Kader Otel

 Kader Otel

Önünde uzayıp giden rayların üzerinde düşmeden yürüme isteği, uzun süredir yaşamak istediği çocuksu mutluluğunu ortaya çıkarıyordu. Öyle ya her insan biraz çocuk değil miydi? Bir daha uzun süre buna fırsat bulamayacağını nereden bilebilirdi…

Sahile doğru yöneldi yaşamın neresinden başlayıp, neresine doğru gideceğinin kendince ön planlarını yapmaya başlamıştı bile. Havanın karardığını fark ettiğinde kalacak ucuz otel bulmanın telaşına düştü. Kordon boyundan içerilere, ara sokaklara daldı. Birkaç soruşun pahalı gelmesiyle bir hayli zaman geçmişti. Oteller gece korkularına tek tek kapılarını kapatmaya başlamıştı çoktan.

Boyaları dökülmüş, pervazları çürümüş, umutsuz amaçsız konukları kabul etmekten yorgunum, diye bağıran adı gerçekte çokta önemli olmayan“i” si ya da “e” si düşmüş ama kendisinde “ Kader Otel”i çağrıştıran yapının kapısındaydı. 

Kadirden kadere…yücelikten bilinmeze. Aslı arası bir harfe, yaşamları değiştirme gücü mü yüklenmişti, ilerleyen yaşamında bunu fazlasıyla anlayacaktı.

Kapıyı birkaç zorlarcasına vurması “hayırdır” der gibi bakan otelcinin girişteki depodan bozma odasından yarı uykulu çıkışıyla karşılandı.

“Abi yeriniz var mı?” Soruşundaki duygusallığı anlamaktan çok uzakta idi otelcinin bakışları.

“Somyalı yatak istersen biraz pahalı” demesine aldırmadan ucuzluğu kabullenmişti. Kimlik kaydını yapan otelcinin ne iş yaparsın emri vaki sorusuna önce duraksadı.

“Kime ne? Ne iş yaptığımdan” iç geçirişine durumu kurtarmanın ağır baskısıyla yıllardır annesine bile söyleyemediği o “sır”ı , “öğrenciyim” cevabıyla, bir yabancıyla paylaşmak garibine gitmişti.

“Kaç gün kalacaksın?” Sorusuna “bir ya da iki” cevabı da hoşuna gitmemişti iri kemikli, zayıf görüntülü, uzuna yakın boyuyla, çökük suratını yaşam uyuşukluğunun sararmış sarı rengi sarmış otelcinin. Dik, mozaik merdivenleri çıkarken iki kez sorduğu “Abi tahtakurusu var mı?” sorusuna, “gereksiz soru” umursamazlığıyla karşılık alamamıştı.

Merdivenin sonuna geldiğinde yavaşladı otelci sol tarafı göstererek “burası tuvalet” İnce uzun koridoru cılız şekilde aydınlatan lambanın loşluğunda, kapıları açık sağlı sollu birkaç oda gözüküyordu, horlama sesleri arasında yerde ve somyalarda insanların yattığı seçilebiliyordu.

En dipteki odanın kapısında durdular, odanın insan ve nem kokan ağır kokusunu içine çekmekten kaçınan tavırlarıyla uzaktan yatacağı yeri işaret eden otelcinin, ışığı yakmaması talimatıyla birlikte fazlaca gürültü çıkarmamasını da istemişti.

Koridordan sızan ve sokak lambasının desteklediği seçilebilir karanlıkta, yatağa oturduğunda somyanın gıcırdayan yayları otelcinin ne demek istediğini de kanıtlamış oluyordu. Bir kişi yerde iki kişi de somya yatakta yatıyordu. Yerde yatan sırtını dönmüş, başının altına sıkıştırdığı yamalı giysisiyle birlikte, hemen yanı başında bir çift protez dişi, güvene almanın kıvrılmasıyla cenin pozisyonunda yatıyordu, ölümüne yaklaşmış kırkayak gibi yusyuvarlak olmuş bedeninden hırlayan boğuk uyku sesi duyuluyordu. Ak saçlarından yaşlıca bir insan olduğu anlaşılıyordu. Burası bir otel odasından ziyade işe yaramaz eşyaların atıldığı karsambayı andırıyordu. Çocukluk yıllarında Kayseri’de babasıyla gittiği bir han odasını hatırlatıyordu. İlk defa orada görmüştü yerde dizi dizi yatan insanların yaşama tutunmak için sürünmeleri gerektiğini. Bir akrabanın bıraktığı çömlek peyniri emanetini almaya gittiklerinde fark etmişti o insanların değersizliğini, sıradan olmanın ekabirler gözünde anlamı ve değerinin olmadığını.

