Kırmızı Işık

Beklentilerin basit bir karmaşasını yaşadığını, arkasından gelen adımların sesleri yükselmeye başladığında bu düşüncesinden sıyrıldı. Uzun saçlarının kulağının hemen arkasında salyangoz kabarıklığı yapmasına sevindi. Sesleri daha iyi duyabiliyordu başını hafif sağa dönük çevirerek yürümeye devam etti.

Ne vardı sanki kapalı garajı hınca hınç doldurmaya, üstelik binanın arkasındaki açık otoparkta da adım atacak yer kalmamıştı. Birkaç yüz metre öteye bıraktığı arabasından eve yürümek hiç bu kadar uzun gelmemişti, tanıdık yerler adeta yabancılaşmıştı hemen arkasından gelen ayak seslerinin tedirginliğinde.

Bir kez daha arkasını dinledi ayak sesi kesilmişti birden bire, gayri ihtiyari arkasına döndüğünde elli -elli beş yaşlarında bir adamın çaresiz bir şekilde yolun aşağı ve yukarısına panikle baktığını gördü. Gözlerindeki anlamda bir imdat çığlığı gizliydi, bunu anlayabiliyordu.

Yazdığı öykü kitaplarının birindeki karaktere benzetti adamdaki telaşlı hali.

Adam da kadının farkına yeni varmıştı. Koşar adım kendisine doğru yaklaştığını görünce biraz irkilerek geriye doğru birkaç adım attı kadın. Sık soluk alışıyla kabaran göğsünün ne kadar kaslı olduğunu anlamıştı, birkaç düğmesi açık olan beyaz gömleğinden aklaşmaya yüz tutmuş göğüs kılları fışkırıyordu. Bu, onu daha da ürkütmüştü.

“Abla buralarda taksi durağı var mı?”

Sorusu gelmişti. Sorunun kendisi ve vurgusu, adamın büyük bir sorunu olduğunu haykırırken kendi sorunu ortadan kalmıştı. Ah sorun çözen sorunlar…

“Bu sokağı takip edin, hemen bitiminden sola dönün. O yol sizi ana caddeye çıkaracak. Ana caddeden yaklaşık beş yüz metre ileride, caddenin sokakla kesiştiği köşede bir tane taksi durağı var. Ama cadde üzerinde de boş taksilere rastlayabilirsiniz.”

Adam sadece birkaç kez başını sallayarak teşekkür edebilmişti, koşuşturmasını hızlandıran adamın içine düşen umutsuzluğu hissedebiliyordu arkasından. Yine de ceplerini yokladı, üzerine şöyle bir göz attı anormal bir durumdan şüphelenerek.

Ah, bu şüpheler! Yaşamı allak bullak eden şüpheler, sonra bu düşüncelerinden utandı. Ama olması gereken bu idi derken biraz rahatlamıştı. Kim bilir ne derdi vardı adamın, diye düşünmeden de edemedi. Yeniden evine doğru yöneldi.

Henüz elli adım atmamıştı ki arkasından yeniden aceleci adımların seslerini duyuyordu, bu sefer sol kulağını hafifçe dönerek sesleri dinlemeye çalıştı. Hafif bir iniltili, ağlamaklı bir ses duyuyordu. Bu bir kadın sesiydi, en azından bundan emin olduğu için hiç tereddüt yaşamadan başını çevirdi. Yine ellili yaşlarda, başından sarkan beyaz yemeni ve parmaklarına sıkıştırdığı eskinin, kulplu pazar çantasının yamalıklarından, bunun temizlikçi bir kadın olduğunu anlaması zor olmamıştı. Kadın hızla kendisine doğru koşarken meramını çoktan anlatmıştı.

“Gurban olam ablam. Buralarda taksi durağı var mı? O kadar telaşlı konuşuyordu ki cevap vermye fırsat bulamamıştı.

“Abla, benim adam yere düşmüş, hırıltılar çıkarıyormuş, boğazına bir şey kaçmıştır. Alzaymırmış, Gomşu aradı yetişmem lazım.”

Hızla ikinci aynı konuşmayı karşılık olarak verdi.

Bu bir tesadüf müydü? Belki de bu gün hayat kurtarmanın ikinci tarifini yapmıştı. Kadının arkasından baktığında bunu başaramayacağının garip duygusu üzerine çöküyordu.

