Keramet

Emekli müftü'nün evinde, bir an önce Somuncu Baba'nın gerçek kimliğinin nasıl anlaşıldığını öğrenmeye çalışırken gelen beklenmedik misafir, adının Abdullah Tanrıkulu olduğunu söyleyen emekli bir öğretmendi. Babamla meslektaş olduklarından, ev sahibiyle üçlü konuşmaya başladılar. Laf arasında babam, hiç tanımadığımız bu kişilerle nasıl tanıştığımızı ve hangi nedenle bu evde bulunduğumuzu söyledi. O da fırsatı ganimet bilerek başladı muhalefete:

_ 'Efendim, inanmayın böyle hurafelere. Bunlar; İseviliğin, Museviliğin kalıntısı olan inançlardır. ;İslamiyet'te keramet kiremit yoktur. Anadolu'ya gelen Türkmen dervişler zamanla dergâh kurarak veya gayrimüslimlerin manastır gibi kapanıp ibadet ettikleri mekânlarını ele geçirerek, kendileri yerleşmiş ve civarda onlara ait söylenen kerametleri, İslâmiyet'e aitmiş gibi anlatarak cahil halkı kandırıp, yanlarına çekerek güçlerini arttırmak için onların inançlarını kullanmışlardır. Bunlar hep geri kalma sebeplerimizdendir. O nedenle bakınız, muasır medeniyet seviyesinde miyiz, ne haldeyiz!' dedi. Arif Bey açıklama yapma gereği duydu:

_ 'Efendim, bahsettiğimiz kişiler, sıradan kişiler olmayıp, Türk Tarihi'ne adları büyük puntolarla, altın harflerle yazılan kıvançla andığımız Türk Büyüklerini yetiştiren zatlardır. Bu çalışmalarında hiçbir menfaat gözetmemiş kişilerdir. Rica ederim, öyle söyleme!'

_ 'Kimdir efendim bunlar? Çömlekçi, fırıncı, çoban, çiftçi... Bilmem hangi zihniyetteki kıtipiyoz adamlar... Bunları büyüttüler de büyüttüler! Bir lokma bir hırka masalı... Elin oğlu yesin içsin, gezsin, biz bir lokma bir hırka diye dişimizin kanını emelim, kendimizi kandıralım! Olacak şey mi? Masal onlar, uyduruk... faso fiso... Bunlar bu milleti asırlardır böyle afyonlarla uyuttular. El aya gitti, biz yaya kaldık. Daha da ne hallere düşeceğiz, bilmiyorum.'

_ 'Çömlekçi dediğin, bir padişah damadıdır. Fırıncı da çömlekçi de Seyittir. Her ikisi de Peygamber evladıdır. Padişahlara nasihat edecek, şehzadeler yetiştirecek kapasitede eğitim almış zatlardır. Hepsi senin gibi öğretmendir. Hem de devirlerinin üniversite hocaları, profesörleridir. Yediden yetmişe kadar her yaş grubunun eğitmenleridir. Çoban dediğin, Osmanlı Devleti'nin temelini atanlardan seçkin bir eren, son derece değerli bir beyindir.

Çiftçi dediğin Numan Ankara'nın ünlü bir müderrisidir. Zamanının profesörü... Bilgisiz, kültürsüz, bomboş adam değildir. Padişah yetiştiren bir zatı eğiten, padişahı ayağına getiren bir şahıstır. Onların irşat faaliyetlerini yürütmekte oldukları devirde ülkemiz böyle değildi. Az önce misafirlerime anlatıyordum. Yarım kaldı. Müsaade edersen, kaldığım yerden anlatmaya devam edeyim de bilgi alışverişimiz tam olsun. Tek yönlü konuşmaların, sadece kendi söylediğini dinlemenin, fikri gelişime faydası olmaz.'

Aralarında konuşmakta oldukları için biz dinlemede kaldık. Anladığım kadarıyla bu iki samimi arkadaş, birbirlerinden vazgeçemedikleri halde, bir araya geldiklerinde zıt fikirler ortaya atarak kapışmaktan hoşlanıyorlardı. Özellikle Abdullah Bey, Köy Enstitülerinde eğitmen olarak yetişmiş, doğru bildiklerinden en küçük taviz vermeyen, Nuh dedi mi Peygamber demeyen iddiacı kişilerdendi. Hâlâ iddia ediyordu:

_ 'Efendim, saçmalamayın! Ankara nere, Bursa nere? Ankaralı Numan, Bursa'daki adamı nasıl yetiştirir? Fatih'i yetiştiren Ak Şemsettin değil mi? Biri şarkta, biri garpta... Ne alakası var?'

