Kayık Sefası

Akif, suyun ve kahvenin etkisiyle, biraz ayılır gibi oldu ama yine dayanamadı, masanın üzerinde kavuşturduğu kollarına başını dayadı ve uyudu kaldı.

Bahçeye bir huzursuzluk çökmüştü. Onu, Ahmet'le Duygu'ya havale edip, dedeyi de alarak çıktık. Öğle sıcağında serin yerler bizi kendisine doğru çekiyordu. Kültür Park'a doğru yürümeye başladık.

Yolda, bir turist kafilesine rastladık. Orta yaş grubuydu. Beyaz veya çok açık renkli pamuklu giysileri, hasır ya da keten şapkaları, spor ayakkabıları ve sandaletleriyle yorgun bir halde yürüyorlar, her yeri ilgiyle inceliyorlardı. Karşı karşıya geldiğimizde, yüzlerimize tanıdık gibi baktılar ve bir kaçı:

_ 'Hello!' diye selam verdi.

Bazıları gülümseyerek, bazıları da başlarını hafifçe eğerek, içleri gülen gözleriyle sevgi mesajları gönderdi. Onlara, yabancısı oldukları bu topraklarda dostça karşılandıklarını hissettirmek ve bir nebze de olsa, Türk misafirperverliğini göstermek için aydınlık yüzlerindeki ışıl ışıl bakışlarına, mümkün olduğunca sıcak bir ilgiyle karşılık verdik ve el sallayarak, gülümseyerek, aynı dille:

_ 'Hello! Well Come!' dedik. Define:

_ 'Bizim yapmamız gerekeni onlar hakkıyla yapıyor; tanıdık tanımadık herkese selam veriyorlar. Bu medeni insanlara mahsus bir özelliktir. Bize: 'Aranızda selamı yayın!' denildiği halde, sadece tanıdıklarımıza selam veriyoruz. Oysa selamlaşmak, bin dört yüz yıldır bizden istenilen güzelliktir. Onlar yapınca medeni insanlar oluyorlar, biz yapınca?'dedi ve devam etmedi. Mahir:

_ 'Farzlar, bütün sünnetlerden daha değerlidir. Bir sünnet var ki sevabı, farzından daha değerlidir. O da selam vermektir. Selam vermek sünnet, almak farz olduğu halde veren, alandan daha çok sevap kazanır.' dedi.

Benim bu konuda bilgim yoktu. Selamlaşmanın, sadece adet olduğunu sanıyor ve hiç de önemsemiyordum. Hele misafirlere ?Hoş geldiniz!' dedirtirlerdi de bana basmakalıp ve anlamsız gelirdi; adet yerini bulsun kabilinden, zorla derdim. Hatta ?Selamün Aleyküm!' diye yaşlılar, eskiler selamlaşır zannediyordum. Bazı cemaatler arasında da parola olarak kullanıldığını sanıyordum. Anlamını da bilmiyordum. Mahir'e sordum:

_ 'Selamün Aleyküm; ?Allah'ın selamı üzerine olsun!' demek. Selam, Allah'ın sıfatlarındandır ve ?Selamete Çıkaran' anlamına gelir.' dedi ve selam konusunda bildiklerini anlattı.

Ben, selamın sevabı olduğunu da ilk kez duymuştum. Meğer alan da veren de pek çok sevap alıyormuş. Hakkında hadisler varmış. Her ne olursa olsun, karşılaşanların birbirlerine iyi dileklerde bulunmaları ne kadar güzel!

Parka girince, sanki mevsim değişti. Ulu ağaçların ıslak serinliğiyle rüzgârın yalımı kesildi. Her taraf çiçeklerle donanmıştı. Çimenler inadına yeşil, nemli ve pırıl pırıldı. Ezilen otların kokusu, sulanmış toprak kokusuyla birleşmiş, çiçek kokularını bastırıyordu. Koyu gölgeye gelince, serinlik kucaklıyor, esinti okşuyor, çiçekler gülümseyerek karşılıyor, jestleriyle:

_ 'Buyurun! Hoş geldiniz!' diyorlar, ağaçlar şefkatle üstümüze kanat geriyordu. Çimenler davet ediyor, kuşlar şarkı söylüyorlar, tek tük ağustos böceği sesi geliyordu. Çay bahçelerinden gelen şarkılar birbirine karışıyor, içeriye doğru ilerledikçe rahatsız edici hale geliyordu.