Üzülmüştü oradaki insanlara çocuksu duygularla, şimdi ise o insanlardan biri olabilmenin zorluğunu yaşıyordu.

Sessizce pijamalarını giyinip, çantasını hemen başının üzerine koydu, sertleşmiş nem kokan yastığı desteklemek için. Kararını vermişti, kesinlikle burası “Kader Otel”olmalıydı. Ve ilk defa kendisini de bir köşeye atılmış, değersiz hissetti bu genç yaşında.

Yaşamın isteklerini karşılamak için mi getirilmişti dünyaya, bir ihtiyaç mıydı kendisi Tanrı için… Yaşamın kendisi; Tanrı denilen yüce varlık olabilir miydi? Bu kadar “ego” çok fazla çok ağır olurdu.

Ya toplum…

Kendi doğrularını kendi zihinlerinde besleyerek geleceği tasarlayanlar, benim adıma doğru kararları alabilirler mi? Ürettikleri düşüncelerle bizleri formelize edenler daha ilk baştan bizi hastalıklı yapmıyor mu? Pompaladığınız bilgilerle, kendi gerçeklerine gebe kalmamızı isteyenler, üretilecek bir ürün olarak mı görüyorlardı, doğurtulacak toplumun yararcılarıydı bunu her zaman. Üretilen her ne ise bilinç zehirlenmesi ya da bilinç aldatmacasına tutsaklıyorlar daha ilk baştan bizi. Beden köleliğinden bilgi köleliğine giden bir yolculuğa mı çıkmıştı…lanet olası.

Bit saldırılarından kurtulma çabası harcamaktan yorgun düşmüş bedeni uykuya henüz dalmıştı. Merdivenlerden fısıltılarla birlikte ayak sesleri yayılıyordu dar koridora. Odanın ışığı aniden yandığında, kamaşan gözlerini dahi açamadan üzerine çullanan insanların gücünü hissediyordu, yaka paça alaşağı edilmiş beton zemine yüz üstü yatırılmıştı. Sonra Sümerbank yapımı çizgili pijamasından kopan beyaz düğmenin yuvarlanarak gidişini izledi bir an. Sonra yalpalayarak düştü, üzerine basan botun altında bir çıtırtı bile çıkaramamıştı.

Neler oluyordu anlamaya çalışıyordu. Önce kara Nevzat geldi aklına sonra soğuk namlulu Thompson makineli tabancaları gördü göz ucuyla sert şekilde zemine yapıştırılmış kafasının izin verdiğiyle, çantası da çoktan yatağın üzerine boca edilmişti.

“Vay vay bak burada neler var” seslenişin, annesinin kefen parası diye biriktirdiği birkaç altının bulunduğunu anladı. Bir avuç iyilik kendi kötülüğüne mi dönüşecekti?..

Kaç tane idi bilmiyordu, sızlayan yüreği buna bakmasına izin vermemişti. Bu seslenişle birlikte odada bulunan kader otel müdavimlerinin küfürlü homurtuları duyuluyordu.

Gözü, ak saçlı adama yönelikti. Alelacele aklına ilk gelen, belkide sahibi olduğu tek serveti olan tütün tabakasını ararken çalınmış olma düşüncesinin getirdiği panikle aranıyordu. Ara sıra nefretle gözünü kaydırdığı, peşinen suçlu ilan ettiği kendisine bakışlarını asla unutamayacaktı. İhtiyar için zihninde yüklediği anlamlar, bu bakışlarla savaşmak istemiyordu. Şilteleşmiş yer yatağının altında bulduğu tabakasına sevinmesi kısa sürmüş, ikinci serveti olan takma dişlerinin de çalınabileceği hissine kapılarak, yeniden arama kaygısına girişmişti. Yüzünde daha da belirginleşen öfkesi, tiksintiyle bakan katarakt çökmüş boz bulanık gözlerine yansıyordu.

