.

Yaşasın! Heyt be! Bundan sonra çalışmak daha bir zevkli olacak!

Geldim işte! Ee? Ne diyorduk? Hatırladım. Şimdi aldığın eğitimi bir yana bırakmalısın. Bildiğin her şeyi unutmalısın. Ben sana kendi tarzımı anlatayım. Beni iyi dinle. İşe çıkmadan önce o gün erkenden kalkarım. Bazen uyuyup kaldığım oluyor, ama o günlerde de benimki uyandırıyor. Uyandıktan sonra karnımı biraz doyururum. Ama çok yemek doğru değildir. Çok yediğimizde koşamayız, tıkanırız. O zaman da bizimkiler çok kızar. Yemekten sonra her türlü tuvalet ihtiyacımı karşılarım. Eğer uzak bir yere gidecek olursak bizi otomobille götürürler. Genellikle de bagaja bindirirler. Allah'ı var şimdi; benimki yanına oturtuyor beni. Bu çok hoşuma gidiyor. Her yer, her şey ayağının altında oluyor. Koştuğumuzdan daha hızlı bir şekilde yol alıyoruz. Ben otomobile bayılıyorum. Çenem çok düşük değil mi? Konuşurken konuyu dağıtıveriyorum. Otomobilde sıkışmayalım diye tuvaletimizi evde yaparız. Sonra iş yerine geldiğimizde durur, koku alırız. Koku almak çok önemlidir. Nerede ne var bilebiliriz. Bak, eğer koku alamıyorsak bir noktada durur hiç kıpırdamadan ormanı dinleriz. Bu da en az koku almak kadar yararlıdır. Sonra biz önden gideriz. Bizimkiler arkamızdan gelir. O kadar hızlı, o kadar sessiz koşarız ki, bazen bizimkiler bizi kaybeder. O durumda da durup beklemek yerine bulunduğumuz yeri inceleye dururuz. Bu çok önemlidir. Aksi halde bize yine kızarlar.

Çok hızlı anlatmıyorum değil mi? Peki. Devam ediyorum. Burnumuz ya da kulağımız bir hayvanın varlığını kesinleştirdiğinde yerini tam belirlemek için ön çalışmaları hızlandırırız. Yerini belirlediğimizde en yakın noktada ileri geri hareketlerle bunu bizimkilere anlatırız. Onlar buna ?Perma yapmak' diyor. Biz buna birinci görevi yerine getirmek diyebiliriz. Bizimkiler bizim anlattıklarımızı anladıklarında onların hazır olmalarını bekleriz. Bu bir anlık bakışmayla, göz göze gelmeyle oluverir. Hızlı bir hareketle hedef noktanın ters tarafına geçip hayvanın üzerine doğru koşarız. Bizden korkan hayvan ya yürüyerek kaçar, ya da uçarak. Ancak, iki halde da kaçacağı yer bizimkilerin üzeridir. Hayvanı gören bizimkiler ani bir hareketle avını yere indirirler. Yere düşen hayvanı anında bulur, bizimkilere teslim ederiz. Artık görev tamamlanmış olur. Bu arada bir şeyi de unutmayayım. Gördüğümüz hayvanı korkuttuğumuzda olduğumuz yerde siper almamız gerekir. Aksi takdirde bizimkilerin tüfeğinden çıkan saçmalar bizi de öldürebilir.

Bir başka konu da, bizimkilerin vurduğu kuşları taşırken çok dikkatli olmamız gerekir. Nasıl mı? Şöyle ki; vurulan hayvan bazen bir kekliktir, bazen bir bıldırcın, bazen de bir çulluk... Ya da başka bir kuş diyelim. Çalılıkların içine düşen kuşu alıp götürürken ağzımızda dayanılmaz bir tat hissedebiliriz. Öyle dayanılmazdır ki o, bazen yiyivermek gelir içinden. Tutamazsın kendini, o tadı iliklerinde, kemiklerinde hissedersin. Bunun için kendine mantıklı bir takım bahaneler üretirsin. 'Hep bizimki mi yiyecek? Benim de hakkım var bu kuşta. Bir tanesini de ben yesem n'olur?' gibi saçma sapan fikirler gelir gelir gider aklına... İşte o an karar anıdır. Bir defa bu yanlışa düştün mü, sonu mutlaka gelir. Ve bu alışkanlık haline gelir.