_ 'Evet. Biz de onlardan söz ediyoruz. Biri mağrıpta biri maşrıpta da olsalar, biri diğerini yetiştiren, altın zincir halkaları olup birbirlerine çelik gibi ilim ve iman bağıyla bağlı kişilerden... Birbirlerini menfaat için değil, sadece Allah rızası için seven, yardımlaşan, dayanışma halinde olan en güzel insanlardan... Yıllarca önceden inançlı bilim adamı ve imanlı asker yetiştirmeye başlayarak İstanbul'un alınmasının planını projesini yapan, dolaylı olarak Somuncu Baba'dır. Gördüğü bildiği herkese İslam'ı ve Türklüğü aşılamasının yanı sıra, Hacı Bayram Veli Hazretleri'ni, o da Ak Şemsettin'i yetiştirmiştir. Ak Şemsettin Fatih'in hocasıdır ve âlimdir. Ne diyorsun sen, Arif Bey?!.. O zamanki gibi ilerleme mi oldu? Çağ kapattık, çağ açtık!.. 'Allah!' diyenden kime ne kötülük gelmiş?'

_ 'Bana niçin sert çıkıyorsun, Arif Bey? Böyle tartışma mı olur? Hem ben misafirim. Misafire bağırılır mı?'

_ 'Sevgili kardeşim, o cümleyi vurgulamamın sebebi, çağ kapatıp çağ açan olayın kahramanını yetiştiren kişilerin gücüne dikkatini çekmek içindir. Sana karşı bir tavrım yok, Abdullah Bey. Zamanın en iyileri, en kültürlü kişileri bunlar. Onu demek istiyorum. Siz bir eğitimciniz. Nasıl bilmezsiniz? Sırf aksini iddia etmiş olmak için doğrusunu bildiğiniz halde tersini söylüyorsunuz. Öyle değil mi?'

_ 'Din kisvesi altında oynanan oyunlardan haberin yok mu? İnsanların inançlarını kullanan siyasetçiler ne kadar oy aldılar, gördün. 'Kanlı da olur kansız da...' demek, ne demek? Kadayıfın altı kızarmış! Ne demek efendim bunlar, ne demek!?'

_ 'Zamanımızdakilerle karıştırmayalım! Asla!.. Bahsettiklerim, elleri değil, ayakları öpülesi vatansever kişilerdir! Kerametleri ortada... He biri yetiştirenin kerameti... Bahsettiğim kişiler, her konudaki bilgileriyle, çağlardan çağlara hükmeden kişilerin arkasında duran, işlerinin pirleridir. Himmetleri hazır olsun! Onlar ne iktidar, ne de dünyalık peşinden koşan insanlardır; dünyayı ve içindekilerin hepsini teklif etsen, ellerinin tersiyle iterler. Ömürleri boyunca ırgat gibi çalışmış, tüm kazanlıklarını fakir ahaliye dağıtmışlar, konaklama yerleri, aşevleri yapmışlar, vakıflar kurmuşlardır.'

_ 'Sen biraz daha oku, arkadaşım. Çağ dışı kalmışsın sen. Ortaçağ zihniyetine sahipsin, hâlâ. Siz, din adamları, asırlar öncesinde yaşamaktan hoşlanıyorsunuz. Biz aydın öğretmenler, böyle şeylere iltifat etmeyiz. Bal tutan, parmağını yalar. Ben onu bilir, onu söylerim! Çıkarları olmasaydı, hiçbir şey yapmazlardı.'

_ 'Sana minnettarım Abdullah Bey. Bana kötülük yapmıyorsun. Aksine, teşekkürü hak ediyorsun. Sen, benim her söylediğime itiraz ederek, düşünmemi sağlıyorsun. Emin olmadığım konularda araştırma yapmama sebep oluyorsun. Sayende yeni bilgiler ediniyor, çok faydalı fikirler üretiyorum.' diyerek Arif Bey konuyu kapatmaya çalıştı.