Ama Yine de üzerini başını yokladı bir kez daha…ya bir senaryonun objesi durumuna düşürülecekse, bunu istemiyordu. Bunca bilgi ve deneyimle böyle bir oyuna gelebilir miydi?

Sonra kadının arkasından bir kez daha baktı. Eğer bu kadar gerçekçiyse bu oyun, ben bu oyunu ayakta alkışlıyorum. Ücreti de dolandırılmam olsun, diye düşündü. Sonra yine utanma duygusu geldi peşinden.

Anaforyum…

Yeniden evine yöneldi, iyice yaklaşmıştı, belki yüz metre kadardı, elini cebine anahtarı hazırlamak için attığında bir duraksadı.

“Var mı yok mu?”

Ama orta parmağı çoktan metalin soğuk ucuna değmişti bile. Yine utandı… Alaaddin’in Cini sembollü anahtarlığını tutarak tam çekiyordu ki, karşısından gelen orta yaşlı bir kadını kucağındaki çocukla zar zor yürüdüğünü fark etti, kesilen soluğundan hırıltılara yakın sesler çıkıyordu, hiç düşünemeden kadına doğru koşturdu. Birkaç adım kala duraksadı arkasını ve çevresini bir müddet gözledi.

Aklındaki müthiş senaryonun parçası olmak istemiyordu.

Hanım efendi, diye inledi kadın. Lütfen bana bir taksi bulmama yardım edin. Kadının kucağındaki çoçuğa baktı, dudakları hafiften morarmaya başlamıştı.

Astım krizine giriyor, dedi kadın telaşla. Evdeki ilaçlarını nereye koyduğumu bulamadım. Aracım da bir arka sokakta arıza yaptı. Hastaneye yetiştirmek zorundayım. Başına gelenleri birkaç cümleyle özetlemişti.

Yolu tarif ederken “tesadüfün bu kadarı da fazla” diye düşünüyordu. Sonra elleri ister istemez yeniden üzerinde gezindi, anahtarını bulamıyordu. Senaryo mu gerçekleşiyordu? Ah akılsız kafam ve merhametim. Yeniden korku gözlerine hakim olmuştu çevresine bakındı, işte şu köşeden o ilk adam çıkacak ve üzerine çullanacaktı. Ve iki kadın ve çocuk eve girip rahatça işlerini görecekti.

Eminim divanda uzanıp kitap okuyan kocası da tüm bunların farkına varmayacaktı, varsa bile umursamayacaktı. O artık bu dünyada yaşamıyordu, kendine kurduğu dünyadan gelmek istemeyecekti.

Gözeri yerdeki anahtarlığı gördüğünde, yeniden utanma duygusu kapladı tüm bedenini ve ruhunu. Eğilip alırken bir kez daha baktı kadına zorlanıyordu, adımlarındaki zikzaklar dizlerindeki dermanın tükendiğini gösteriyordu.

Hey bayan bekleyin! Derken bile anahtarlığın kendi anahtarlığı olup olmadığını kontrol etti istemeden.

Ah! Şüpheler içimdeki şüpheler…

Sonra sesleniş şeklini düzeltmek istercesine yeniden bağırdı.

Hey kadın bekleyin! Hangisi kabaydı…kadın olmak mı bayan olmak mı? Yoksa sözcükler arasına sıkışıp kalmak mı?

Kadın ise bu seslenişi duyacak hali bile kalmamıştı. Olduğun yere çöküp kalırken, kucağındaki çocuğun başını korumak istemişti elleriyle sadece.

“Bekleyin arabamı alıp hemen geliyorum.”

Çok geçmeden yola koyuldular, çocuğun dudakları biraz daha morarmıştı. Annesi derin nefes alması gerektiğini fısıldıyordu kulağına. Derinden gelen inceden şarkı söylemeye başladığında çocuğun yüzünde hafif bir gülümseme belirdi.

“Bugün bayram, erken kalkın çocuklar

Giyelim en güzel giysileri…”

Anlaşılan çocuk barış Manço’yu çok seviyor, diye düşündü kadın. Yüzünü garip bir gülümseme kaplarken cephanenin son mühimmatları kullanan komutana benzetti dikiz aynasından baktığı kadını.

