Komşu

Ölümle tanışmıştım önceleri ama o başkaydı. Ali'nin hikâyesi... Tamamıyla zıt... Nigar'ın ölümü ateşle, onun ölümü suyla oldu.

Ali, benden bir buçuk yaş küçüktü. Bu mahalledeki ilk arkadaşım... Daha sonra Emine'yle tanıştım. Çünkü gecekonduları bitmemişti. Onlar sonradan taşındılar.

Bitişik komşumuzun sevimli, kara kaşlı, üzüm gözlü, esmerce bir oğlandı. Yanımdan ayrılmazdı. Çok usluydu. Bilye oynardık onunla. Bir gün burnu akmıştı. İlk gençlik yaşlarındaki ablası tiksindi, silmek istemedi. Annesi kurabiye yapıyordu, silemezdi. Ben ona kıyamadım. Ablasından mendil istedim, sildim. O benim kardeşim gibiydi. Doğru dürüst oyun oynamayı bile bilmezdi. Öğrenmeye vakti de olmadı.

O gün orada kurabiyelerin yapılışını seyrediyorduk. Annesi kalıpla kesip, tepsilere diziyordu. Büyük ağabeyi, fırına götürecek, pişirtecek; başı acımasın, tabla devrilmesin diye, yuvarlak, içi pamukla doldurulmuş, kumaştan yapılan simidi başına koyacak, üzerine de kurabiye tablasını... Sokak sokak dolaşarak: 'Taze kurabiye, taze, taptaze...' diyerek satacak.

Böyle bir temmuz günüydü... Antalya'nın kavurucu yaz sıcağı... Ablasıyla ağabeyleri ?deniz' diye tutturmuşlar, günlerce. O pazar gidecekler... Bir gün önce, hiçbir şeyden habersiz, özene bezene; poğaçalar, börekler, dolmalar, köfteler yapmış, Şükriye Teyze.. Denizde yiyecekler. Altı çocuğunu almış, Boğa Çayı'na gitmişler. Sabahtan denize girmişler. Kuma gömülmüşler. Ali de tutturmuş, kuma gömülmek için. Gönlü olsun diye onu da gömmüşler. Bir başı dışarıda kalmış:

_ 'Ben ölünce, böyle mi gömceksiniz beni?' demiş.

Son sözlerinden birisi olmuş bu. İki büyük ağabeyi, Arap Suyu'na gezmeye gitmek için kalkmış. Ali peşlerine takılmış:

_ 'Beni de götürün! Ben de gitcem sizinle!' demiş ama ağabeyleri:

_ 'Biz başka yere gitcez, uzaklara... Geri dön! Annenin yanına git!' diye kovalamışlar.

O yine gelmek isteyince, caydırmak için taş atmışlar. Bakmışlar ki dönmüş, gidiyor, yollarına devam etmişler.

Ağabeyleri dönüp, anneye teslim etmedikleri için Ali kayboldu. Çok aradılar, Boğa Çayı'nda. Tüm sahil şeridini taradılar. Zannettiler ki yolu bulamadı, kayboldu. Ali yok! Yok! Aradan bir gece geçti, ertesi gün, sabahleyin bulundu.

Ağabeyleri geri gönderince; kumsalda, bir metreküp su alacak kadar, su seviyesi yetmiş seksen santim bile olmayan bir su birikintisinde boğulmuş. Çukuru görüp, suyla oynarken mi ayağı kaydı; yoksa önüne değil de arkasına, ağabeylerine bakıyordu da o nedenle fark edemediğinden mi bilmiyorum, içine düşmüş; o çamurlu, durgun, içinde çer çöp olan suda boğulmuş. Gece arama sırasında ellerinde sopalarla oradan kaç kere geçmişler, hatta üstünde karpuaz kabukları yüzen suyu sopayla karıştırmışlar; yukarıya bir şey çıkmış, inmiş; karpuz kabuğu sanmışlar. Oysa kafasıymış.

Sol ayağı kıvrık kalmış. Sağ da biraz bükük... Hemen evimizin önündeki yerden, küçücük pencereye yanaşıp içeriye baktım. Odanın ortasında, başı kıble tarafına gelen, yollu çarşafla örtülü minicik bedenini son kez seyrettim. Sol dizi yukarıdaydı. Sağ ayak açık, biraz bükülmüş. Sessizdi. Yaşarken de sessizdi zaten. Uslu uslu otururdu yanımda. Ben nereye gidersem oraya gider, ne dersem onu yapardı. İlk arkadaşımdı.