Abdullah Bey, susmak bilmiyordu. Sanki evde karısına kızmış da kapıyı vurup çıkmış; bağıracak, çağıracak, boşalacak birisini arıyormuş da Arif Bey'i seçmiş gibiydi. Bir süre daha tartıştılar. Arif Bey, kaç defa bize:

_ 'Afedersiniz, sizinle de ilgilenemedim.' ve ona da: 'Misafirlerime bir şey anlatıyordum...' dediği halde, sözünü tamamlamasına bir türlü fırsat vermedi. Sonunda, belki çok ayıp oldu ama babam dayanamayıp, bir laf etti ve taşı gediğine koydu:

_ 'Sinirlenmeyin, Arif Bey. Olacak bunlar. Yunus'u bile eleştiren bir Molla Kasım yaratan Allah, Hacivat'ı da Karagöz'le arkadaş etmiş. O'nun çeşit çeşit cilveleri vardır. Her an bir şendedir. İşlerine akıl sır ermez. Şeytanı da yaratan O değil mi? Fakat sizi dinlemek çok zevkli! Keşke Bursa'da ikamet etsem de sohbetinizden mahrum kalmasam! Nerde kalmıştık? ' dedi. Sabırsızlıkla o ânı beklediğim için:

_ 'Arif Bey, son olarak: 'Onu, ?Ekmekçi Koca' olarak bilirlerdi.' demiştiniz.' dedim.

Adının da soyadının da anlamı, ?Allah'ın Kulu' olan Abdullah Tanrıkulu oruçlu olmadığı, ibadeti dahi gereksiz gördüğü için Sinaver Hanım ona bir kahve getirdi. O da nihayet, sinirden titreyen elleriyle bir sigara yakıp, kahvenin yanında gelen suyla bir aspirin yuttu ve kahvesini içmeye başladı. Fırsat bu fırsat; Arif Bey, kaldığı yerden anlatmaya devam etme niyetiyle bize döndü ve Abdullah Bey az işittiği için, sadece bizim duyacağımız kadar alçak bir sesle:

_ 'Şeytanın işi yok. Gördünüz mü? O, böyle dini sohbet başladı mı mutlaka ne yapar yapar, engel olur. Genellikle de zayıf kişileri kullanır. Hazır bulunanların en yaşlısını en hastalıklısını ya da en küçüğünü, dini konuları anlatana musallat eder. Aramızda Abdullah Bey, en yaşlımız... Bu defa da onu görevlendirdi.' dedi. Sonra da sesini yükselterek ve ona bakarak:

_ 'Kusura bakmıyorsun değil mi Abdullah Bey? Sen kahveni içedur. Ben de sohbetimi tamamlayıvereyim.' dedi. Bana da:

_ 'Anlattıklarımı not ediyordun. Vaz mı geçtin?' diye sordu.

_ 'Konunun başında aklımda tutamayacağım kadar çok ve aşina olmadığım isim, unvan vardı. O nedenle harıl harıl not tuttum. Artık gerekmeyecek gibi geldi bana. Çünkü siz anlattıkça gözümün önünde canlandırıyorum, hafızama kazınıyor. Yine de aklımda tutacağımdan emin olmadığım yerleri not edeceğim.' dedim.

_ 'Ekmekçi Koca'nın taş duvarla örülmüş, çamurla sıvanmış fırınında pişen ekmekleriyle evlere bereket, iç açıcı sohbetleriyle ruhlara huzur geliyordu. Çünkü o, kendisini düşünerek dünyalık yığmayı değil, insanları maddi manevi doyurmayı amaçlıyordu. Bilge kişiliği ile insanları ferahlatıyordu. Memleketinden kalkıp zahiri ve batini ilim tahsil etmeye gitmiş, sonradan adını alan bu mahalleye, gelip yerleşmişti. Medreselerde ders vermek yerine saraydan uzakta, kimseden izzet ikbal beklemeden ibadet ve zikirle vakit geçiriyordu. O kadar büyük bir şeyh ve âlim olduğu halde insanlara ekmek yapmayı tercih ediyordu.'

_ 'Kerameti nasıl anlaşılıyor? Söylemezse kimse bilmez ki! Mutlaka bir şekilde açık vermiştir, değil mi?' dedim.

_ 'Emir Buhari Hazretleri'ni bilir misiniz?'

_ 'Hayır. Hiç duymadım. Ya sen baba?' Sorumu, olumsuzluk ifadesi olan bir kaş kaldırma işaretiyle cevapladı.

_ 'Bursa'ya ilk gelişiniz mi?'

_ 'Evet, ilk...'