Savaşı iyi yönetiyor…

Birden yolda hala ana caddeye ulaşmaya gayret eden temizlikçi kadını gördü. Arka koltukta çocuğu ile oturan kadına sola yanaşmasını söylerken diğer kadına yanaştı.

“Atla hemen taksi durağına bırakayım sizi de.” Sonra da az ilerideki adamı gördü ön koltuktaki çantasını koltuğun altına tıkıştırırken. Yanında duran arabaya baktı adam bir anlam verememişti, ürktü ama sevindi.

“Atlayın beyefendi taksi durağına bırakayım sizi de.” Adam soluk soluğa koltuğa yerleşirken Tanrısal teşekkürlerini ediyordu.

Üç yabancı ve ben… arabamda. Ne güzel soygun ve suç oluştururdu, hem de gönüllü maktul olarak . Düşüncelerinden hızlıca bunlar geçti kadının, gazete manşetlerini düşünüyordu.

“İyilik Adına Ölüm”

“Oğlum dedi. Yaralanmış, mayın patlamasında. Helikopterle askeri hastaneye getireceklermiş. Belki de son defa…”

Gerisini tamamlayamadı adam hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamıştı üç kadının arasında. Arkadaki diğer iki kadın teselli etmeye çalıştılar adamı…

Kadın arabasını hızla yol ile kesişen sokağın köşesine yaklaştırdı. Eliyle işaret edip taksi durağını gösterecekti.

Ama

Durakta hiç taksi yoktu…

Bir an tereddüt etti nasıl olur bu vakitte üstelik semtin en büyük taksi durağıydı. Karar vermeliydi, merhameti buraya kadar mıydı? Bir sonraki taksi durağı epey uzaktaydı. Hızla gaza bastı “yolda düşünürüm bir şeyler,” dedi kendi kendine. Karşı şeritten gelen taksilere de durmaları için el ile işaret ediyordu ama ya dolu geçiyorlardı ya da kendisini yanlış anlıyorlardı.

İlerdeki büyük kavşaktaki kırmızı ışığa yaklaşıyordu. Temizlikçi zannettiği kadın dönemecin sağ yönüne, çocuklu kadın sol yönüne gidecekti, çocuk hastanesi o yöndeydi. Askeri hastane ise dümdüz yol üzerindeydi ama en uzak olan da o idi.

Yani karar vermek için de yol ayrımındaydı…

Kırmızı ışığın yeni yandığı üzerinde saniyeyi belirten 120 sayısından anlaşılıyordu.

Ne yapması gerektiğini düşünmesi için epeyce uzun bir süre, dedi kadın. Sol bacağı istemsiz bir şekilde seğirmeye başladığında “ hayır hayır şimdi değil” diye birkaç kez içinden tekrarladı. Çünkü üzerine çöken o hüzünlü duygu, yerini korkuya bırakıyordu. Her trafik ışığında kırmızı yandığında o önleyemediği korkuya sürüklenirdi.

Ah! O 19 sayısı yok mu 19…


Yaşamında kaç kez aynı kapıya gelmiş, aynı hareketleri yapıyordu. Bazen yaşamlarını arıza yapmasını bekleyen otomasyon düzeneğine benzetirdi. “Nerde trak orda bırak.” Kadın elindeki anahtarı çevirdiğinde karşılaşacağı manzaranın, bildiği hatta ezberlediği hep aynı manzara olduğunu biliyordu.

Geniş antreye açılan işlemeli oyma, iki kanatlı salon kapısı ve oldukça geniş olan günlük yaşam alanı, sergi salonunu andırıyordu. Tam ortada sırtı kapıya dönük İtalyan el yapımı üçlü koltuğun, iki yanına eşlik eden moda tasarımcılarına özenle yaptırılan yerli uzanma koltukları birbirleriyle yarışıyordu yıllardır. Yerdeki el dokuma İran halısının kenarları ipeksi dokunuşlarla bütünlenmiş, yıllardan beri gelen temizlenmemenin izlerini taşıyordu.

Sol taraftaki koltukta kocasının yerdeki iyice eskimiş deri Balanciaga marka terliklerinin sağını, savrulmuş olarak bulacaktı. Geçirdiği kısmi felçten sonrasında sağ ayağına tam hakim olamıyordu adam.