Sonra bahçenin kenarında ateş yakıp, küçücük beden için kocaman kazanda su kaynattılar. Ali'yi teneşirde yıkadılar. Seyrettim. Annesi dışarıda yıkarken de seyrederdin. Bana öyle bir yıkama gibi geldi. Bu, gördüğüm ilk ölümdü. Üstünü açmadılar. Hep örtülüydü. Ölü yıkayıcı, Annesine:

_ 'Haydi gel, su dök, dokun çocuğuna, son bir defa; okşa, sev ve hakkını helal et, annesi!' dediler. Şükriye Teyze gelemedi, ilkin. Bahçe kalabalıktı. Bütün mahalle çocukları oradaydı. Ali, çarşafın altında, yıkanmaktaydı...

_ 'Ağlama, abdestin bozulur.' diyordu, bilgiç birisi.

_ 'Nasıl ağlamayayım?' diyordu kadın.

Yaklaştı ve okşadı Ali'nin cesedini, son bir kez, gözyaşlarıyla ve fenalaştı. Babası, yan taraftaki iki katlı evin merdiveninden kuşbakışı seyrediyordu, manzarayı. Üzgün müydü, bilmiyorum:

_ 'Ağlama ya! Ne olcek öldüse? Çocuk de mi bu? Bi ibrik suyun başına gelir. Bi da doğurursun.' dedi.

Ne demek istediğini anlayamadım. Anneme sordum:

_ 'Abdurrahman Amca aynen böyle dedi. Ne demek istedi?' diye. Bana dedi ki:

_ 'Vay namussuz adam, vay! Bak sen! Demek ki içi yanmıyor! ?Bir çocuğumuz daha olur, ne olacak? Ölürse ölsün. Üzülme!' demek istemiş. Bir de baba olacak! Benim ciğerim yanıyor, burada! Ana gibi yar olmaz, Bağdat gibi diyar olmaz. Kadıncağız fenalık geçiriyor öyle mi? Vah, vah!' dedi ve gerçekten çok üzüldü.

Annemle Şükriye Teyze dargındı. Hudut meselesinden anlaşmazlık çıkmıştı. O nedenle cenazeye gitmedi ama onlardan çok üzüldü ve matem tuttu. Annem ona hiçbir şey dememişti ama o cahil köylü kadın çok şey söylemişti anneme. O da darılmıştı.

Hayatımda dargınlığı bu olayla öğrendim. İki kişi birbiriyle konuşmuyordu. Oysa eskiden, o çamaşır yıkasa, badana yapsa annem; annem ağır iş yapsa, o; birbirlerine kahvaltı tepsileri hazırlar, beraberce bahçede, yeşilliğin içinde yer içer, güler eğlenirdik. Kaç metrekarelik toprak için yok oldu, bu güzel arkadaşlık? Ailesiyle konuşmaz olmuştu annem ama Ali'cikle konuşmamı engellememişti. Kaybolduğunda, onlar ellerinde fenerlerle sahilde aramaktayken, biz evde duramadık, iç sıkıntımızdan. Annem fenalaştı. Babam, onu ve beni alarak parka götürdü. Bir yerde oturduk, dondurma yiyorduk. Aklım Ali'deydi. Dargınlığın boyutları neydi? Ne kadar olmalıydı? Çocukça ölçmeye kalktım:

_ 'Anne, şimdi Ali buralarda olsa, onu biz bulsak, alır, annesine götürür müyüz?'

_ 'O nasıl bir söz? Tabi ki götürürüz! Götürmez olur muyuz? Nasıl dua ediyorum! İnşallah sağdır, bulunur! Allah'ım kimseye evlat acısı vermesin! Düşmanıma bile!' dedi.

Düşman ve düşmanlık sözcükleri de yeni girmişti, sözcük dağarcığıma. Düşman, gâvurdan olmaz mıydı? Düşmanlar topraklarımıza girmişti hani. İnsan insana düşman olurmuş. İnsan insana gâvur mu olurmuş? Nasıl gâvur olurmuş, Müslüman? Namaz kılıyorlar, ikisi de... Şükriye Teyze de annem de... Neyse. Annem düşman değilmiş. Düşmanlık düşünmezmiş. Öyle dedi. Düşmanlık eden, onun annesiymiş. O ikisi konuşurken duymuştum, Şükriye Teyze'den:

_ 'Müslümanın küslüğü, tülbent kuruyuncaya kadar.' demişti.

Ali'nin ölümünden sonra bizim evimizde kahkaha atılmadı, radyo açılmadı, asla! ?Annesi duyar da oh çekiyoruz zanneder, üzülür' diye. Onlar sabredemediler. On beş yirmi gün dayanamadılar, radyolarını açtılar. Şarkılar, türküler, oyun havaları... Annem, elli iki gün matem tuttu, tutturdu bize. Babam, hafif sesle haberler dinledi sadece, radyonun yanına sokularak.

_ 'Komşum kan ağlarken, ben gülüp, eğlenmem! Günahtır!' diye.

***
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 83

27 Temmuz 2010 6-7 dakika 92 öyküsü var.
Beğenenler (2)
Yorumlar