Kader İnsanları İhtiyaç Duyulan Mekana Yönlendirir

İnsan farkında değil ama yıllar çok çabuk geçiyor. Sabah dağların üzerinde yanan ateş kıvılcımı, aralıksız devam eden ve macera semirmiş gözlerle batıya doğru at koşturuyor biteviye.
Yaşadığı anın farkında değil insan, hep gelecek bilmecesi içerisinde sıkışıp kalıyor hayat denen kafesin; mahzun ve masum... Batıda dağların arkasından kaybolan kırmızı gelinciğin son ışıltısı ile yarına erteleniyor umutlar, hayaller, şarkılar, oyunlar, sevinçler...





Can sıkan bir mayıs günü meslekte on ikinci yılımın iplerini çektiğimi hayretle hesaplıyorum. Tam on iki yıl, koskoca bir ömür yağmuru. Artık eskisi kadar neşeli de değilim. Buruk bir duygunun en acımasız cambazıyım sanki, unutulmaya yüz tutmuş bir şarkının son kelimeleri belki de son kırıntısı... Hangi şarkı olduğu, kim tarafından söylendiği, bestelendiği, yazıldığı hiç de umurumda değil...





Hayata ısrarcı adımlarımla yürüyorum tanıdık kaldırımlarda. Okuldan on dakika kadar önce ayrıldım. Öğrencilerime bu hüzünlü yüzümü okutmak istemiyorum ve sağlı sollu yanımdan geçen öğrencilerimin:


-İyi akşamlar hocam.
-Kendinize iyi bakın hocam.
-İyi tatiller hocam

...

Şeklinde seslenişlerine, ses tonuma maske takarak karşılık veriyorum:
-Size de çocuklar, teşekkür ederim...



Üstelik şu an tebessümün bile hiç yakışmadığını düşündüğüm yüzümle gülmeye çalışıyorum. En köhne sırrını saklamaya çalışan bir çocuk gibiyim ve biliyorum ki en derin acılar dudaklara saplanan sahte gülücüklerle gizlenir. Kanarsın, hayat kanar, kızıl kan olur, çorak topraklardan sökülüp getirilen çiçek bedenleri gibi yüreğin kan ağlar ama yine de gülmeye çalışırsın, gülemezsin ama en azından çalışırsın... Hani her insan öldürürmüş ya sevdiğini; kimi bir bakış ile kimi bir söz ile kimi bir ihanet ile ve delikanlı adam kılıç ile öldürürmüş... Evet, bir bıçak darbesi belki de daha samimi en dilsiz hüzünler yatağında boğulanlar için. O kadar kötüyüm yani, her yanım uçurum çıkmazı sanki, ne yana dönsem düşecek gibiyim, toz toprak dolacak gözlerim ve yağmurdan önce taşacak gibiyim...
Bu hüzün bozkırında öğrencilerim beni görmemeli, hep yemyeşil bir sahrada olmalıyım. Biliyorum ki Tekin beni bu halde görse üzülecek, Ali, İsa, Sefa, Ahmet, Veli, Taner, ... hepsi üzülecek. Biliyorum ki Tuba, Ayşe, Dilek, Betül... Hemen yanıma gelip soru cümleleri fırlatacaklar üzerime, neden üzgün olduğum hakkında fikir yürütecekler belki de. Biliyorum, ben üzgünüm diye onlar da üzülecekler. Üzülmesin onlar, düşünmesinler beni, geleceğin aydınlık ufkunda bir fidanın hiçbir şeyi kafaya takmadan bilgi depolaması gerekli. 'Siz boy atın, siz umut olun! Siz yarınsınız ve sizlerden gelen keskin güneşin kokusu en büyük mutluluğumdur benim!'
Neden üzgün olduğum konusunu burada açmak istemiyorum ama aylarca yağmur yağmayan bir iklimin yağmura susamış, yağmura aç ağaçları kadar üzgünüm.
Başım önde, geniş caddede yürüyorum, amaçsız yürüyorum.
Düşüncelerin çıkmazlar sokağındayım, ölüyorum ve yeniden doğuyorum... Kısır döngü devam ediyor içimde.
Ve bir ses...
Tanıdık bir ses...
-Hocam?

Sese dönüyorum.