Elinde ise neredeyse avucuna zor sığan kalınlıktaki kitabın içinde kaybolan kocasının, yine eskimeye yüz tutmuş, o zamanların en değerli Zimmerli marka pijamasını, gün boyu hiç çıkarılmamış olarak üzerinde bulacaktı yine. Belki üzerine yeni dökülmüş kahve lekeleri, eskilerinin yanında yerini alacaktı. Bu kadar bilgi ve deneyimin üzerine ne ilave ediyordu kocası ki sürekli kitap okuyordu. Amacı kalmamış bir yaşamda ne işe yarardı ki? Bu soruları sürekli kendine sormaktan alamıyordu.

“Aşkım ben geldim” seslenişine, numaraların ağırlaştırdığı kalın camlı gözlüğünün üzerinden isteksizce bakacaktı adam.

“Hoş geldin” cevabını verdikten hemen sonra, yine kendi dünyasına geri dönecekti. Yarı göbekli, kafası yarı kelleşmiş, kendisine bakım yapmaktan artık vazgeçmiş bu adam, yaşamın kendisini bırakacağı anı bekliyor gibiydi. Değerli olan hiçbir şey kalmamış mıydı yaşamında. Bunu; elim bir olay sonucunda pek yakın bir zamanda öğrenecekti adam.

Belki de onuncu kahvesini aynı fincanda içmiş, termosunda son kalan kahvenin de fincanına dökme vaktinin geldiğini bildirecekti bu kısa her zamanki diyalog. Yaşamı boyunca, mantıksal temelini Epikürcü düşüncelerden Kartezyenciliğe oradan da Dekart’a uzanan yol boyunca oluşturmuştu adam. Onun, bu düşüncesini yaşam üzerine yaptıkları çok az söyleşilerden öğrenmişti kadın.

Kendilerini bir arada tutan, zıt kutupların çekiciliği mi yoksa yaşanması zorunlu olan olaylar zincirin bir halkası mıydı? Buna karar vermek için kendileri için önem taşıyan her anlamı yeniden yeniden yapılandırıyordu düşüncesinde. Böyle gelmişlerdi şu anki zamana…belki de günlük hayatın aldatmacalarında oyalanıp duruyorlardı.

Kadın hiç de beklediği, ezberlediği manzarayı bulmamıştı, terliğini ayağına geçirip başını kaldırınca çok şaşırdı.

Adam son kahvesini dökerken, ortalık çok düzgün ve tertipliydi. Hatta terlikler bile yan yana düzgün ve aynı hizada duruyordu.

Aklından zamanla birlikte, bir öykü kahramanına söylettiği “ Hareket, içinde sadece durum değişikliği tasarlandığı sürece değer taşır. Nesnelerin dışsal görünümündeki değişikler bile öze dair hiçbir bilgi içermez” anlamına gelen Leibtniz’in sözünü geçirdi.

Sonra günü hatırladı. Ama bu gün Zeynep’in gelme günü değildi ki. Salona girdiğinde yemek masası da hazır bekliyordu. Ve tam ortasında küçük minik kestaneli pasta duruyordu, mumları yakılmaya hazır. Kadının şaşkınlığını fark eden kocası isteksizce bir hatırlatmada bulunma gereği hissetti.

Bu gün Zeynep’in doğum günüymüş?

E…Peki kendisi nerede?

Çocuğu hastalanmış az önce apar topar çıktı…

Zeynep, tek çocukları olan Alptuğ’un, hem ilk öğretmeni hem de bakıcısı olarak göreve başlamıştı. Henüz ikinci yılın sonunda elim bir olay sonucu Alptuğ’u kaybetmişlerdi.

Ah! O patlama… büyük patlama, 19 undaki patlama.

Alptuğ, Zeynep’i ikinci annesi gibi seviyordu. Zeynep, kocası tarafından özenle seçilmiş oldukça yetenekli bir insandı. İki yabancı dil bilmenin yanı sıra, yemek konusunda bir şef kadar yetenekliydi. Eğitiminin bir bölümünü İtalya’ da tamamlamıştı.