Girilmesi yasaklı bölge olan Çingene mahallesinde, sakinleri üzerinde otorite kırbacının şaklatılması gerektiğinde, yani her ablukaya alınışının gecesinde ilk kez yere yatırılışında annesinin gözleriyle, kendisine “sakin ol” deyişini canlandırıyordu zihninde. Az da olsa rahatlamıştı…

Elleri arkadan kelepçeli merdivenlerden inişte otelciyle göz göze geldi. Ak saçlı adamla aynı anlamsız nefreti gördü bakışlarında. Masumluk; neden kendini kendi gibi olan insanlara anlatmakta zorluk çekiyordu, iyilik yerine nefret yüklüyordu.

Hadi anlat ya da hadi öt deyişinin arkasından nelerin geleceğini çok iyi biliyordu.

Ne söyleyeceğini düşünüyordu. Okuma umudunu mu? İkinci annesini mi? Kara Nevzat’ı mı… Kendisinin dahi inanmakta zorluk çektiği öyküsüne inanırlar mıydı? Susmayı tercih etti. Daha ekip minibüsüne bindirildiği ilk anda başlayan otoritenin ayak izlerini bedeninin her yanında hissediyordu.

Başını koltukların ayak demirlerinin arasına sokmaya çalışıyordu çaresizce, Yüzüne darbe almak istemeiyordu, gönlünü kaptırdığı Çingene kızla belki bir gün karşılaşabilirdi. Kim bilebilir ki, onu düşünüyordu. İşte o anda, yüzünde oluşacak kalıcı izleri görmesini istemiyordu. Biraz daha başını koltuğun altına sıkıştırmanın gayreti içindeyken gırtlağına gelen postal darbesiyle nefessiz kalmış, kendini kaybetmişti. Başına kaç kez su dökülmüştü, sırılsıklam olmuş, yarı sersem bedeni sürüklenircesine ekip arabasından indirildiğinde karakolun ismi dikkatini çekmişti.

“Zafer Karakolu”

Ne garip. Kendisine karşı kazanılmış bir zafer miydi bu?

Henüz on yedisinde tanışmıştı, korku efsanesi haline gelen ikinci şubeye “ne yaparsan yap düşme sakın oraya” deyişini fazlasıyla yaşamıştı. Ankara’nın gecekondu semtlerinden birinin sokağında yakalanışıyla tanışmıştı o dönemin meşhur şubesiyle.

“Gardaş bu gece sıra bizde” dedi Öksüz kod adlı Ülküdaşı. Gerçi, gerçekten öksüz üstelik de yetimdi, “Ocak”ta yatıp kalkardı… Gece iki sıraları sızmışlardı duvarlarında “Tek yol devrim” yazılı mahallenin sokaklarına, Öksüz üzerindeki “makine”leyle birlikte erketeye yatmış, yazıları silmek ve ideallerini nakışlamak onuru ve gururu kendisine düşmüştü. Karanlığa alışmış gözleriyle çevreyi süzerken, kulağı Öksüz’ün ıslığındaydı, kalbi hızlanmış işini çarçabuk bitirmesini bağırıyordu.

“Tek yol devrim”in yerini “ Milli Devlet, Güçlü İktidar” sloganı almıştı. Yazdığını son kez kontrol ederken, ekip otosunun aniden yanan farı gözlerinde patlamıştı bir flaş gibi. Parlak körlüğüne kapılan tavşan gibi kalakalmıştı öylece. Öksüz’ün neden haber vermediğini uyamadığını, bir çuval gibi fırlatıldığı minibüste üstüne yığılırken anlamıştı. Dehşete düşmüş gözleriyle kendisine bakıyordu, fısıldayarak Öksüz.

“Gardaş bunlar ikinci şube”

Duvara büyük bir gurula yazdığı “devlet” şimdi kendisine bakıyordu…

Savaşan kimdi, düşman kimdi, yenilen kimdi, zafer gerçekten kimindi? Bunları düşünebilecek zamanı olacak mıydı?

Gözleri bağlı şekilde, çıkmaya çalıştıkları merdivenlerin tökezledikleri her basamağında arkalarından küfürle karışık okkalı bir tokatla karşılık buluyorlardı. Ve son adımda durakladıklarında karanlık ve çığlıktan başka gerçek yoktu. Gözlerindeki bağ çözüldüğünde paslı “ikinci şube” yazısının hemen altındaki yazıyı okuduklarında dizleri titremeye başlamıştı çoktan.

