Korku

Seninle ne yapacağız, bilmem. Ancak böyle uzaktan arkadaşlık edebiliriz. Çünkü ben doktorlardan hoşlanmam. Küçüklüğümde yerleşen bir takım korkularımı baskılayıp, tiksinmeye dönüştürmüşüm. Öyle bir yer etmiş ki ruhumda, belediye otobüsüyle hastanenin önünden geçsem, benzim sararır! Hastanede hiçbir yere dokunamam. Herkes hasta yatağının kenarına oturur, ben sandalyeye, banka bile oturamam. Bahçesine girsem sıkıntı başlar.

Trafik kazasında yüzü gözü tanınamayacak hale gelmiş uzak bir akraba kızını ziyarete gitmiştik. Aysun'un kan revan içinde kalmışlığı, şişliklerle morluklarla deforme olmuş yüzünün korkunçluğu, ilaç kokuları ve ziyaretçi nefesleriyle havası iyice ağırlaşan tek kişilik odada bayılacak gibi olmuştum. Nişanlısına:

_ 'Hâlâ alacak mısın sen bu kızı?' diye sorulması üzerine verdiği harika cevap:

_ 'Yarı yeri kalsa, yine alacağım!'

Çocukluğumu üç bölüme ayıran üç ev, üç sokak, iki mahalledir. Bir buçuk yaşına kadar Muratpaşa Mahallesi'nde, beş yaşına kadar Sofular'da kaldıktan sonraki dönem, doğduğum mahallenin farklı bir sokağında geçti.

Okulunun iki sokak uzağındaki doğduğum evin bulunduğu sokağı içeren mahalle, daha çok Giritlilerin oturdu yer olduğu için ?Giritli Mahallesi' olarak adlandırılıyor. Haliyle, beş yaşına kadar yaşadığım iki evin ilki bu ev. Aynı yöne bakan iki oda penceresi, ikisinin arasında salonu... Altı yedi basamaklı iki yönlü merdiveni olan evin giriş kapısı da pencerelerle aynı yönde olup, salona açılıyor. Mutfağı solda ve girişi sol odadan da, dıştan da... İki tarafı evlerle kapalı, dışa açılan bir bahçe kapısı yok, yeni, beyaz ve aydınlık.

Sokaklar ve komşular hayatımın ilk unutulmazları... Şiirle ilk karşılaşmam... Tekerlemeler... Köşedeki evde İsmet Hanım, oğlu Enver, Didila'ların Fatma, Tatar'ın karısı Halime, kızı Zehra, oğlu İsmail... Ablamın kucağındayım. Saçlarım atkuyruğu... Kuyruk lüle halinde... İkide birde kıvırıyor ablam. Alnıma gelen saçları geriye yatırıyor. Tavuklar ve civcivleri sokağa çıkmış. Enver, İsmet Hanım'ın oğlu, onlara yem veriyor. Ablam, iki dize söylüyor ve bana tekrarlatıyor. Hayatımda duyduğum ilk uyak... Hâlâ aklımda:

_ 'Enver, Enver... Tavuklara yem ver.'

Cılız, çelimsiz, ufak tefek bir çocuk oluşum ve babamın bana aşırı düşkünlüğü, mikrop kapıp hastalanmamam için annemi, bakıcımı ve ablamı hijyen konusunda sıkı sıkı uyarması, beni hastaneye, doktora, hasta ziyareti ve taziyeye götürmeme sebebini mikrop bulaşmasına bağlayarak açıklaması sonucunda, mikroptan aşırı tiksinme duygusunu bomboş ruhuma işlemiş ve iyice yerleştirmiş; o farkında olmayarak, vücudumu korumaya çalışırken, ruh sağlığımı bozmuş, bedensel, geçici hastalıklardan sakınırken, hayatımı kökten etkileyecek, iğrenme duygusu halinde yıllarca yakamı bırakmayacak ve kolay kolay geçmeyecek bir illete yakalanmama neden olmuştu.

Hayatımın ilk bir buçuk yılından hatırladığım, çok önemli birkaç olay var ki bunlar, aile fertleri tarafından çok tekrarlandığı için unutmama müsaade edilmeyen olaylardır. Başkalarına göre sıradan, önemsiz, benim içinse hayatımın temelinin köşe taşlarıdır.

Bu yaşa kadar beni etkileyen, bana ait objeler; taşla dövülerek tabak şeklinde yassıltılmış gazoz kapaklarım, tencere ve kapağı olarak kullandığım orijinal hallerindekiler, yastığım ve salıncağım... Aklımda bana ait başka hiçbir şey yok. Salıncak kuracak yer olmadığından yeni taşındığımız evde yatağımda uyumaya alıştığım için onunla ilgili olay da doğduğum eve ait...

Korku konusunda hatırladığım en eski anım, bir buçuk yaşındayken yaşadığım, salıncağımda beni korkuyla ilk tanıştıran ve belleğimin dibine yerleşen olaydır. O akşam, babamla annem, bir yere gitmek için hazırlanmaya başladılar, ben de ayaklandım. Benden kurtulmak için:

_ 'Biz doktora gidiyoruz! Çocuklar gelmez. Mikrop kapar.' diye çıktılar.

Bakıcım, ablam ve ben... Onlar gidince o ikisi konuştular, bizimkilerin aslında doktora değil de sinemaya gittiklerini duydum ama bir şey demedim. Kabul etmekten başka çarem mi vardı? Hem olan olmuş, onlar dışarıya çıkmışlar, sokak kapısı kapanmış, çoktan uzaklaşmışlardı bile. Arkalarından gitmem, yetişmem mümkün değildi, ağlasam da duyamazlardı. Olsundu.