İlk şüpheleri onunla tanışmadan çok öncelerine dayanıyordu. Evliliğe karar verdiklerinde oluşmuştu bu şüpheler. Bu sebeple birçok kez evlilik kararlarından vazgeçip yeniden yeni kararı vermeleri, bu şüpheler üzerine kuruluydu. Toplumda birçok kişinin kabul edemeyeceği durumun üstesinden, birbirlerine olan tutkulu aşklarıyla buna sürüklenmişlerdi. Hep şu soruyu sordu genç kadın kendisine.

Bu kadar büyük aşk için neler feda edilebilirdi ve insanların kaç ta kaçı bunu yakalayabilirdi?

Çok basit bir soru idi evleneceği insana sorulması gereken. Saf ve yavan bir yalan üzerine inşa edilebilir miydi bir yaşam…

Ne iş yapıyorsun? Sorusunu birçok kez ertelemişti adam, tıpkı evlilik kararlarını ertelediği gibi. Israr edişler karşısında sadece şunu söylüyordu adam.

“Uluslarası danışmanlık yapıyorum.”

“Ne danışmalığı ekonomi mi…”

Bu soruya asla cevap vermemişti adam, gereksiz ve fazla buluyordu, evlilik süreci içinde ayrılmayı göze alacak kadar kadının kararlı ve ısrarlı sorularına, aralarında bir sır oluşturacak nitelikte “diplomatik danışmanlık” demişti, hepsi bu.

Ama kendisine sağladığı imkanlar bütünü, sıradan bir danışmanlığın getireceğinin çok ötesindeydi. Yediği üzümün bağı, zihnini sürekli meşgul ederken, adamın dürüstlüğünden asla en ufak şüphe duymuyordu zihninde. Bu durum, biraz olsun içini rahatlatıyordu.

Sırlar ve şüpheler birbirini kovalayan bu basit terimler insanın yaşamını nasıl da etkiliyordu.

İşte o zamanlar Zeynep yaşamlarına girmişti ve ikinci üçüncü şüpheler şüphelerle birlikte. Gizliden gizliye Zeynep’i araştırmış ama hep başarı hep başarı… başka da bir şey bulamamıştı. Yurt dışında eğitim görmüş biri nasıl olurda bu minicik işe kendisini adayabilirdi.

Yoksa O da, tıpkı kendisi gibi kocasını çok mu seviyordu? Ona aşık mıydı? Yoksa…yoksa. Bu yoksalar mı teslim alıyordu yaşamını karar veremiyordu o zaman.

Bunu da öğrenebilmek için birkaç kez kendi ürettiği, farklı senaryolar denemişti ama ne kocasını ne de Zeynep’le ilgili en ufak şüphesini kanıtlayacak bir şey oluşmamıştı.

Alptuğ, beş yaşına gelene kadar kendisine yardımcı olması için çeşitli yardımcılar gelip gitmişti. Alptuğ hiç birine bağlı olmamıştı Zeynep’e bağlı olduğu kadar. Zeynep’te ailecek kendisine çeken ne olabilirdi. Bunu ileride yazacağı bir romanın konusu bile yapacaktı.

Aslında Zeynep, kocasından ziyade kendisine daha yakındı. Ufak tefek sırlarını da paylaşmıştı kendisiyle, özel ve çalışma yaşamıyla ilgili. Hatta bir gün ev işlerini yaparken, yaşadıkları bu evin gizli bölmelerine yerleştirilmiş dinleme ve izleme cihazlarının varlığından söz etmişti.

Bu durumu kocasına sormuş “çocuğu takip için” cevabını almıştı. Peki neden bu durumdan kendisinin haberi yoktu, çocuğuna zarar vereceğini mi düşünüyordu?

Bu olabilecek en üst şüpheyi oluşturdu. Oysa Hakan bey, bu sorudan çıkaracağı yaşamı boyunca acısını çekeği önemsiz gördüğü bir detayı atlamıştı.

Kocası bazen günlerce eve gelmezdi, “iş seyahatı” der, kestirip atardı. Aslında karısına karşı son derece nazikti, iş konusu ile ilgili soruların dışında nazikliği had safhaya çıkardı. Ve son derece bağlı, sadakatli, sevgisini her daim belli eden bir adamdı.

Karısına baktığı göz, sadece karısına aitti. Bir başkasına asla o göz ile bakmamıştı.

