Kaç Halil Kaç

Bir Temmuz sabahı... Güneşin uykusuzluktan mahmurlaşmış gözlerindeki ışıklar yavaş yavaş apartmanların soğuk yüzlerinde yansıyordu. Kuşların o şen şakrak cıvıltıları günün başladığını belirten tatlı bir melodi gibi kulaklarımızda yankılanıyordu. Gece mesaisini bitirmenin mutluluğu içindeki ay ve yıldızlar gökyüzündeki bembeyaz buluttan yataklarının içine girip, mavi örtülerini üstlerine çekerek güne elveda diyorlardı.

İşte bu esnada babamın gece yatarken kaçak tütünden sardığı sigarayı içmesinden dolayı yüksek sesle öksürmesi evin içinde çınlamaya başlamıştı bile. Babamın ve annemin yattıkları odaya girdiğimizde ağır tütün kokusu boğazımızı yakıyordu.

O gün okula gitmek için kardeşim Halil'le hiç de acele etmedik. Çünkü hafta sonları bizim için bitmesini istemediğimiz oyun saatleriyle doluydu. Daha o sıralar ne atari salonları yaygındı, ne de ?İnternet kafe'ler... En doyumsuz eğlencemiz mahallemizdeki toprak sahada güneşin altında yanma pahasına bir topun peşinde koşmaktı...

-Lan Ahmet buraya gel! (Babamın o sert ve buyurgan sesini duyduğumuzda ne yapacağımızı şaşırır, elimiz ayaklarımıza dolaşırdı, hemen yanına koşardık. Ne istediğini sorardık. Çünkü babam oldukça sinirli, çatık kaşlı birisiydi. Dediği anında yapılmalıydı. Yoksa... Yoksa küçük kıyamet kopardı. Bundan dolayı anında yanına koşarak cevap verdim:

- Buyur baba ne diyorsun?

- Kardeşin Halil'le birlikte gidip bir gazete alın. Gecikmeyin bacaklarınızı kırarım ha!

- Peki, baba olur hemen alır geliriz.

Kardeşim Halil o zaman galiba dokuz yaşındaydı. Onun da suratı asıktı. Sinirlendiği zaman gözü hiç bir şeyi görmezdi. Bir defasında babam bizi evden kovmuştu da küçük yaşına bakmadan ayakkabısını eline alıp evden öfkeli bir şekilde çıkışı hala gözlerimin önünde... Ama buna rağmen duygusallığına da diyecek yoktur. Kardeşlerine ve ben abisine karşı hep iyi davranmaya çalışırdı. Kardeşim büyüdüğünde de değişmedi bu güzel huyu. İşte bu kardeşimle birlikte gazete almak için evden çıktık. Yolda birbirimizle şakalaşarak gidiyorduk.

O zamanlar Mersin'de yazlık sinemalar yaygındı. Televizyonda T.R.T.den başka bir kanal yoktu. Televizyon programları o zaman insanları evde tutacak kadar hareketli ve çekici olmadığı için gece sinemaları cezbedici etkisini gösteriyordu. Gece olduğunda sinemanın etrafındaki binaların balkonlarına beleş seyirciler dizilirdi. Çaylarını yudumlayarak sandalyelerinde ense yapmış bir vaziyette sinemalarını seyrederlerdi. Bilet keserek giriş yapanlar ise sandalyelerin sert yüzeylerine oturarak kendilerini filmin akışına kaptırmak zorunda kalırlardı.

Kardeşimle birlikte bu yazlık sinemalardan birisi olan Yıldız Sinemasının yanına gelmiştik. Biz çocuksu dünyamızda babamızın o sert rüzgârları anımsatan ürkütücü sesini çoktan unutmuştuk. Kendi halimizde gazete almaya gidiyorduk. O zamanlar şimdiki gibi gazete büfeleri yaygın değildi. Bundan dolayı gazete satan bayii bizim eve biraz uzakçaydı.

Her neyse kardeşimle birlikte tam yıldız sinemasının önüne gelmiştik ki birden küçücük yüreğimizi hoplatan bir olay oldu. İkimizde korku dolu gözlerle birbirimizi süzdük. Ne yapacağını bilemez bir hale düşmüştük. Hafta sonu olduğu için ortalıkta kimselerde yoktu. Uykunun sessizliği, korkunun ürkütücülüğü gözlerimizden okunabilirdi.