Öğle vakti olduğu halde, kalabalık sayılırdı. İnsanlar, durmadan konuşuyorlardı. Ya birbirlerine heyecanlı heyecanlı bir şeyler anlatıyor, ya hararetle tartışıyor ya da gülüp, söylüyorlardı. Bazılarının bütün dikkatleri çocuklarının üzerindeydi. Sürekli onları uyarıyorlar, titizlikle yönlendiriyorlar, adeta görünmez iplerle bağlamışlar da bir ucunu sımsıkı tutuyor, sürekli hükmediyorlardı.

İnsanlar, yaşadıklarının farkında değillermiş gibi ömürlerini tüketiyorlar. O kadar çok lüzumsuz konuşmalar yapıyorlar ki gün boyu sadece kendi konuştukları kaydedilseydi ve her gece onları baştan sona kadar dinlemek zorunda bırakılsalardı, buna büyük bir külfet olarak bakarlar ve dinlememek için ellerinden geleni yaparlardı. Hâlbuki dinletecek birilerini buluyorlar ve o kadar lafı bir araya getirip, emek çeke çeke anlatıyorlar. Anlattıkça anlatmak istiyor, hiç usanmıyorlar ve dinleyenlerin bıkıp, bıkmadığını akıllarına bile getirmiyorlar.

Oturmak üzere seçtiğimiz yere yöneldiğimizde, yürüdüğümüz patikanın sağ tarafında bulunan, mecburen yakınından geçmemiz gereken bir piknik masasında oturmakta olan beş bayan, hem kendi aralarında konuşuyorlar, hem de yanlarına yaklaşırken bizi birer birer, tepeden tırnağa kadar süzmekten geri kalmıyorlardı. Arkası dönük olanların da bakmaktan neredeyse boyunları kırılacaktı. Herkes herkesle neden bu kadar ilgiliydi?

Yaklaşınca, bir hanımla göz göze geldim; hepimiz adına, gülümseyerek:

_ 'İyi günler!' dedim.

Yüzlerimize bakmaya devam ettikleri halde, aralarından hiç birisi cevap vermedi. Meraklarından doğan ilgilerinin aksine, selamlaşma konusunda son derece ilgisizlerdi. Neşe'ye:

_ 'Bak, selam verdim, almadılar.' dedim.

Anlaşıldı ki daha çoğumuz, bu güzel davranıştan nasibimizi alamamışız. İnsanımız, tanımadıklarına selam vermediği gibi, verilen selamın alınması gerektiğinden de haberdar değil. Benim yaptığım, kurala uygun olarak, hepimiz adına bir sünneti yerine getirmek idi, onlardan biri bile, beşini de sorumluluktan kurtaracak olan farzı yerine getirmeye yanaşmamıştı.

Oturmak istediğimizde, hepimize yetecek kadar yer bulamadık. Yakındaki başka bir masada yalnız başına oturan, koltuk değneklerini de diğer sandalyeye koymuş, kırk beş yaşlarında, esmer, zayıf; hayatından bezmiş görünen, hasta ve yoksul olduğu her halinden anlaşılan bir adamcağız vardı. Yaklaşmakta olduğumuzu görünce, değnekleri alıp, yer açtı ve kollarıyla bedenini kaldırarak, hafifçe doğruldu.

Selam verdik, gülümseyerek, sevinçle aldı. Hiç de hayat dolu görünmemesine rağmen, üstelik rahatını bozmuş olduğumuz halde, varlığımızdan hoşnut olmuştu. Demek ki insanlık daha ölmemiş, bir kesimde olanca canlılığı ile hüküm sürmekteydi.

Onunla paylaşacak hiçbir şeyimiz yoktu ve biz birbirimizle bile konuşacak konu bulmakta zorlanıyorduk ama o bize kendisi, hayatı ve başına gelenlerden sonra çevresinin kalmayışı, insanların iyi gün dostu olduklarına dair bir şeyler anlatmaya çalışıyordu.