Hafta sonları yatılı kalan Zeynep, o günlerde de yani kocasının iş gezisi dönemlerinde de yatılı kalırdı. Bolca sohbet edip iyice birbirlerine yakınlaşmışlardı, abla kardeş olmanın eşiğine gelmelerini, kadının zihnindeki manevi itişleri durdurmuştu hep. Zeynep’ i böyle uzak tutmuştu. Zeynep’te bunun farkındaydı.

Zeynep, neden villaların bulunduğu bir site değil de onlara göre bu sıradan sayılabilecek apartman dairesinde yaşayıp gittiklerine bir anlam veremediğini söylediğinde, Zeynep’in özel bir görevle seçilmiş birisi olmadığını anlamıştı. Demek ki kocasının, varlığından kuşkulandığı o sırlardan çok uzaktı.

Ama o da başka bir sır saklıyordu bunu hissediyordu. Ve kocasının olmadığı bir gün Zeynep’e o sorulması gereken soruyu büyük bir kararlılık ve ciddiyet içerisinde sordu.

Kimsin ve neden buradasın?

Zeynep, kadının en az kendisi kadar zeki olduğunu aynı zamanda sezgisel yönden de güçlü olduğunu biliyordu. Doğruları söyledi…ama ileride bir sır olacak durumun ip uçlarını da vermişti, bilmeden istemeden, çünkü o sır henüz oluşmamıştı daha.

Kocasının, kendisi ve kalabalık ailesine nasıl yardımcı olduğunu uzun uzadıya anlattı Zeynep. Anne ve babası ile birlikte akıl sağlığı yerinde olmayan erkek kardeşine de ne iyilikler yaptığını anlattı sadakat gözyaşlarını dökerek. Diğer kardeşlerinin de çok başarılın oldukları eğitim ve iş yaşamlarına atılmasındaki yine büyük desteklerinden söz etti Zeynep.

O bizim için bir Hızır, dedi. Kendimi niteliği ne olursa olsun onun yolunda, onun yanında hizmet verebilmek benim için ayrıca bir onur. Bunu ailesinin bir bedel ödeme biçimi olarak görüyordu Zeynep.

Ne büyük özveri…

Konu kapanmıştı zihninde, aradığı cevaplar bulunmuştu.

O dönem oluşmamış olan ama ileride oluşacak ve büyük bir sır olarak saklanacak olayın yaşamının merkezini nasıl etkilediğini hiç bilemeyecekti kadın.

Kestaneli pasta eminim hazır beni bekliyordur.

Kırmızı ışık doksan beşe gelmişti, bu düşüncelerinden sıyrıldığında. İçinde bulunduğu durumu yeniden analiz etmeye başladı, temizlikçi kadına baktı bir süre. Sonra inmesini istedi. O yönde gidecek arabalardan veya rastlayabileceği resmi görevlilerden yardım isteyebileceğini söyledi.

Kadın isteksiz davranışına eşlik eden duamsı sözlerin yerini, sesini yükselterek söylenmeye başladı. İnmesi için ısrarcı oldu kadın, ses tonunu biraz yükselterek emredici hal alırken, ışığa baktı elli saniyenin altına inmişti…

Ne çok vakit kaybettim seninle, diye düşündü kadın.

İnmeyi ağırdan alan kadının fısıltıya yakın bedduaları ve yükselen homurdanışından dışa vuran bencilliğinin ölçüsünü anlayabiliyordu. Doğru karar verdiğinin huzurunu duydu. İnsan ne çabuk bencilleşiyor, duygu dönüşümleri yaşabiliyor, aslında pek yabancı değildi bu duruma. Yazdığı başka bir karaktere benziyordu tutumunu.

Sadece şunu bilmek istiyordu gerçek ile hayali karakterlerin sonları nasıl aynı mı olurdu? Bunu öğrenmeyi çok isterdi…Bazen bir öyküdeki karakterler, gerçeğinden çok daha karakterli olabiliyordu.

Arabadan inen kadının yaptığı hamleyle aynı zamanda süreye baktı, otuz beş saniye kalmıştı. O dokuzuncu saniye yaklaşıyordu. Her kırmızı ışıkta on dokuzuncu saniyeyi görmemek için gözlerini kapatırdı birkaç saniye öncesinden. Yine öyle yapmak için ışığa baktığında arabadan inen kadının kapıyı uzun süre açık tutması saniyeleri tüketiyordu. Ve sertçe çarpılan kapının ürettiği rezonansla camlar titremiş, içeride basınç oluşmuştu.