“ Burada Tanrı yoktur”

Yeni getirildiği Zafer karakolunun nezarethanesinin kapısında aynı yazıyı görme kuşkusunun korkusu kapladı titreyen tüm bedenini. Yoktu ama yine de üç gün boyunca çığlıkları kapladı dehlizvari kireç boyalı koridorları.

Konuşmamış susmuştu. Kaderin en iyi öğrettiği yöntemdi “susmak”.

Üç gün sonunun akşamüstü, “tuvalete git üstünü başını düzelt” komutunu aldığında özgürlüğe bir adım kaldığını anlamıştı. Kırık aynadan patlayan dudağına baktı, sağ kaşının hemen kenarındaki derin yara izi yeniden açılmıştı, kan sızıyordu. Bir kulpu kopmuş çantasına sıkıştırılmış giysilerini tutan fermuar başlığı da artık yerinde değildi.

Çantasını koltuğunun altına sıkıştırırken, geldiğinde gözüne çarpan Atatürk’ün resmine bir kez daha baktı umutla…İçinden gençliğe hitabesini okudu üst üste birkaç kez.

Tek umut o sözlerde gizliydi.

Ayakkabının topuğuna bastı. Sızlayan ayakları, şişmiş ayak tabanları her adım atışta yaşadıklarını yeniden hatırlatıyordu. Uzun uzadıya giden karanlık basmış sokağın karaltısı olmanın bir parçası haline dönüştüğünde şehrin kenar mahalle parklarından birinde mavi boyalı bir bankta özgürce yatmayı umuyordu.

Yasal zorunluluk, üstümüzdeki en yoğun baskılardan bir tanesini oluşturuyor. Güç ya da otorite; üniformal zorbalıkla kendini hissettirir.

Bunları düşünürken şehrin çeşitli mahallelerinden sıra sıra yükselen ezan sesleri iyilik yaymak için bir sesleniş değil miydi? Tanrı, yükseldikçe, yüceleştikçe kendisi görünemeyecek kadar küçülüyor muydu?

Sadece umut mu dağıtıyordu ya da hayal. Omuzlarına binenlerin daha rahat etmesi için.

Umut; öyle yüce ki…bir ilkellik düşüncesinde ulaşma isteği kendisine köleler mi hazırlıyor. Biat, kullanılmak üzere gönüllü olarak kendisini teslim etmek değil de nedir.

Hani bizim ilkeselliğimiz vardı. Varlık kendi ilkeselliğinde yaşayacaktı. Bu yaşama; öyle oluştuğundan yüklenilmişti kendisine. Özgürlüktü o ilkesellik ama kader diye anlattılar, elimizden alınan yaşamlarımıza sahip çıkamazken.

Her gün aynı kabusu görmekten ne hale gelir bilir misiniz insan. Hele ki iki öğün aynı nimeti yemeğe isyan eden zihinler anlayabilir mi ki bunu?

Mamak koğuşları ürkütücüdür, kimsesizlik sahipsizlik kokar titreyen ürküntünüzde, korku kokar tüm atmosferinde zindanların. Hücreleriniz, küf sinmiş hücrelerden yayılan çığlıklarla yeniden titrer, üşür tüm duygularınız ve insanlığınız donar.

“Kanımız aksa da zafer İslam’ın” ne çok söylemiştik üretilen duygu ve öfke sağanağında,

“Yaşasın devlet, kahrolsun düzen” duvar yazılarımızdan hemen sonra.

“Yastığımız mezar taşı,

Yorganımız kar olsun.

Biz bu yoldan döner isek

Namus bize ar olsun.”

Ne büyük yeminlerle inandırılmıştık kutsal olan her şeye…

Bir yamalı çoraptan geriye kalmış yarı kirli ayaklarınız her falaka vuruşunda, var oluşa isyan eden düşünceleriniz “ölüme yalvarışı” yaşatır gözyaşlarınızın billur parlaklığında. Ve çıplak ayaklarınız çokça tökezlediğiniz volta atışlarınızın taş zeminlerinde ıslak ıslak yürüyüşe çıkar “uygun adım”, biraz dinsin şişmesin, diye acılarınız.

“Gün doğdu… hep uyandık.

Siperlere dayandık!”

Hadi manyetoya…daha mı fazla bağıralım kadere. Koro halinde sövsek geçer mi ruhlarımızdaki acılar.

Hey pis serseri anarşistik katil!..