Ne dedin? Senden önceki mi? Boşver şimdi onu. Bu konuyu ilerde konuşuruz.
Ne diyordum. Evet, bu iş sıkı bir disiplin ister. Kendimize iyi bakmamız, kilo almamamız gerekir. Aksi halde her şey bitiverir. Kendimizi kapı önünde buluveririz. Bizim için önemli olan işimizdir. İşimizi iyi yaptığımız sürece insanla dostluğumuz sürer.

Ne dedin sen? Anlamadım? İnsanlara yardım etmekle, kendi soyumuza ihanet mi ediyoruz? Bu düşünceleri kafandan silip atmalısın. Hemen! Evet, hemen silip atmalısın. Asıl ihanet bu düşüncelerle başlıyor. Biz bir hayvan değiliz, olamayız. Bizim gibi akıllı bir yaratık hayvan olabilir mi? Bence biz dört ayaklı bir insanız. İnsanla birlikte olmaktan zevk alışımızın tek nedeni bu... Şu çevrene bir bakar mısın? İnsandan sonra bizim kadar akıllı başka bir yaratık var mı? Yok. Evet yok. İşte bizi özel kılan da bu... Bizim yerimiz insanın yanı.

Senden önceki nasıl mıydı? Bak yine konuyu oraya getirdin. Ben bu konuyu konuşmak istemiyorum. En azından şimdilik... Beni anlamalısın. Kendimi anlatamadığımı biliyorum ama... Yine de anlamalısın. Peki, çok ısrar ettin. Birazcık anlatayım. Ama başka sorular sorma lütfen. Anlaştık mı?

Senden önceki biraz daha iriydi. Kahverengi beyaz tüyleri vardı. Çok akıllıydı. Seninkine her zaman yardım ederdi. Av hayvanları kayanın kovuğunda olsa bulup çıkarırdı. Ama sonradan... Neyse tamam. Bu kadar yeter. Biz başka konuları konuşalım. Bak ne diyeceğim sana. Özellikle siz kızlar için çok önemli bu anlatacaklarım. Şimdi sen kızsın ya... Nasıl söyleyeceğimi bilemedim. Utandım birden. Ama söylemeliyim. Sizin, yani kızların anne olma hayalleri vardır. Senin de var mı bilmiyorum. Baştan söyleyeyim; bizim işte annelik olmaz. En azından ilk yıllarda olmaz. Önce bir güzel çalışılır. Emekliliğimize yakın, bizimkiler isterse anne olabilirsin. Çünkü baştan anne olmak demek, bu işi bırakmak demektir. Bunu hiç kimse istemez.

Anlamadım. Ne soracaksın? Utanma canım! Ben senin arkadaşınım. Sor işte. Hı, anladım. Bak yine yüzüm kızardı. Bunu sana nasıl anlatabilirim. Biz erkeklerin böyle bir derdi olmaz. Aslında bizi rahat bırakırlar. Çünkü erkek çocuklarının peşinden koşmaz, onları düşünmez. O yüzden bizimkiler hep izin verir. Ama sizinki çok farklı olur. Bir erkekle birlikte olmak istediğin zaman bunu davranışlarınla bildirirsin. Zaten o anlar. Anlamayan yoktur. O zaman seni istediğin birinin yanına götürürler, bırakırlar. Sen erkeğinle birlikte olursun, gebe kalırsın. Ama seninki istemezse asla doğuramazsın. Çünkü sana bir iğne yapar ve gebeliğin son bulur.