Basınçla aynı anda on dokuz sayısını gördü…

Islık seslerine benzer tiz sesler duyuyordu kulaklarında. Arkasına döndüğünde hemen arkadaki aracın çapraz ateşe alındığını gördü. Kafası kar başlıkları kapalı birkaç adamın daha sonra kendilerine yöneldiğini gördü, asıl hedefin kendileri olduğunu anlamıştı. Kocasına döndü…

“Hakan neler oluyor?” diyebildi arka koltukta oturan Alptuğ’u koruma güdüsü ile kendisine doğru çekti.

Sakin ol hayatım, dedi kocası. Arabamız zırhlı bu tür saldırılara karşı korumalı, korkmana gerek yok…sakin ol. Arkadaki araçtakiler kim Hakan hepsi öldü galiba?

Onlar korumaydı, üzgünüm onlar için yapacak bir şey yok.

“Hakan, dedi neler oluyor sen kimsin lütfen…” Kadın henüz sorusunu bitirmişti ki kendisine yaklaşan kar başlıklı adamla göz göze geldi. Nedense adamın gülümsediği hissine kapıldı. Adam elindeki el bombasının pimini çekerken…

“Hakan bu bomba” diye bağırdı. Hakan yine sakinliğini korurken önündeki arabayı iterek kendine yol açmaya çalışıyordu.

“Sakin ol aşkım aracımız el bombasına dayanıklı biraz sarsılırız o kadar.”

Bombanın aracın altında zıpladığını duyabiliyordu. Sonra büyük bir gürültü oldu, trafik lambasının direği kopmuş aracın üzerine devrilmişti. Işığa baktı on dokuz sayısı garip bir titremeyle yanıyordu. Kulaklarında alışılmadık bir sessizlik hissetti, duymuyordu. Sadece Alptuğ’u düşünüyordu. Arka koltuğa yaslanmış gülümsüyordu. Öyle görüyordu Altuğ’u. Ona ulaşmak için bir kez daha hamle yaptı. Kendisine doğru çektiğinde Alptuğ’un başı yana düştü.

“Hakan, diye bağırdı. Alptuğ!”

Adam öndeki arabayı kenara iterek henüz yolunu açmıştı ki, dikiz aynasından oğluna baktı, yolunda gitmeyen bir şeyler var, diye düşündü. Sol arka kapının hemen kenarında, koltuğun küçük bir parçasının yırtılmış olduğunu gördü. Bombadan kopan şarapnel parçası zırhlı aracın altındaki en zayıf noktasından içeriye girmişti.

Adam üçlü koltuğundan kalkmamak için direniyordu. Uzun uzun çalan telefonun karısının gelme zamanı ile aynı saate denk gelmesi endişeye sevk etmişti.

Alo…

Hakan beyle mi görüşüyorum?

Evet.

Hakan bey, ben Ayla. Eşiniz bir sinir krizi geçirdi, şu an hastanede yoğun bakımda.

Ayla hanım astım krizi geçiren çocuğun annesi olduğunu söyledi, kadını da hastaneye o yetiştirmişti. Hakan bey’i hastanede eşinin durumunu öğrenirken görmüştü Ayla hanım. Üzerine alelacele geçirilmiş, kullanılmaktan lastikleri gevşemiş eşofman ile pijama arası alt giysiden, üstündeki pijamanın sokuşturulmuş etekleri taşıyordu.

Ben Ayla, size ben haber verdim. Adam başını hafifçe iki kez salladı anlamsızca teşekkür edercesine. Hakan beyin üzerindeki kurumuş kahve lekeleri, yaşamlarının yorumlanmasını bekleyen izler taşıdığını fark etti kadın.

Bu göbekli, kelleşmiş, yer yer aklaşmış kirli sakaldan biraz uzun sakalı buruşukluklarda yumaklaşmayı ve kalın gözlüklerin arkasındaki altları morarmış göz çukurlarını görebiliyordu Kadın.