O günlerde Mersin'de çocuk kaçırma olayları artmaya başlamıştı Hemen yanımızdaki sokaktaki tüpçünün bir çocuğu yeni kaçırılmıştı. Bu olay daha belleklerimizde etkisini kaybetmemişti. Bizde çocuk olduğumuz için bunu hatırlatacak her davranış biz de panik yapıyordu. Haklı mıydık, haksız mıydık bilemiyorum. Ama bildiğim bir şey var ki o da tüpçünün kaçırılan çocuğundan hala haber alamadığıdır.

Bizim böyle korku dolu gözlerle birbirimizi süzmemize neden olan olay şuydu; tam yıldız sinemasının yanına gelmiştik ki birden yanımızda beyaz bir araba durdu. İçinde kaba bıyıklı, iri yarı üç dört tane adam vardı. Şoförün yanında duran pala bıyıklı cüsseli adam işaret parmağıyla biz yanına çağırdı. Ne yapacaktı, ne diyecekti bilinmez, ama o psikolojide gözlerime çarpan sadece bıyıklarının altındaki sinsi gülüşleriydi.

İşte o sırada abi olarak bir şeyler yapmam gerekiyor diye düşündüm. Tekrar kardeşime döndüm. Ayaklarımıza baktım. Ayaklarımızda terlik vardı. Birden aklıma hızlı bir şekilde oradan kaçmak geldi. Kardeşime yaklaştım kulağına 'Halil terliklerini eline al' dedim. Sonra korku ve heyecan karışığı bir sesle 'kaç Halil kaç' dedim.

Kaba adamlar, araba, çocuk hırsızları ve biz. Bunlar düşünce dünyamızda cirit atarken 'kaç' komutuna itirazın olması mümkün müydü? Tabi ki değil. Ben daha sözümü bitirmemiştim ki kardeşim Halil çoktan oradan uzaklaşmıştı. Tabi ki sözüm bitmeden ben de orayı terk ettim. Halil ve ben adamların ikimizi birden yakalamalarını önlemek için ayrı istikametlere koştuğumuzu hayal meyal hatırlıyorum.

O sırada ne güneşi, ne bulutları, ne ayı ve yıldızları, ne gazeteyi ne de babamızın kıracağı bacaklarımızı düşünecek durumda değildik. Kendimizi nasıl çocuk hırsızlarından kurtaracağımızın endişesiyle doluyduk.

Küçük kalbim yerinden fırlayacakmış gibi çarpıyordu. Bu korkuya bir de Halil'in ne olduğu eklenince daha beter panikledim. Çocuk hırsızlarının korkusundan kurtulunca kardeşimi aramaya başladım. Heyecan, küçük yüreğimin her yanını sarmıştı. Acaba kardeşime ne oldu? Şimdi nerededir? Diye merak içinde kalmıştım. Ya şimdi onu çocuk hırsızları yakalamışsa, ben o zaman ne yaparım, endişesiyle sağa sola koşturmaya başladım. Bir müddet sonra solan bir gülün yıpranmış halini anımsatan yüz ifadesiyle Halil'i sokağın diğer başında gördüm. O da beni görünce, sevinçle birbirimize koştuk. Yıllarca birbirine hasret iki aşık gibi birbirimize sımsıkı, hasretle sarıldık. İkimizde, büyük bir tehlikeden kurtulmanın mutluluğu içinde el ele tutuşup, gazeteciye gittik. Gazeteyi aldıktan sonra koşar adımlarla eve gittik.

Evde babamızın çatık kaşlarıyla karşılaşınca, annemizin şefkat çiçekleri açan gözlerine kendimizi sakladık. Sabır gülünden yansıyan tatlı esintilerle yumuşayan babamıza, başımızdan geçenleri anlattığımızda, çatılan kaşlarının altındaki gözlerinden rahmet ışıklarının yayıldığını görünce, yüreğimiz biraz ferahladı. Keşke diyorum, babalar sevgilerini saklamak zorunda hissetmeseler. Çocuklar kendilerini daha çok sevse.

O günden beri nerede beyaz bir arabanın içinde pala bıyıklı, kaba adamlar görsem 'kaç Halil kaç' dediğim gün canlanır gözlerimde. Bir de babaların çatık kaşlarının arkasındaki merhametli kalpleri.

17 Ağustos 2009 6-7 dakika 77 öyküsü var.
Beğenenler (3)
Yorumlar (1)
  • 10 yıl önce

    Hoş ve bir o kadarda üzücü bir öykü. Yüreğinize sağlık.