Lütfen! Lütfen diyorum. O konuyu karıştırıp durma. Ben... O konuda konuşmak istemiyorum. Yani senden öncekinin durumu niye seni bu kadar ilgilendiriyor. İlkmişsin gibi davran. Hiç bir şey düşünme. Çünkü düşünmek hep zarar verir bize. Yanlış şeyler düşünmeyle başlar.

Bak ne diyeceğim; ekmekten uzak dur. Bazen kendi yedikleri yemeklerin içine ekmek doğrayıp verirler. Aslında güzel de olur. Ama bir arkadaş öğüdü sana; ekmekli yemeklerden çok yeme. Ekmek bizim sonumuzdur. Şişmanlatır, tembelleştirir. Sen sen ol, ekmeği unut. İşe çıkmadığın günlerde yürüyüşünü, koşunu eksik etme. Formunu hep korumalısın. Aslında biz size çok uzak oturmuyoruz. Birlikte yürüyüşe çıkabiliriz. Çıkarız değil mi?

Ne? Yine mi senden öncekini soruyorsun? Onu tanıyor musun? Nereden tanıyorsun? Aa! Adının Demir olduğunu da biliyorsun? Ama... Sen, sen nereden biliyorsun? Ne! O da mı sizin çiftliktendi? Tabi ya! Bana söylemişti. Nasıl da unutmuşum. Demek sen Demir'i tanıyorsun? Demir köpek gibi köpekti. Ben onu çok severdim. Ama... Neyse...

Dur bizimkilere bir bakayım. Çok yorulmuşlar. Daha oturuyorlar. Fırtına, bu insanoğlu çok garip bir yaratık... Ağızlarına aldıkları şu dumanlı şey, adı her neyse... Tütün. Hem dumanını içine çekiyorlar, hem de öksürüyorlar. Vallahi bunları anlamak mümkün değil. Ondan sonra da birkaç tepe dolaştılar mı soluk soluğa kalıyorlar. Allah aşkına, şunlara baksana! Başlarından nasıl da duman yükseliyor. Neyse biz işimize bakalım.

Biliyor musun? Çok güzel bir kızsın sen. Özellikle gözlerin çok güzel... Şu anlında bulunan beyaz küme sana çok yakışmış. Sahi, beni nasıl buluyorsun? Seninle iyi bir arkadaş olabilir miyiz? Biraz çok konuştuğumun farkındayım. Ama ne yapayım; ben de böyleyim işte.

Benimle arkadaş olacaksın, ama Demir'i anlatmamı istiyorsun, öyle mi? Demir her aklıma gelişte içimden bir şey kopar, yüreğim acır. O yüzden bu konuyu konuşmak istemem. Hep unutmak istemişimdir. Ama kolay olmuyor tabi. Ne zaman işe çıksam hep aklıma geliyor. Ne!? Ne dedin? Demir senin baban mıydı? Olamaz! Tesadüfün bu kadarı da olamaz! Peki sen, sen buraya gelirken özellikle mi? Yok, yok olamaz! Aman Allah'ım! Anlatsana biraz. Nasıl oldu?

Seninkini daha önce babanı götürürken görmüştün. Yüzünü, boyunu, sesini hatta kokusunu ezberlemiştin. Tabi o zamanlar küçüktün. Aradan üç yıl geçti. Büyüdün, eğitildin. Tam bir av köpeği oldun. Ee? Seninki yine çıkageldi. Toplu halde durduğunuz yerde sizlere bakmaya başladı. Aranızdan birini seçecekti. Sen bu adamı tanıdığın için ona kur yapmaya, kuyruk sallamaya başladın. Gözüne hoş görününce o da seni fark etti ve aldı. Vay be! Tam bir film gibi... Ne filmin ne olduğunu bilmiyor musun? Boşver, ben de bilmiyorum. Bizimkiler konuşurken duymuştum. Demek sen Demir'in kızısın ha? Çok şaşırdım biliyor musun?