Hakan bey eşini özel odaya aldırma işlemlerini bitirip yoğun bakım odasının kapısındaki ayrılmış bölümlü banka bırakıverdi kendisini, bu kadarcık bir çaba bile onu bir hayli yormaya yetmişti.

Eşiniz, dedi Ayla hanım.

Sude…eşimin adı Sude.

“Sude hanımla aynı araçtaydık yani onun aracındaydık” cümlesiyle başlayarak olayları özetlemişti Ayla hanım. "Yalnız,dedi. Hakan bey eşiniz kestaneli pasta ve Alptuğ, dedi ısrarla bir kaç kez sanki bir şeyler anlatmak istercesine."

Bir anlam veremedi Hakan bey, kestaneli pastayı Zeynep yapardı hep Alptuğ'a...ne alaka diye düşündü uzun uzadıya.

Hakan bey, temizlikçi kadının yaşattığı duygu anaforuna takıldı uzunca süre. Gündelikçi bir kadının kendi günlük yaşamları üzerine etkisini düşündü. Günlükçü kadın ya da gündelikçi kadın… Anlayıştan yoksun, düşüncesi sınırlı.

“Günlük yaşam, gündelik yaşam” hangisi etkilenmişti yoksa ikisi de aynı şey miydi? Tıpkı o kadın gibi. Bunu düşünmekten kendini alamadı bir süre.

Biliyor musunuz, dedi Ayla hanım. Eşinize minnet borçluyum. Pek isteksizce bir merak edişle “Neden?” sözcüğü çıktı ağzından.

“Krize girmeden hemen önce sola sinyal vermişti, yani çocuğumu getireceğim hastaneyi tercih etmişti kararında.”

“ Anladım.” Çocuğun durumunu sormak bir anlığına aklından geçti ise de gerek duymadı sormaya Hakan bey.

Ne zaman bir çocuk görse ya da çocuk sözcüğü geçen bir konuşma duysa, bir cümle okusa aklına hep Alptuğ geliyordu. Ve dayanılmaz bir baskı hissediyordu üzerinde. Yaşamdan vazgeçmek için her şeyi ne kadar değersizleştirse de anlamları azaltıp silemiyordu düşüncesinden.

“Ayla hanım,” dedi aklına bir şey gelmiş gibi birden. “Çocuğunuzun rahatsızlığı astım krizi mi?”

“E…eeevet” diyebilmişti kadın kekeleyerek.

Kendi çocuğunuz mu?

Kadın kıpkırmızı olmuştu, gözleri acilin kapısında beliren Zeynep’e takılmıştı aynı anda. Hakan beyle de göz göze gelmişti Zeynep. Sonunda Sude' nin ne demek istediği anlamıştı.

“Gündelikçi, kadın masum...” diyebilmişti sadece. Olduğu yere yığılıp kaldı Hakan bey. 

Kalp krizi geçiriyordu…

16 Ağustos 2023 23-24 dakika 18 öyküsü var.
Beğenenler (6)
Yorumlar (4)
  • Bu öyküyü daha önce de okumuş, şanslı birisi olarak; sanki eklenen ve güncellenen bir şeyler mi olmuş Abi, ben mi öyle algıladım?

    Hayat da böyle değil mi, kesişimler, seçimler... Ama bana seçenekler daha belirleyici imiş gibi geldi her zaman. Bileğimdeki dövme, "seçeneklerimizdir bizi biz yapan" diyen bir filmi bana hatırlatıp, seçeneklerim arasından seçimler yapmadan önce iyice düşünmem için yapıldı.

    O menzile elbette varılacak fakat hangi yollardan? Ben ise yine kimi seçimler arefesindeyim. Seçmeyi de hiç sevmem. Elbette anlatacağım sana Abi ve öyle hareket edeceğim.

    Bizi de seçenekler arasından seçtiğimiz yollar bir araya getirmedi mi zaten? Devamı olmasını çok isterdim o sebeple bu öykünün. Kurduğun örüntüleri hayranlıkla izleyen bir adam olarak... Ve de ister istemez o sevdiğim yazarın kısa öyküsünün başlığı geldi aklıma bu öyküyü tekrar okurken; "sorumluluklar rüyalarda başlar."

    Çok seviliyorsun Abim. Tekrar edeceğim, affet; gel artık...

  • Tebrik ederim Mehmet Bey. 🍀