Bolivya ormanlarında özgürlük şarkısı, yağmurun düşlerinde olan insanlık düşüşlerinde parlak renkli papağan tekrarlamalı beratta patlaması…bir insan daha düştü toprağa sorgusuz sualsiz. Karşı olmak demek yaşamını bana satmamak, demektir dedi özgürlük savaşçıları. Rom kokuları sinmiş salyalarından beslendikleri kendi türkülerini söylüyorlardı sosyalizmin kafes kuşları.

Hadi Mario! Üniformamızı giyinelim biraz devrimci olalım halka karşı…ya benimsin ya toprağın. Masumluk oyununda kan kokusu almış çakalların uyuşuk beyinlerinin elit oynamacılığı. Ucuz protestlik kokuyor düzene karşı “çav bela”nız, sesinizin iğrenç tınıları arasında, çürümüş ruhlarınız.

Hem de çok basit dünyalar kurarak içinizde. Anadolu’dan daha çok Anadolu olanlara yaptığınız alayları, entelektüel aldatmacalarınızda kendinize sıkışmış sığıntı bir yer edinerek, kendinizden olanı düşman belleyerek. Gönlünüz böyle huzura erer belki, kandırın kendinizi kusmuk kokan kin yüklü temelsiz, inançsız fikirlerinizde.

Yüksek idealleri belirleyenlerin oyuncağı mı oluyorlardı?... Her iki yoldan gidenler.

Rahmet yağsın acılarımıza diye ne çok dualar ettik. Bir işe yaramayan.

Zaman aşımına uğramış acılar her kabuk kavlatıldığında, yeniden yeni yaralar oluşacaktır. Yüksek ve derin düşüncelerinin bir parçası olmanın anlamı yaşamaktan ziyade, basit bir çiftçi olarak kalabilmek kendin olabilmektir. Mutlu olabilmektir…

Çingene “ Kara Nevzat”

Şehrin garında kara Nevzat’la buluşacaktık, oradan birlikte “mavi tren”le İzmir’e geçecektik. Gerçi Çingene mahallesine gelişim de kara Nevzat’la olmuştu… Onunla İzmir’de tanışmıştık. Yaşamda “olmaz olsun” dediğim ender olaylardan biriydi bu tanışma.

Pek de güçlü olmayan bünyesinin eksiğini “colormatik” gözlük camının arkasında gizlemeye çalıştığı ruhunu sezmek için, görmek için Onu tanımak gerektiğini sonradan anlamıştım. Yüzünü her yan dönüşünde kan çanağına dönmüş gözlerine bakmaya çalışırdım, teninin rengine yakın kızıllık alan göz beyazları Onu tam bir Çingene yapıyordu. Paşaların ay da kralların yönettiği orduyu yönetecek yeteneğe sahip olduğu kesindi çünkü bunu birlikte olduğumun üç yıl boyunca defalarca kanıtladığı işler imza atmıştı.

Zeka ya da akıl gökten yağdığında kendisini harekete geçirecek ortam bulmadığında illegaliteye doğru kayar, akıl ya da zeka kendi yasalarını üretir. Onun savaş alanında bunu görürsünüz… Ve siz bu yağmanın altında ıslanırsanız size de etki eder. Bu tek tük dokunuşlar sağanağa dönüştüğünde, yapacak pek bir şeyiniz kalmaz..

Garda küçük adımlarla zaman doldururken annemi düşünüyordum ki yanında mahalleden tanıdığım, ben de çok da hoş izlenim bırakmayan iki kişi daha vardı. Biri defalarca hırsızlık ve dolandırıcılıktan diğeri ise darp, yaralama ve cinayetten içeride yatmışlardı.

O küçücük bakkalda karşı karşıya gelen, defalarca çatışan bakışlarımızda birbirimize olan sessiz nefretimiz vardı. “İstenmiyorsun” bakışları altında gittikçe sivrilen düşünceler şehrin garında ortak bir kaderde mi birleşecekti.

Bir defasında dolandırıcılıktan içeride yatanın kendisine söylediği “sahte Çingene” lafına kafayla karşılık vermem, yüzünü darmadağın etmişti. Bu unutulacak bir olay değildi, hele ki böyle şebekenin yetiştiği yerde gönül kaymasının da bir parçası olduğu bütünde kendime yer bulmak imkansızın ötesi gibi bir şey arzu etmekti.