_ 'O zaman nereden bileceksiniz? Peygamberimizin dokuzuncu göbekten evladı olur. Türbesi, Yıldırım Beryazıt'ın kızı olan eşi Hundi Sultan tarafından yaptırılan, kendi adıyla anılan semtteki Emir Sultan Camii'ndedir. Madem buralara kadar geldiniz, mutlaka onu ziyaret etmelisiniz. Evlad-ı Resul olduğu için, o mübareği ziyaret etmek, Peygamber Efendimizi ziyaret etmek gibidir.'

_ 'Yakın mı?' dedi babam.

_ 'Yakın... Yürüyerek bile gidilir. Her adımınıza dünya kadar sevap...'

_ 'Gideriz. Zaten şehri dolaşmaya çıktık.'

_ 'Günlerden bir gün Emir Buhari Hazretleri, elinde bir tepsiyle fırına gelir. Tepsideki böreği pişirmesi için Somuncu Baba'ya uzatır. Somuncu Baba, evirir çevirir, güya tepsiyi bir türlü fırına sokamaz ve Emir Sultan'ı yetiştirmek üzere kazanmak için onu denemek ister:

_ 'Geç de sürüver şunu fırına!' der.

Tepsi çok büyüktür. Gördünüz ya fırının ağzı da küçücük... Üstelik içinde ateş de yoktur. Fırın soğuktur. Emir Buhari Somuncu Baba'nın elinden alır ve:

_ 'Destur, Ya Allah!.. Bismillah!..' der ve tepsiyi itiverir! Sonra da: 'Fırında ateş yok. Bu nasıl pişecek?' diye sorar.

_ 'Biraz sonra pişer. Merak etme!' cevabını alır.

Somuncu Baba, fırında ateş olmamasına rağmen, bir süre sonra börek tepsisini, nar gibi kızarmış olarak çıkarınca, iki eren, birbirlerine keramet göstererek sırdaş olurlar. Bunun nasıl olduğunu soran meraklı gözlerle gülümseyerek ona bakar:

_ 'Allah, her şey için bir sebep tayin etmiştir ama 'Ol!..' emri geldiğinde, sebep gerekmeden o iş oluverir!.. Nasıl ki ateşin yanması tabiatından, yakması Allah'ın emrine bağlıysa, pişmesi, kızarması da Allah'ın emriyledir. Aslında her olmuş olacak, Allah'ın emriyledir. Yeter ki Ona kul olmayı bilelim! Yeter ki: 'Kulum!..' desin!..' der.
Babam da Yasin Suresinin sonunun yaklaşık anlamını tekrarladı:

_ 'Onun emri, dileyince: 'Ol!..' demektir. O da hemen oluverir!'

_ 'Erenler, halka ve müritlerine keramet göstermezler ve bunun görülmesinden son derece utanç duyarlar ama bazı hallerde, kendi aralarında, tanışmak veya yakınlık sağlamak amacıyla gösterebilirler.

Derin bilgi sahibi olduğunu ve Hızır Aleyhisselam gibi Ledun İlmi bildiğini görünce, Emir Buhari ondan ilim talep eder. Bir Seyit, bir Sultan, oracıkta verdiği kararla bir fırıncının tedrisatına girer ve o günden sonra buraya sık sık gelmeye başlar. Bir taraftan Molla Fenari'den, bir taraftan da ondan ders alarak yetişir ve daha sonra da Hundi Sultan'la evlenerek, Yıldırım Beyazıt'a damat olur.

Niğbolu Zaferi'nin anısına şükür nişanesi olarak, Bursa Ulu Cami'yi yaptıran Yıldırım Beyazid, açılışındaki konuşmayı damadının yapmasını ister. Cuma günü, aralarında tüm saray erkânının, ulemanın, devletin ileri gelenlerinin de bulunduğu avludan taşan kalabalığın önünde Emir Sultan'a şöyle seslenir:

_ 'Ya Emir! Ulu Cami'nin kapılarını Besmeleyle duayla aç! Bu şerefe ancak sen layıksın!'
Hutbeyi, Peygamber Efendimizin sülbünden ve damadı olduğu için, Seyit Emir Buhari Hazretleri'nin okumasını uygun görür. Emir Sultan Ulu Cami'nin dört kapısını da sureler okuyarak, dualarla açar, cemaat yerlerini alınca, kürsüye çıkar. Herkes onun konuşmasını beklerken:

_ 'Aramızda Şeyh Hamîdeddîn Hazretleri varken, hutbeyi okumak ve namazı kıldırmak bana düşmez!' der.