Sen hâlâ babana ne olduğunu merak ediyorsun. Öğrenmeden rahat edemeyeceksin değil mi? Peki, anlatayım. Bunu söylemek çok zor ama... Baban aramızdan ayrıldı. Evet, onu kaybettik. Senin anlayacağın öldü. Öldüğünü biliyor musun? Nereden? Hım, demek seninki çiftlikte anlattı. Gözlerim yaşardı. İyi köpekti baban. Yattığı yer kasap bahçesi olsun.

Seninki ne vurdu bugün? İki keklik, öyle mi? Benimki de bir tavşan vurdu. Kuşları taşımak zor olmuyor, ama tavşanı taşımak beni öldürüyor. Mis gibi kan ağzına akarken bir yudum bile alamıyorsun. Düşünebiliyor musun; lokma ağzında, ama yutamıyorsun. O yüzden kuş avını her zaman tercih etmişimdir.

Babanın ölümünü mü merak ediyorsun? Bence bunu düşünmemelisin. Çünkü düşündükçe içinden çıkamazsın. Gel biz seninle avdan söz edelim biraz. Kışları bazen tilki avına çıkarız. Kürkü için canım. Tilkinin kürkü iyi para edermiş. Bizimkiler onun derisini itinayla yüzerler, sonra bir güzel tuzlarlar, kuruturlar ve satarlar. Tilki avı biraz daha tehlikeli olur. Bazen saldırırlar bize. Tabi iki üç tilki bir araya gelirse korkmak lazım. Özellikle kız arkadaşlarının yanında hepsi aslan kesilir. Bir de kayaların kovuğuna girip çıkmak çok yorucu olur. O yüzden tilki avını pek sevmem. Hele hele domuz avından nefret ederim. Domuzlar çok tehlikeli olurlar. Kaçan sürünün altında kalma korkusu öldürür beni. İşte böyle.

Yapma! Ne olur ısrar etme. Babanın nasıl öldüğünü öğrenmek istemezsin. Öğrenmemelisin. Bir kaza diyelim biz. Ancak öyle rahat edebiliriz. Yoksa...

Yoksa, ne mi? İş şevkimiz, insana bağlılığımız kalmaz. Hem seninki çok üzüldü bu duruma. O da böyle olsun istemezdi. Bir anlık öfke işte... Ne demişler; öfkeyle kalkan zararla oturur. İnanmayacaksın, seninki babanın başına oturup uzun uzun ağladı. Babanın ölümüne mi üzüleyim, seninkinin ağlayışına mı bilemedim. İçim parçalandı.

Ne? Anlatmazsam benimle arkadaş olmaz mısın? Ne olur yapma! Beni çok sıkıştırıyorsun. Peki, anlatacağım. Ama önce bir konuda bana söz vermeni istiyorum. Seninkine karşı bir kin gütmeyeceksin, onu bağışlayacaksın. Hatta bu konuyu unutacaksın. Tamam mı? Tamam mı diyorum! Peki, anlatıyorum.

O sabah keklik avına gelmiştik. Demir, yani baban çok çalıştı. Seninki tam beş tane keklik vurdu. Benim ki de dört tane vurdu. Tam toparlanıp eve dönecektik. Çok yakınımızda bir keklik sürüsünün ötüşünü duyduk. Tabi ne biz gidebiliyoruz babanla, ne de bizimkiler. Keklik sesi duyulur da eve gidilir mi? Haydi bakalım yeniden iş başına! Biz sürünün diğer tarafına sessizce dolaştık ve bizimkilerin hazır olmasını bekledik. İşareti aldığımızda keklikleri kaldırdık. Hem seninki, hem de benimki ateş etti. Dört ya da beş tane daha keklik vurdular. Alt taraf uçurum olduğu için vurulan keklikler aşağıya yuvarlandı. Babanla birlikte kan ter içinde uçurumdan aşağıya indik. Kekliklerden ikisini bulduk. O anda baban bana seslendi. Yanına gittim. Baban:

'Haydi, kekliklerin birer tanesini yiyelim.' dedi.