-Hocam. Selim hocam, merhaba.
-Merhaba, diyorum ama tanımıyorum...
Karşımdaki ince bir bıyık bırakmış, jöleli saçlarını havaya dikmiş yirmi beş otuz yaş arasında, düzgün giyimli birisi.
-Hocam, beni tanımadınız galiba?
Gülüyor konuşurken...
-Kusura bakma, tanıyamadım, diyorum.
Yine gülümseyerek:
-Doğaldır hocam, değişiyor insan. Ve ekliyor: 'Ben Tarık, hocam. İlk görev yaptığınız liseden...'
Soy ismini de söylüyor ve ben sanki tanıyacak gibiyim... Tüm sıkıntımı, hüznümü unutuyorum bir anda, hatırlamalıyım öğrencimi çünkü öğrencim kendisini hatırlamamı istiyor, gülüşünden, ruh halinden anlıyorum, duruşundan anlıyorum. 'Eee hadi hocam hatırlasana beni' veya 'Nasıl unutursunuz hocam beni?' Der gibi bakıyor.
Geçmişi, bir anı kitabı gibi koltuğumun altından çıkarıp beynimle içiyorum.
Gözlerine bakıyorum öğrencimin, insan ne kadar değişirse değişsin, yıllar ne kadar insan ömrüne nasır gibi serilirse de serilsin, her organ değişse de değişmeyen tek organın 'Göz' olduğunu biliyorum. Canlı, cıvıl cıvıl, en güçlü şiirden daha güçlü, en manalı bir romandan daha anlamlı, derin...
Evet, hatırlıyorum. Tarık bu! Kısa boylu, yaramaz Tarık...
-Tarık?
-Evet hocam, benim...
-Oğlum, sen kısa boylu değil miydin? Lise 1 ve 2. sınıfta seni okutmuştum, o zamanlar kısa boyluydun, şimdi benim kadar olmuşsun...
-Evet hocam, gerçekten hatırladınız beni.
Sarılıyoruz birbirimize, yıllarca birbirine hasret kalan ağabey ve kardeş gibi, baba ve oğul gibi, o kadar sıcak, o kadar yalansız...
Hüznüm kayboluyor gökyüzünden...
Daha dün gibi liseli Tarık düşüyor usuma, aradan tam on yıl geçmiş...
Sınıfa girdiğimde bir öğrenci yere atılmış kâğıt parçasını eline alıyor ve sınıfın çöp tenekesine atıyor. Bu öğrenciyi biliyorum, yaramaz mı yaramaz, çekilmez mi çekilmez bir kişi, başarısız, derse ilgisiz...
-Afferin oğlum, ismin ne?
-Tarık, hocam, diyor.
-Afferin Tarık, diyorum tekrar. 'Geç yerine otur bakalım.'
Öğrenciler sıralarına oturduktan sonra tekrar Tarık'ı kaldırıyorum, ödül vermek istiyorum ona. Ne de olsa güzel bir davranış sergiledi.
-Tarık, yazılıdan kaç aldın oğlum?
-38 aldım hocam.
-İnanamıyorum sana Tarık, senin gibi akıllı, zeki bir öğrenci 38 alır mı hiç?
Sınıf gülüyor, tariz yaptığımı sanıyor ama ben gayet ciddiyim.
-Sözlüne 100 veriyorum oğlum ama bundan sonraki yazılılarımdan kırık not aldığını görmeyeceğim. Ben biliyorum sen çok zekisin, çalıştıktan sonra okul birincisi dahi olabilirsin.
Sınıf şaşkın, Tarık mutlu ve ben not defterimi çıkarıp Tarık'ın birinci sözlüsüne 100 yazıyorum.
Yaramaz Tarık, derslere hep geç kalan Tarık, yazılılardan başarısız olan Tarık yok oluyor.
O andan itibaren başka bir Tarık doğuyor...
O Tarık şu an karşımda.
-Nasılsınız hocam?
-Çok şükür Tarık, iyiyim, sen nasılsın? Neler yapıyorsun?
-Ben de iyiyim hocam.
-Ne yaptın Tarık? Üniversite kazanabildin mi?
-Doktorum hocam, sizin sayenizde... Bana inanan, beni yüreklendiren sizin sayenizde okudum hocam.
-Tebrik ederim Tarık, gel sana bir daha sarılayım.
-Çok teşekkür ederim hocam.
Kucaklaşıyoruz tekrar.
-Benim sayemde değil Tarık, o cevher zaten senin içindeydi, başaran sensin...
-Değil hocam, diyor, değil... Lise 1. sınıfa kadar hiç kimse bana, sizin söylediğiniz gibi güzel sözler söylememişti, buna annem ve babam da dahil... İlk defa siz bana, gerçekten güvenerek, inanarak böyle güzel cümleler söylediniz. İnanın o günü asla unutmadım, benim için o gün bir dönüm noktası... Size minnettarım hocam... Okulumuzdan ayrıldıktan sonra sizi çok aradım, tayininiz çıkmıştı. Sadece Van'a gittiğinizi biliyordum. Hep dua ettim sizinle tekrar karşılaşabilmek için, kısmet bugüneymiş...
Gülüyor Tarık, gözlerinin içi de gülüyor... Ben de gülüyorum.
-Hayatımda tanıdığım en değerli öğretmenime bir hediye almak istiyorum, diyor Tarık.
Şaşırıyorum.
-Ne hediyesi?
-Size hocam, içimden geldi, hemen şimdi hediye almak istiyorum, size her şey feda olsun.
-Canım öğrencim benim, sen bana hediyelerin en büyüğünü, en erişilmesini verdin bile, diyorum.
Bu defa o şaşırıyor.
-Hayır hocam, henüz size hediye vermedim ki...
-Verdin Tarık verdin. Sen bana dünyaları verdin. Doktorum dedin ya, okudum hocam dedin ya işte benim en büyük, en kutsal hediyem bu... Bir öğretmeni hayatta en mutlu edecek olay işte budur, öğrencisinin başarılı olmasıdır. Asıl sen söyle, ben sana hediyeler almak istiyorum, sen ne istersin Tarık? Bana sen dünyaları verdin...
''Ayrıca kader, insanları, ihtiyaç duyulan mekânlara yönlendirirmiş. Lise 1. sınıftayken orada olma sebebim sensen, şu an senin burada olma sebebin ise benim... Çünkü ben senden önce hüznün ciğerinde boğulmak üzereydim, ölüyordum, şu an ise sayende dünyanın en mutlu insanıyım. Çok teşekkür ederim Tarık, çok teşekkür ederim...''

28 Kasım 2014 8-9 dakika 2 öyküsü var.
Beğenenler (1)
Yorumlar (1)
  • 9 yıl önce

    Ne güzel o mütevazi Anadolu kasabalarında ve şehirlerinde yaşanan öğretmenlik mesleğinde geçirilen zamanlar. Ve tabi insanın yetiştirdiği bir öğrencisinin yıllar sonra karşısına kişilikli bir insan ve iyi bir meslek sahibi olarak çıkması. Güzel bir öyküydü kutlarım...👍