Bir süre sonra, sadece dinlediğimiz, az ve kısa cevaplar verdiğimiz için olacak, başını çevirdi ve çevreyle ilgileniyor gibi davranmaya başladı. Aynı masada, onu yok sayarak sohbet etmek çok sıkıcıydı. Hem, neden rahatsız edelim ki onunla konuşmayacaksak? O nedenle, Mahir ve Neşe'yle, on dakika kadar sonra sandalyelerimizi alıp, ona veda ederek kalktık. Define, iki masayı birleştirmişti. Ayrılığı hiç sevmiyordu. Biz de aralara sıkıştık.

Semaver yakılıyormuş. Bir süre sonra geldi, masanın ortasına kondu. Çayın zamanı değildi ama gölün başında her zaman iyi giderdi. Hele yanında kalın kaşarlı tost olacaksa... Nedense kömürde demlenen çayın kokusu bir başka oluyordu. Göle güneş vurmuş, yeşilimsi suda sarı, gümüşi parıltılar oluşmaktaydı; her yeri kıpır kıpırdı. Gerek kayıkların, gerek balıkların, gerekse rüzgârın etkisiyle mütemadiyen hareket halindeydi hem göz alıyor, hem de göz kamaştırıyordu. O nedenle ilgi odağıydı. Göl olmasaydı, çok da cazip olmazdı burası. Hele Gölbaşı Çay Bahçesi'nin hiç ayrıcalığı kalmazdı.

Bu sıcakta, kayıkla gezenler vardı. Hele üç askerin bindiği kayık, çok dikkati çekiyordu. Onlardan birisi oturmuş, kürek çekiyordu; diğer ikisi de iki uçta dikilmiş, şakalaşıyorlar, eğilip eğilip su alıyor, birbirlerine atıyor, bağırıyor, gülüyorlardı. Biz de başladık gülmeye. Çünkü kürek çeken arada kalmış, her ikisinin attığı sularla sırılsıklam olmuştu; atanlara sadece birkaç damla su gelmişti. Açık renk askeri giysileri ıslandıkça koyu yeşile dönüyor, kimin ne kadar ıslandığı uzaktan dahi gayet net fark ediliyordu.

Kıyıdan, iki askerin ayağa kalkmamaları için sürekli uyarı geliyor:

_ 'On numara, dikkat! Ayağa kalkmayın! Çok tehlikeli Batarsınız!' diye anons ediliyordu.

Onlar, her anonstan sonra kısa bir süre oturuyor, fakat ne oluyorsa, bir dakika bile geçmeden tekrar kalkıp, birbirlerini ıslatmaya çalışıyorlardı. Her su almak için farklı zamanlarda göle doğru eğilip kalkışlarında ve atışlarında, kayığı sarsıyor, dengesini bozuyorlardı. İşin en ilginç tarafı; hâlâ o ikisine de doğru dürüst su değmemiş olması ve ortadakinin sırılsıklam oluşuydu. Kürek mahkûmu:

_ 'Yapmayın, durun! Bakın şimdi bırakacağım kürekleri!' dese de asla dinlemiyorlardı.

Zavallı, onları gezdirmek ve eğlendirmek için öğle sıcağında küreklere asılmış, o kadar zahmet çekip, kan ter içinde kalmıştı; eğlenmek bir tarafa, etrafına dahi bakamıyor, kayığa hâkim olmakta güçlük çekiyordu. Bir de bu yetmezmiş gibi, ikaz için bile ne tarafa başını çevirse, suratına su geliyordu. Yüzünü gözünü omzuyla silmeye çalışıyor, kürekleri bırakamıyordu. Bir süre daha her iki tarafın da atışlarına hedef olduktan ve artık canına yettiğinden olacak ki kürekleri bıraktı. Bir de etraftakilerin kahkahaları... Sanki suç onunmuş gibi utancından başını kaldıramıyordu.

Diğerleri hâlâ su savaşına devam ettikleri ve gözleri birbirlerinden başkasını görmediği için, çevreden de etkilenmiyorlar ve artık anonsları da duymuyorlardı.

İşin kötüye gitmemesi için, kıyıdan bir kayıkla iki görevli gelip, kürekleri boşta olan bu kayığı yerine çektiler ve onları, zaman dolmadan indirdiler. Kıyıda su yoktu. Savaş mecburen bitmiş, barış imzalanmıştı ama o ikisi kupkuru, arkadaş mahkûmu ise göle dalıp çıkmış gibiydi.

***
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 32

08 Haziran 2010 8-9 dakika 92 öyküsü var.
Beğenenler (3)
Yorumlar