Kör Bahçıvan
...
Bazı kelimeler birer kıyafet gibidir. Giydiğin anda sana ait olmazlar. Çünkü sen değil, onlar seni giyer. İşte tam da bu yüzden, metaforlar hep saklanacak bir yer arar. Sözün çıplak kaldığı anlarda, kalbin arkasına gizlenirler. Ben de bu sabah, bir metaforun gölgesinde uyandım.
Pencere pervazında bir kuş vardı. Uzun uzun ona baktım; "Metaforların uçamayan kuşu işte bu" dedim içimden.
Ben de kelimelere yüklediğim anlamların altına gömülüyorum çoğu zaman.
Metaforlar bazen birer sığınak, bazense birer labirenttir. Kendini ifade ettiğini sanarken daha derinlere saplanırsın. Çünkü bir metaforu anlamak, onu anlamaktan çok, onu neden seçtiğini fark etmektir.
Uzun süredir zihnimde dönüp duran bir metafor vardı: Adı: “Kör Bahçıvan.”
Hayatın rastgeleliğini, zamanın eğilimini, insanın kendi elleriyle ektiği çürümeyi anlatan bir benzetmeydi bu. Kör bir bahçıvan düşünün. Toprağı görmez, ne ektiğini bilmez. Ama her sabah umutla sulamaya devam eder. Çiçek de açabilir orada, diken de… Çünkü niyetin görmediği yerde kader devreye girer.
Bizler, kendi ruhumuzun kör bahçıvanları değil miyiz?
Yetiştirdiğimiz hayallerin biçimi yok. Anlamı da çoğu zaman düşündüklerimizin dışında. Ama yine de büyüsün diye çabalıyoruz. Bazen susarak. Bazen yazarak. Bazen ise yaşadığımızı sanarak.
Ben hep kapalı kapıların ardında oldum. Ne dışarı çıktım tam anlamıyla, ne de içeri birini almayı cesaret edebildim. Çünkü metaforun doğasında, karşı tarafın anlaması için de belli ölçüde çaba sarf etmek gerekir. Benim gibi çoğu insan da metaforları çözmek yerine kendine yeni bir kapı arar.
Kaldı ki metaforlar, susmanın en edebi ve en eski biçimidir. Aslında, dile gelmeyen bir duygunun süslenmiş halidir.
Bir bakıma kendini anlatamayanların sesidir. Konuşmak değil, ima etmektir onların işi. Çünkü doğrudan söylemek cesaret değil, çoğu zaman kabalıktır. Metafor ise, kırmadan söyler. İçini incitmeden, dışını düşünmeye iter.
Bugün, içimde bir nehir tersine akıyordu. Aynı sabahlara tekrar tekrar uyanmak gibi. Ama bu bir doğa olayı değil, bir içsel çöküntünün kıyıya vurma şekliydi.
Ne zamandır geçmişi ardımda bıraktığımı sanıyordum. Oysa geçmiş, ardımızda değil; altımızda bekleyen bir bataklıktır çoğu zaman.
Bu sabah tersine akan o nehrin kıyısında yürürken, ayakkabılarımın ıslandığını fark ettim. Suyla temas eden her şey, birer anıya dönüşüyordu.
Bir taşın üzerinden geçerken, çocukluğumun ağustos öğlelerine kaydı güneşim. Yokuşta bisiklet süren halimi gördüm.
Her şeyin zorlaştığı ama hiç şikayet etmediğim o zamanlara döndüm.
Nehir, bana unuttuğumu sandığım isimleri fısıldıyordu. Bazılarını hatırladım. Bazılarını ise seslerinden tanıdım. İnsanı en çok korkutan şey, geleceği bilmekten ziyade, geçmişin peşinden sürüklendiğini fark etmektir.
Bir noktada, nehrin tam ortasında asılı duran bir köprüye rastladım.
Köprü, zamanda bir tereddüt boyutu açmışçasına sakin ve bir o kadar da huzursuz ediciydi.
Yolun sonu ne geçmişe çıkıyor, ne de geleceğe doğru uzanıyordu.
Ortada kalmak… İşte bu, zamanın gerçek "ben" merkeziydi.
Köprüden indiğimde ayaklarım hala ıslaktı.
Bu yüzden yürümeyi değil, yüzmeyi düşünüyordum.
Çünkü bazı yollar, suyun içinde gizlidir.
Sonra bir yere varacağımı sanarak karaya çıktım. Karşımda kırık bir merdiven duruyordu.
Belki de bu kırık merdiven, benliğin ta kendisiydi. Tüm parçalanmış yönlerimi birleştiren, ama asla bir araya getirmeyen kendine özgü bir yapı.
Düşüncelerim bir merdiven gibi. Kırık bir geçmişin, tamamlanmamış bir geleceğe açtığı boğuk bir ara kat burası.
Ve ben buradayım.
Hala o kırık merdivenden çıkmaya çalışıyorum.
"Bir yazar, neden tükenir bilir misin?" Diye sormuştu Münir Kalaycı, sanırım cevabı buldum:
"Geçmişi hala yazılmaya değer sandığında."
...
Her şeyiyle çok güzeldi. İçten, samimi ve finale doğru okuyucuyu kendisiyle yüzleştiren türdendi. Tebrik ediyorum sevgili Mehmet.