“ O senin Falında yok Meeemet” deyişinin korumacılık anlamını zamanla acı ve sızlayan yüreğimde gittikçe yoğun hissediyordum. Kendimden kaçışta koparmam gereken büyük bir parçaydı bu…

Strateji tamamdı, taktiksel hatalar kolayca düzeltilebilir anlayışıyla bizi bir araya getirmişti kara Nevzat. Beni kendilerinden daha iyi hissetmem için “en az sende bizim kadar kara”sın esprisiyle taktıkları “kara Vedat” ünvanına alışmaya başlamıştım.

Ve bunlara eklenen Çingene’nin yetiştirdiği “kumarbaz...” Aklı sıra eğitimimiz bitmiş, kareyi tamamlamıştı. Her seferinde “senin suskunluğunun altında yatan bir sırın var” şüphe dolu deyişine yine suskunlukla karşılık verirdim. Huzursuzluğumu daha uzaktan fark etmiş olmalı ki konuşmama fırsat vermeden seslendi. Çıkacağımız yola beni getiren, zaman kaybettiren kara Nevzat’ın bizzat kendisiydi. Suskunluğumda yatan gizemin bu getirişin, intikam beklemesi olduğunu ön görüyordu.

Ama yanılıyordu…

Sadakat dolu yol üzerinde giderken başlanılan yolculuk, şüphe, kuvvetli şüphelere. Kuvvetli şüpheler tam şüpheye dönüştüğünde yolun hiçbir önemi kalmaz.

İnanç olarak kafanızda kurguladığınız kurtuluşunuz, huzurunuz ve geleceğiniz olan ya da Tanrı’nın bir lütfu olarak gördüğünüz cennet bile anlamını yitirir. Ezilerek, yok olarak, idealitenize uygun olmayan vasıflar yüklenerek onursuzlaştırıldığınız yaşam ya da bunu size sağlayanlar…en büyük ödülle bile unutulacak şey değildir. Şunu sözlersiniz ben ne cennetim olan ödülü istiyorum ne de onursuzlaştırılan geçiciliği olsa dahi bunu yaşamak istiyorum.

Her şeyi toptan reddetmek istersiniz bundan kurtulmak için. Ödül; yaşanmış olan kötülüklerin karşılığı olmayı çoktan geçmiştir, anlamını yitirmiştir. Varlık kendini kendinde yok etmiştir ve bunu yaratan ortaya koyan eliyle yapmıştır. Biz; büyük düşüncelerin ve eylemlerin sonucu olan “kötü objeler” haline dönüşmüşüz… Bu dönüşüm bilenler tarafından reddedilir hale gelir.

Kim ne derse desin bu eksikliktir…

“Meraklanma, dedi. Bunların görevi ayrı.” Tuttuğu mavi yolculuğun kompartımanına yerleşirken birbirimizi sevmemezliğimizi anlatan bakışlarımızı hiç de birbirimizden kaçırma gereği hissetmiyorduk.

Çantamı yerleştirmek için kaldırdığımda biraz daha açılan bozuk fermuarın aralığından pijamalarıma sinen akşam sohbetlerinin huzurunu hissettim. Ellerim anıları sıvazlamak isterken, çantanın alt kısmında bir bez çıkın içerisindeki bir yılları ana birikimi kaç altın parçasına dokunmanın hissini yaşarken yaşamım boyunca gözlerimdeki son damlalarda bu tren vagonuna akmış oluyordu.

“Annem hala buradaydı…”

Kara Nevzat, yol boyunca dağıttığı mavi boncukların semeresini çok yükseklerde görüyordu. Umudu yükseltmek, insanlara ulaşmanın ve insanları bir yerlere ulaştırmanın en kolay yoluydu. Kafamı camdan ayırıp yandan kendisine yönelttiğim, kan çanağına dönmüş gözlerine bakışlarımda her seferinde bu dağıtılan umutları ve kendi zaferine inanmanın bakışını görüyordum. Alt yapısını çoktan kurmuş olduğu kaleleri biraz daha sağlamlaştırma peşinde olan komutan edasıyla zaferi işaret ediyordu, orada diyordu zafer orada. Böylelikle kalelerine, umutları yükseltilmiş yeni takviyeler yapıyordu…

“ Şehir bizim olacak!” Oysa insanlar, kendi ürettiklerinde çok çabuk kayboluyorlardı. “Akıl” kullanılmaya başlanıldığı anda yeni yeni inanmalar oluşturur her ne kadar kendi sorununu üretse de. Aklın ortaya koydukları, insanı diğer canlılardan farklı bir yere doğru çeker. Bu çekişler en büyük zararı yine insan kendisinde açar.