O güne kadar salıncağımın da farkında değildim, nasıl uyuduğumun da... Korku diye bir şey de hissetmemiştim hiç. Bir süre sonra, onlar da benden kurtulmak ve rahatça oynamak için beni salıncağıma yatırdılar. Beyaz kaput bezinden yapılmış torba salıncaktı. Altında sert bir kontrolit ve ona uygun bir minder olan, kenarlarına, karşılıklı, oklava gibi iki çubuk geçirilerek açılması sağlanan, o iki çubuğun dört ucundan urganla tavandaki iki halkaya bağlı, derin, dikdörtgen şeklinde, bez beşik gibi bir şeydi.

Dışarıyla irtibatımı kesmem ve seyredecek bir şey kalmaması ve gözlerimi kapatmam için dışarıyı az gösteren beyaz bir tülbentle üstünü örttüler. Sonra da doktorculuk oynamaya başladıkları için beni hasta yapmaya kalktılar. Uyutmaktan vazgeçip, oyuna dâhil etmek için salıncağı durduran ablamın muzipliği tutmuş. Pergel, cetvel ve iletki ile doktorculuk oynamaya, beni muayene etmeye kalktı. Metalik sesler duyuyordum. O araçları, ödevlerini yaparken kullandıklarını gördüğüm için yadırgamadım. Onlardan korktuğumdan değil ki feryadım! Ağzımı açıp, cetvelle dilime basmasına ve bademciklerime bakmasına da ses çıkarmadım; sadece midem bulandı, o kadar. Fakat pergelin sivri ucuyla koluma aşı yapmaya kalkınca, canım yandı! Korkarak çığlık attım ve olanca gücümle bağırarak ağladım! Bakıcım onu uzaklaştırdı.

_ 'Yapma! Baksana korktu! Ablamlar da yok. Bir tutturursa nasıl susturacağız?' dedi. 'Yok bir şey, bir şey yok. Kapat gözlerini, uyu!'

Salıncağın üzerine bir tülbent örttü. Bembeyaz bir buluta girmiş gibi oldum. Dışarıdakiler, üstüme eğilmişlerdi. Yüzlerini hayal meyal görebiliyordum, biraz doğrulup, başımı uzatınca. Sallanmak hoşuma gittiği için, örtüye katlandım. Sallandıkça oluşan esintiyi hissetmeye başladım. Etraf da sallanıyor ve dışarısı görünmüyordu, gözlerimi kapattım. Olanca kuvvetiyle sallamaya başladı. Kalbim pır pır... Kuş yüreği gibi çarpıyordu. Sallanmak, beni o rahatsızlık verici olaydan kurtardığı için sonraki yıllarda vazgeçilmezim oldu.

Daha sonra taşındığımız evdeyken, annemin kucağında Doğum Evi'nde muayeneye gittim. O zaman korkmadım. Beyaz önlüklü doktor, bir bardağın içinden ıslak bir tahta parçası çıkarıp, dilime bastırarak boğazıma baktı ve anneme hastalığım hakkında anlayamadığım bir şeyler söyledi. Kucağında eve döndük ve bana tadından hoşlanmadığım ilaçlar verilmeye başlandı. Üşütmüş olduğum söyleniyordu yalnızca.

Çocuklar; hastaneye, doktora, hasta ziyaretine ve taziyeye gitmezdi. Mikrop alır, hastalanırdı. Mikrop neydi? Bilmiyorum. Havada, tükürükte, pis olan şeylerde, hastaların veya hastalıktan ölenlerin yakınlarının yanına yaklaşınca, dokununca, onların yedikleri içtikleri kapları kullanınca çocuklara bulaşabilecek, geçebilecek bir şeydi ama neydi? Büyüklere geçmez miydi? Neden onlara bir şey olmuyordu o zaman?

Çocukluğumun üçüncü bölümünü yaşadığım kendi evimizin yakınında gazhane vardı. Upuzun beton bir bina... Yukarıdan daire şeklinde camları vardı. Çokgöz ve tepegöz bir binaydı. Giritli Fatma bana:

_ 'Bak! Namnavul! Seni yer!' diye onu göstermişti. Ben de:

_ 'Gazhane orası. Bizim evimiz gibi betonarme...' demiştim. İnanmadığım ve yalancılığı kabul etmediği için kadın detaya inip:

_ 'Bak, kara kara gözleri var.' demiş, daire şeklindeki camlarını göstermişti. O nedenle olmalı, evlerin pencerelerini göz, kapılarını ağza benzetişim.

Namnavul'ü Şermin de öğrendi. Bakıcım. Onunla korkutmaya çalışıyordu beni ve o artık yetişkin bir genç kızdı.

Annemlerin, daha sonraki gecelerde sinemaya ve misafirliğe gidişlerinde bakıcım beni çabucak uyutmak ve yanımda bir an önce uyuyabilmek için korkutma yöntemini denedi ve saikalı bir havada, yer gök birbirine kapışırken:

_ 'Kapat gözlerini, uyu! Namnavul geliyor. Bak!' dedi. Koynuna sokuldum, uyudum.


***

BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 75

18 Temmuz 2010 7-8 dakika 92 öyküsü var.
Beğenenler (2)
Yorumlar