Kanaryaların Sessizligi

Güneş, kurak toprakların üzerine henüz doğmamıştı. Gökyüzü, gri ulutlarla çevriliydi. Rüzgâr, terk edilmiş bir köyün harap evleri arasında usulca ıslık çalıyor, toz bulutlarını havalandırıyordu.


 Genç bir kadın, Sultan, sırtında yırtık bir çantayla, adımlarını dikkatle atıyordu. Elleri, eski bir defteri sıkıca tutuyordu; sayfaları sararmış, kenarları yıpranmış, ama onun için bir hazineydi. Defter, bir zamanlar gazeteci olan babasının yazılarıyla doluydu. Babasının son cümleleri, Sultan'ın zihninde bir yara gibi sızlıyordu: “Barış, gözleri aydın bir çocuğun rüyasıdır, hiç yaşanamamış, çok güzel bir rüyadır yalnızca…”

Sultan, babasının izlerini takip ediyordu.


 Yıllar önce, savaşın külleri henüz havadayken, babası bu köyde bir hikâye yazmış, sonra kaybolmuştu. Kimileri onun infaz edildiğini, kimileri ise bir gece ansızın kaçtığını söylüyordu. Ama Sultan babasının bir yerlerde, belki de bu köyde, hâlâ yaşadığını hissediyordu. Onun yazıları, Sultana bir pusula gibi yol gösteriyordu.


15 Haziran


Köyün girişinde, yanmış bir ağacın gölgesinde durdu. Hava, barut ve kül kokuyordu. Yüzünü sarmaladığı eşarbı hafifçe indirdi, dudaklarındaki çatlakları yaladı. Susuzluk, boğazını yakıyordu, ama o, babasının yazılarında bahsettiği kerpiç evi bulmaya kararlıydı. Defterde, evin küçük bir salonunda çocukların kahkahalarının yankılandığı, bir kadının, Avşin’in, onlara annelik yaptığı yazıyordu. Sultan, o evi bulursa babasının son anlarına dair bir ipucu yakalayabileceğini umuyordu.


Adımları, kumların arasında kaybolurken, uzaktan bir ses duydu. İnce, titrek bir melodiydi bu; bir çocuğun mırıldandığı bir merhaba. Sultan, olduğu yerde dondu. Yıllardır insan sesi duymamıştı, sadece rüzgârın uğultusunu ve kendi nefesini. Silahını yavaşça çantadan çıkardı, ama parmakları tetikte tereddüt etti. Babasının yazılarında okumuştu: “Silah, yalnız korkuyu büyütür, ama bir çocuğun gülüşü korkuyu siler.”

Sese doğru yürüdü. Harabe bir evin gölgesinde, küçük bir kız çocuğu, yere çizdiği şekillerle oynuyordu. Saçları kirden keçeleşmiş, ama gözleri, sabahın ilk ışıkları gibi parlıyordu. Sabah, silahı çantasına geri koydu ve usulca yaklaştı. “Merhaba,” dedi, sesi kendi kulağına bile yabancıydı.


Kız, başını kaldırıp ona baktı. “Sen kimsin?” diye sordu, ne korku ne de şüphe vardı sesinde, sadece merak.

“Ben… Sultan. Buraya birini aramaya geldim. Babamı.”

Kızın gözleri büyüdü. “Baban mı? Burada kimse yok ki, sadece ben ve Mavi var.”

“Mavi kim?” diye sordu Sultan, etrafına bakınarak.


Kız, gülerek işaret etti. “Mavi, kuşum! Bak, orada, ağacın dalında.”

Sultan, başını kaldırdığında, yanmış ağacın tek sağlam dalında mavi tüyleriyle bir kanarya gördü. Küçük kuş, cıvıldayarak sanki kıza cevap veriyordu. Sultan’in kalbi sıkıştı. Babasının yazılarında kanaryaların sessizliğe mahkûm olduğundan bahsederdi, ama bu kuş, savaşın küllerine inat ötüyordu.


Kızın adı Zeynep’ti. Onu, köyün dışında, bir mağaraya dönüştürülmüş bir sığınağa götürdü. Mağaranın içi, eski battaniyeler ve birkaç teneke kutuyla doluydu. Zeynep, Sultana bir parça kuru ekmek uzattı. “Mavi’yi bulduğumda o da açtı,” dedi. “Ona şarkı söyledim, o da bana ekmek buldu. Şimdi hep birlikteyiz.”

Sultan, ekmeği alırken Zeynep’in ellerindeki yaralara baktı. Küçük eller, büyük acılar taşımıştı. “Sen burada yalnız mısın?” diye sordu.


Zeynep, başını eğdi. “Eskiden annem vardı. Ama bir gece sesler duyduk, çok gürültü vardı. Annem beni buraya sakladı, ‘Zeynep,’ dedi, ‘sakın çıkma, ben gelene kadar bekle.’ Ama gelmedi. Mavi’yi o gece buldum. O beni korudu.”