Eliyle bir çırpıda aldığı “cemis bond” çantasını yan çevirerek üstüne yaptırdığı börekleri ( kıymalı pide) yaymış, yağlı pidenin buram buram kokusu Çingenelerin dostluk sofrasına çağırır gibiydi.

İlk defa nefeslerimiz nefis sofrasında bu kadar yakınlaşmıştı. Kara Nevzat’ta aramızdaki kara bulutların dağılmasını istiyordu…Tren son durağa yaklaşırken hızını bir hayli düşürmüştü. Bağlantı boşluklarının vuruntularını daha ekili hissederken çantamı çoktan sol elimle kulplarından tutacak şekilde sırtıma atmıştım. Basmahane garının yıpranmış mermer taş zeminine ikinci basışımdı. İlkinde büyük umutlar, büyük sevinçlere kavuşmanın heyecanını daha ilk adımda elimden alan ve beni Çingene mahallesinde aç, susuz, bitap ve ıslak halde karanlık sokağına bırakan Kara Nevzat’la, “geldiğim ve kaybolduğum” aynı yerde bu kez ilk duygulardan çok uzakta idim.

En azından katilime bu kez teslim olmayacaktım…

Hadi gel diye arkasını döndü Kara Nevzat bana seslenirken.

“Çıkış bu tarafta…” Gerçekten o tarafta mıydı? Orası benim için doğru çıkış mıydı? Tüm benliğimi kaplayan garip bir duyguyla nedensiz ve anlamsız bir şekilde bekleyen soluk, yorgun ve ölgün benizli insanların yüzlerine bakıyordum.

Bunlarla mı savaşacaktım. Uzun uzun çalan tren düdüğünü kara lokomotifden yayılan mazot kokulu egzoz dumanının içinden sıradan insanlara hükmeden “itaat” emreden, üniformalı insanları seçebiliyordum.

Yoksa onlarla mı savaşacaktım…

Savaşım kiminleydi? Tanrıyla mı yoksa kendimle mi?

Yıllar önce ilk annem anlatmıştı. Köyün birinde bir erkek bir bacı iki kardeş yaşarmış. Yaşamları boyunca erkek kardeş bacısına öte git bile dememiş. Bacısı her zaman dua ile anarmış bir söz meclisinde bile adı geçtiğinde. Yıllar içinde bacının en küçük en kıymetli erkek evladı, dayısına kötülük beslemiş, düşman kesilmiş. Anasına, dayısına zarar vermeye gideceğini söyleyip yola koyulmuş. Kadın bilirmiş ki kardeşi, evladını bir üflemekle bile yerle bir edeceğini. Kararını hemen oracıkta vermiş, kardeşine haber salıp olan biteni iletmiş.

Kardeşi de demiş ki, bacımın oğlu bacımın kendisi, bacım ise benim kendim. Bu yüzden zararımı kendime vermem.

Böyle mi olmuştu tüm olan biten.

Bir kez daha Nevzat’a baktım savaşacağım cephede omuz omuza olacağım insan bu mu? O kadar yabancıyım ki. Bu onun savaşı, benim değil.

Yavaş adımlarım rayların boşluğuna kadar olan yere geldiğinde, bir kez daha baktım düşüncelerime…

Aniden raylara sıçrayışımı gören Kara Nevzat’ın yüzündeki umut dağıtan mutluluk tebessümü, yerini anlamsız bir öfke ve tehdit haline terk ediyordu küfürleriyle birlikte.

Önümde uzanan rayların sonsuzluğa doğru uzanışındaki anlamı çözmeye çalışırken onun manevi bir parçası olmanın huzurunu müjdeleyen annemin dualarını duyuyordum. Arkama döndüm… bir kez daha el salladım gülümseyerek.

“ Hoşça kal Kara Nevzat!..”

“Hey Çingene” diyen öfke ve küçümseme yüklü seslenişinden hemen sonra savurduğu küfürle karışık tehdidini geldiğimiz mavi trenin acı acı çalan düdüğü bastırıyordu.

Anneme bile söyleyemediğim o sırra yeniden kavuşma, yeniden canlandırma fırsatını yakalamış mı olacaktım.

Kim bilir…

19 Nisan 2024 21-22 dakika 18 öyküsü var.
Beğenenler (1)
Yorumlar