'Hayır! Yiyemeyiz! Bizim böyle hakkımız yok!' dedim.

'Saçmalama! Kekliklerin vurulmasında bu kadar emeğimiz geçiyor. Birer tanesini yesek ne olur sanki?' diye ısrar etti.

Karşı çıktım. Engellemeye çalıştım. Olmadı. Daha önce de bir, iki tane yediğini, seninkinin bir şey anlamadığını söyledi. Gözlerimin önünde kekliğin birini yemeye başladı. Ağzım nasıl sulandı, canım nasıl çekti bir bilsen... Ama ben yemedim. Bulduğum kekliği alıp yukarıya çıktım. Benimkine verdim. Sonra bir daha aşağıya indim. Bir de baktım ki Demir, yani baban ikinci kekliği yemekte. İçim cız etti. Çok korktum. Bulduğum kekliği ona verdim.

'Önce ağzını bir güzel sil. Sonra, al bu kekliği sahibine götür, ağzın boş gitme.' dedim.

'Hayır! Alamam! Sahibin karşısında seni zor durumda bırakamam. O keklik seninkinin...' dedi. Almadı. Sadece beni düşündüğü için almadı. Kendi başının derde gireceğini bildiği halde verdiğim kekliği almadı. O tam bir arkadaş canlısıydı.

Sonra ne mi oldu? Ağlıyor musun? Yapma! Gözyaşına dayanamam.

Sonra, ben ikinci kekliği yukarıya götürüp benimkine verdim. Seninki ise sabırsızca bekliyordu. Demir'in iki keklik birden getireceğini söylüyordu. Bekledik. Biraz zaman geçti. Baban bir türlü gelemiyordu. Seninki babanı ıslıkla çağırmaya başladı. Derken baban çalılar arasından çıkıp geldi. Ağzı boştu. Üstelik ağzını iyi temizlemediğinden yediği kekliğin kanları görünüyordu. Babanı boş gören seninki, deliye döndü. Tüfeğini babana doğrulttu. Ben 'Demir kaç! Demir kaç!' diye bağırıyordum. Baban yerinden bile kıpırdamadı. Sonra...

Ne olur ağlama. Baban tam bir kahramandı. Benim kahramanımdı o. Düşünüp yapamadığım, bırak yapmayı söyleyemediğim her şeyi baban yaptı. Haklıydı aslında. Vurulan her av hayvanında bizim payımız, emeğimiz vardı. Ama hiçbir zaman ben bunu dile getiremedim. Benimkinin karşısına çıkıp hakkımı isteyemedim. Evet, ben bir korkağım.

Ne dedin? İntikam mı? Hey ne oluyor? Niye öyle bakıyorsun? Nereye gidiyorsun? Dur! Seninkine kötü kötü bakmaya başladın. Ne yapıyorsun? Yapma! Sahibine saldırma! Dur! Beni dinle! Fırtına! Fırtınaaaaa! Eyvah! Silah patladı...

Fırtınaaaa! Fırtınaaaa!

Aman Allah'ım. Aman Allah'ım! Bu... Bu olamaz! Fırtına'yı vurdu. Fırtına... Fırtına, ölemezsin. Seninle daha yeni tanışmıştık. Ölemezsin... Kanı nasıl da akıyor. Ayakları titriyor. Gözleri açık... Sanki bana bakıyor. Bana; 'Sen bir korkaksın!' dercesine bakıyor.

Bakma! Bana öyle bakma. Bakma. Bak...

Benimki beni çağırıyor! Benimki çağırıyor. Seni kanlar içinde görmemi istemiyor. Hemen yanına gideyim. Aaa! Bana ekmek veriyor. Sahibimi çok seviyorum. Çok acıktım, biraz yiyeyim bari.

İnsanla köpek ortak olur mu hiç. Köpek köpekliğini bilmeli canım... Yoksa...




Şehir / Ekim-2007

23 Mart 2010 15-16 dakika 6 öyküsü var.
Beğenenler (1)
Yorumlar