Sultanın boğazı düğümlendi. Babasının yazılarındaki Avşin’i, çocukları koruyan o vahşi aslanı düşündü. Zeynep’in annesi de öyle biri olmalıydı. “Peki, başka kimse yok mu?” diye üsteledi.


Zeynep, bir an duraksadı, sonra fısıldadı: “Bazen bir adam geliyor. Yemek getiriyor, ama konuşmuyor. Yüzünü hiç görmedim, hep karanlıkta geliyor. Ona ‘Gölge’ diyorum.”

Sultanın kalbi hızlandı. Babası olabilir miydi? “Onu nerede görüyorsun?” diye sordu.


“Mağaranın girişinde, ay ışığında. Ama sakın söyleme, o kimseye görünmek istemiyor.”

O gece, Sultan, mağaranın girişinde bekledi. Ay, gökyüzünde soluk bir leke gibi asılıydı. Zeynep, kucağında Mavi’yle uyuyakalmıştı. Sultan, babasının defterini açtı, son sayfayı bir kez daha okudu: “Güzel bir gündü bugün yaşayabilmek için…” Cümlenin devamı yoktu, sanki babası yazmayı bitirememişti.


Bir hışırtı duydu. Gözlerini karanlığa dikti. Uzaktan, yavaş adımlarla yaklaşan bir siluet gördü. Adam, yüzünü bir eşarpla gizlemişti. Sultan, elini silahına götürdü, ama Zeynep’in sesi kulaklarında yankılandı: “Mavi beni korudu.” Silahı bıraktı ve ayağa kalktı. “Kimsin sen?” diye seslendi, sesi titriyordu.


Adam durdu. Eşarbı yavaşça indirdi. Yüzü, yılların ve acının çizgileriyle doluydu, ama gözleri… Sultan, o gözleri tanıyordu. Babasının gözleriydi. “Fırat…” diye fısıldadı.


Adam, bir adım attı, sonra durdu. “Sultan” dedi, sesi çatallıydı. “Beni nasıl buldun?”

Sultan, gözyaşlarını tutamadı. “Defterin… Yazıların… Seni bırakmadım, baba.”

Fırat, kızına sarılmak için bir adım attı, ama sonra geri çekildi. “Burada kalmamalısın,” dedi. “Bu köy lanetli. Herkes öldü, Sultan. Avşin, çocuklar… Hepsi.”

“Ama sen hayattasın,” diye haykırdı Sultan. “Ve Zeynep! Onu gördün, değil mi? O hâlâ yaşıyor, baba. Onun için buradasın, değil mi?”

Fırat, başını eğdi. “Zeynep… Onu bulduğumda, Avşin’in kızı olduğunu anladım. Avşin’in son isteği, çocukları korumamdı. Ama sadece Zeynep kurtuldu. Diğerleri…” Sesi kesildi, boğazında bir yumru vardı.


Sultan, babasının ellerini tuttu. “Baba, savaş bitti. Radyoda duydum, ülkeler anlaştı. Artık saklanmana gerek yok. Zeynep’in bir ailesi olmalı. Biz… biz bir aile olabiliriz.”

Fırat, kızının gözlerine baktı. Yıllardır unuttuğu bir umut, o gözlerde parlıyordu. “Bir aile…” diye mırıldandı. “Ama bu köy, bu topraklar… Her şey kan ve kül kokuyor.”

Sultan, Zeynep’in uyuduğu mağaraya baktı. Mavi’nin kanatlarında özgürlüğün dansı. Sultan, babasının defterini sıkıca tuttu. “Baba, bir hikâye yaz,” dedi. “Zeynep için. Onun rüyalarını yaz. Çocukların sadece mutlu olduğu bir hikâyeyi.”

Fırat, kızına ve uyuyan Zeynep’e baktı. Sonra, defteri açtı ve yazmaya başladı:

“Bir zamanlar, kanaryaların özgürce öttüğü bir köy vardı. Çocuklar, güneşin altında kahkahalarla koşar, anneler yorulmaz, babalar hep yanlarında olurdu. Zeynep, mavi tüyleriyle bir kanaryayla konuşurdu. Kuş, ona rüyalar anlatırdı; tavuk kokan sofraların, güzel elbiselerin, kovalamacanın yasak olmadığı bir dünyanın rüyalarını…”


Fırat yazarken, Mavi cıvıldadı. Zeynep, uykusunda gülümsedi. Sultan, babasının elini sıktı. Kül kokusu hâlâ havadaydı, ama kanaryaların sesi, sessizliği bozuyordu. Ve o an, Fırat, her şey bittikten sonra ağlamayacağına dair kendine verdiği sözü unuttu. Gözyaşları, defterin sayfalarına damladı.


“Güzel bir gündü bugün yaşayabilmek için,” yazdı Fırat. “Ve yarın, daha güzel bir gün olacak. Çünkü biz hâlâ buradayız, ve kanaryalar hâlâ ötüyor.”


Turgay Kurtuluş 




22 Mayıs 2025 7-8 dakika 8 öyküsü var.
Beğenenler (1)
Yorumlar