Akıl Çağı

Bendeniz hayat hikâyemi anlatmaya başlamadan önce en sevdiğim kitabın, en sevdiğim cümlesi olan ilk paragrafıyla giriş yapmayı isterim. 

“Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü, hem akıl çağıydı, hem aptallık, hem inanç devriydi, hem de kuşku, aydınlık mevsimiydi, Karanlık mevsimiydi, hem umut baharı, hem de umutsuzluk kışıydı, hem her şeyimiz vardı, hem hiçbir şeyimiz yoktu, hepimiz ya doğruca cennete gidecektik ya da tam öteki yana -sözün kısası, şimdikine öylesine yakın bir dönemdi ki, kimi yaygaracı otoriteler bu dönemin, iyi ya da kötü fark etmez, sadece 'daha' sözcüğü kullanılarak diğerleriyle karşılaştırılabileceğini iddia ederdi.”

Belki kiminiz bu kitabı okudunuz, belki de kiminiz bu kitabı benim gibi seviyorsunuz. Ya da raflarda gördünüz, sayfalarını kurcaladınız ancak onu rafa geri bıraktınız. Veyahut da onun olduğu rafı hiç dikkate almadan es geçtiniz. Bir kere bile şans vermediniz ona, onlara, o kitaplara. 

İşte böyle başladı benim önünde şapkamı çıkartıp, eğildiğim günlerim. İşte böyle başladı benim esrarengiz hayatım. 

Günlerden bir gün, her zamanki gibi rutin olarak iş yerim olan sahafıma gittim, bir köşede oturmuş, elimdeki geçen zamana baş tutarak eskimiş kitabı okuyordum. Öyle bir dalmıştım ki okumaya, öyle bir kaptırmıştım ki kendimi, içeriye giren müşteriyi görmemiş, onun ayak seslerini duymamıştım. 

Genç bir hanımefendi olan müşterimin “Günaydın efendim,” diye seslenmesiyle okuduğum kitabın beni etkisine alan dünyasından sıyrılmış, gerçek hayata dönmüştüm.

“Günaydın, hanımefendi.”

“İki Şehrin Hikâyesi’nin Türkçe ilk baskısını arıyorum. Nereye sorsam eve ellerim bomboş dönüyorum.”

Hanımefendinin bu sözleri karşısında şok olmuştum, özellikle de aradığı kitap… beni baştan çıkartmıştı. Çünkü en sevdiğim kitaptı.  

“Dickens… hmm… burada bir yerlerde olmalı,” diyerek sadece o kitabın birkaç baskısını içeren rafa doğru ilerledim. “Ah, işte burada!”

Hanımefendi şok olmuştu. Heyecandan ve mutluluktan gözlerinin dolduğunu gördüm. “İnanamıyorum! Siz, siz! Siz mükemmelsiniz! Ayrıca, sanırım siz de benim gibi çok seviyorsunuz bu romanı.”

“Evet, seviyorum.”

Hanımefendi ile upuzun bir süre kitap hakkında konuştuk. Daha doğrusu o anlattı ben ise onu dinledim, onu izledim. Anlatırken kendisinden geçişini, nefes alıp verişini… yeşil gözlerinin dolmasını…

“Fiyatı nedir acaba,” diye sordu.

“Ah,” dedim. “Hediyem olsun, hanımefendi. Ne de olsa bu kitabı seven bir kişiyi bulmak beni çok mutlu etti, onurlandırdı. Tek olmadığımı bilmek beni mutlu ediyor doğrusu!”

“Olur mu öyle efendim,” dedi hanımefendi. “Lütfen, fiyatı nedir?”

“Gerçekten, benim için önemi yok. Ne de olsa bugün eve döneceğim, Allah’a şükür kafamı sokacak, güvenli ve sıcak bir evim var. Karnımı ve aklımı doyuracak kadar param ve kitaplarım var. Lütfen, benden size bir hatıra olarak düşünün, hanımefendi.”

“Pekâlâ, size ne kadar teşekkür etsem az. Gerçekten çok teşekkür ediyorum, beyefendi! Tekrar karşılaşmak umuduyla!”

“Hoşçakalın, hanımefendi!”

Hanımefendi binlerce kez teşekkür ederek kapıdan çıktı ve gitti. 

Ben de elimi cebime atmıştım ki elim cebimdeki katlanmış bir kâğıt parçasına değdi. Kağıdı özenle açtım ve okudum. Kâğıtta bunlar yazıyordu: 

“Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü, hem akıl çağıydı, hem aptallık, hem inanç devriydi, hem de kuşku, aydınlık mevsimiydi, Karanlık mevsimiydi, hem umut baharı, hem de umutsuzluk kışıydı, hem her şeyimiz vardı, hem hiçbir şeyimiz yoktu, hepimiz ya doğruca cennete gidecektik ya da tam öteki yana -sözün kısası, şimdikine öylesine yakın bir dönemdi ki, kimi yaygaracı otoriteler bu dönemin, iyi ya da kötü fark etmez, sadece 'daha' sözcüğü kullanılarak diğerleriyle karşılaştırılabileceğini iddia ederdi.” 


Geçen her zamanın akıl çağı olması dileğiyle…

-Meltem Yazıcı.



29 Mart 2023 3-4 dakika 1 öyküsü var.
Beğenenler (4)
Yorumlar