Orada, kendisinden ders aldığı Molla Fenari gibi âlimler de vardır. Herkeste bir merak!.. 'Acaba kim bu mübarek?' dercesine etraflarına bakarlar. Arka sıralardan, tanıdık bir ses yükselir:

_ 'Ne'ttin Eren!?.. Bizi ele verdin!..'

Herkesin yakından tanıdığı, eşeğine küfelerle ekmekleri yükleyip, 'Müminler, somun var!' diyen sestir bu! Bahsedilen zat, Somuncu Baba'dır. Cemaatin şaşkın bakışları arasında ayağa kalkar, minbere çıkar, Besmele ve Salavatlarla açılış konuşmasını ve duası yapar, o zamana kadar duyulmamış çok güzel bir hutbe irad eder. "Bâzı âlimler, Fâtiha-i Şerîfe'nin tefsîrini anlamada güçlük çekiyorlar.' diyerek, Fatiha Suresi'nin yedi kat tefsirini yapar. Bu konuda gerçekten güçlük çektiklerini bilmesine başta Molla Fenari olmak üzere bütün ulema hayret eder. Bir de tefsiri dinleyince, iyice şaşkınlık içinde kalırlar!

Cemaatin şaşkın bakışları altında Fatiha Suresi'nin yedi gizli anlamını yorumlar. Birinci anlamını herkes anlar. İkinci anlamını cemaatin büyük bir bölümü, üçüncü anlamını yarısı ve dördüncü anlamını sürekli gelen cemaat anlayabilir. Beşinci tefsiri sadece dini konuları çok iyi bilenler anlayabilir. Altıncı tefsiri âlimler ve erenler anlayabilir. Yedincisini ise kimsenin anlamaya zekâsı, bilgisi ve aşkı yetmez, sadece kendisi anlar. Vaaz bittikten sonra namazı kıldırır. Çıkışta, elini öpmek isteyen cemaat birbirini ezecek vaziyettedir. Dört kapının dördünden de çıkanlar onun elini öpüp, duasını aldıklarını söylerler. Kerameti anlaşılınca Somuncu babalarına koşarlar. Fakat artık o yoktur.

Sırrı bilinince oradaki görevi biten Hazret, yanına Gavas Paşa Medresesinden birkaç talebesini alarak, şehri ebediyen terk etmek üzere Bursa'nın doğusunda, şehrin çıkışında, caddenin ortasındaki çınarın altına geldiğinde, arkasına döner, Bursa'ya son bir kez bakar, felakete uğramaması, yokluk kıtlık görmemesi ve hep yeşil kalması için dua eder. O zamandan sonra o çınara Dua Çınarı adı verilir ve semt de o isimle anılır. Hacca giden kafileler orada inerler ve çınarın etrafında bir kez dönerek, Somuncu Baba'yı anarlar ve onun için dua ederler.

Hamidettin-i Aksarayi Hazretleri Kayseri'de kalır. Halk orada ona, Hâmid-i Aksarâyî Hazretleri demeye başlar. Yemyeşil Bursa'dan göçüp gelir ve kalan çilesini, bozkırın ortasında, Aksaray yakınlarındaki bir zaviyede tamamlar. Bin dört yüz on iki yılında Hakk'a yürüdüğünde, doksan üç yaşında, pir-ü fani bir derviştir.

Haydi, şimdi onun şiirlerinden bir dörtlük okuyayım ve on bir İhlâs, bir Fatiha kıraat edip, hâsıl olan sevabı o mübarek zatların ve ölmüşlerimizin ruhlarına, yaşayanlarımızın ruhaniyetine bağışlayalım da dua edelim ki bizim için de gece ile gündüzün farkı kalmasın! Yani hayat ile ölümün... Azrail Aleyhisselam geldiğinde, ona sevinçle: 'Hoş geldin!' diyerek, şeb-i arus mutluluğuyla bu dünyadan göçebilelim! Allah onlardan razı olsun! Himmetleri hazır olsun! Âmin!..' diyerek, elleriyle sakalını sıvazladı ve ezberindeki dörtlüğü okumaya başladı:

.Diriyiz daim, ölmeyiz
.Karanlıkta hiç kalmayız
.Çürüyüp toprak olmayız
.Bize gece gündüz olmaz!"

***

BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 66

09 Temmuz 2010 14-15 dakika 92 öyküsü var.
Beğenenler (1)
Yorumlar