Köy Öğretmeni Turgay (Açlık ve Kâbus)

Köye geldiğim günü, ilk dersimi düşündüm.

Mesleğimden bile beni vazgeçirtecek kadar sarsıntısı büyüktü o anların... Tam bir hayat dersiydi. Şu an gözlerimin önündeydi her şey. Yazmıştım zaten yaşadıklarımı. Masanın üzerinde dururdu günlüğüm. Buz gibi odada, bitkinliğim el verdiğince uzanıp aldım, rakkase alevimin ışıltısında okumaya başladım anılarımı.

'Öğretmen sıfatıyla ilk kez dersliğe girecek olmanın heyecanıyla titriyor yüreğim. Stajyer olarak çok ders yapmıştım okulumda; ama bu farklı... Öğretmen olmak, o duyguyu iliklerime kadar hissetmek bir başka güzellik benim için. Bana birinci sınıfı verdi müdür yetkilisi de olan Mustafa Bey. İdealist, görev aşkıyla çarpan bir kalbe sahip, çocuk sevgisi hücrelerine kadar sinmiş, acar bir öğretmen olarak görüyorum kendimi. Çok genç yaşta kazandığım tüm fırsatları, biraz da babamın etkisiyle bırakıp buraya geldim ben.'

'Minibüsle köye geldiğimde, ilk olarak Mustafa karşıladı beni okulun bahçesinde. Yaklaşırken baktım şöyle. İnceledim kısa bir an Mustafa Bey'i. Benden iki yaş kadar büyük görünüyordu. Bu köyden olmasa bile, belli ki bu yöreden biriydi. Bıyıkları kalın, sert bakışlı, zoraki gülümseyen bir yüze sahipti. Boyu da benden az uzun, burnu öne doğru çıkıntılı ve eğriydi. Kabadayı bir tipi vardı. Hatta hafif kambur olmasa belki ürkütürdü de... Şive tam bir doğu şivesiydi.'

'Yan yana geldiğimizde, sanki uzun yıllardır tanışıyoruz havasını yarattı. O sert bakışların altındaki şakacı yapısı bir tezattı sanki. Ya sert bakışlar yapaydı ya da şakacı yönü... ‘Torpak başan' demişti ilk elimi sıktığında ve ‘Ben de seni kelli felli biri zannettiydim.' diye de devam etmişti. Susmayıp konuşuyordu. ‘Ele o boyda galasan; boyunda benden gısaymış.' dedikten sonra, şiveyi çok sevdiğimi söyledim. ‘E ben de Vanlıyam; ama bu köyden değil, şanlıyam' dedi.'

'Gülümsemiştim kendimi tanıtırken. Konuşmamı çok kibar bulmuştu. ‘Kırılacaksan he, dikkat et hele' demişti. Sonraki konuşmalarında şiveyi düzeltmişti. Sorduğum zamanlarda nedenini, benim şakacı biri olup olmadığımı ölçmek için öyle konuştuğunu anlatmıştı.'

'İki yıl önce gelmiş köye Mustafa. O zamanki müdür yetkilisi evli olduğu için, kendisine ufacık öğretmenler odasını vermişler. Somya sığmamış ve yere yatak sererek yatmış. Bazen fareler üzerinde cirit atarmış. Geceleri de dört defa çay demlermiş. Bu yıl da artık son senesiymiş bu köyde.'

'Öğrenciler öğretmensiz olduğundan hemen derse girmemi istedi. Dersliğe yaklaştıkça, okul ve derslikle ilgili kısa kısa bilgiler de veriyordu. Konuşmaya başlamıştı ve susmuyordu. ‘Bu köy büyüktür ha! Beş yüz haneden fazla. Kan davası var. Sakın taraf olma sen. Öğretmeni severler. Yeter ki sen akıllı ol. Tamam mı gardaş? Önlüksüz tüm öğrenciler burada. Garibine gitmeye. Sen de mert birine benzirsen. Ha şu dağlar İrini Dağları. Beraber gezerik artık.' Konuşmalar garip değildi; asıl gariplik lojmanın küçük odasının eğitim öğretime açılmasıydı. Derslik kapısı ile yatacağımız oda kapısı arası sadece bir tuğla genişliği kadardı. Sınıfa girdiğimde daha da şaşırmıştım. Sağ ve sol duvar kenarlarına ardı ardına üçer sıra dizilmişti. Toplam altı sıraya dörder öğrenci oturuyor, zor sığıyorlardı.'

'Şaşkınım... Hayallerim böyle değildi ki...'

'Öğrenci sayısı artınca derslik yetmemiş, lojmanın bir odası da bu şekilde eğitime ayrılmış. Zaten iki odaydı lojman. Kalan tek odaysa, iki öğretmene yetmek zorunda... Yatma, dinlenme, oturma, ısınma, misafir ağırlama, banyo gibi işlemler hep o tek odaya sığacak bu durumda.'

'Çok garip binanın mevcut hali... Dış kapıdan girince hemen solda tuvalet var. Onun bitişiğinde de yatıp oturulan oda... Sonra derslik, bir sonrası mutfak... Her şey iç içe yani.'

Kapattım günlüğümü. 'Keşke Mustafa kalsaydı, İbo gelmeseydi' dedim içimden.

Açlık ve soğuk bana rahat vermiyordu. Soğuğu hücrelerime kadar hissedince, titreyen rakkase aleve baktım gazlı lambada. Benim için kolay ve sıcak olana sığınıp yine ilk geldiğim güne ve günlere döndüm. Bu kez günlüğümü değil, anılarımı devreye sokmuştum.

***

İlk olarak lojman ve dersliğe baktığımda; 'Sabah pijamayla mutfağa, tuvalete gitmek mümkün değil o halde demiştim Mustafa'ya. O da gülmüş, 'Bu örnek diğerleri yanında çok basit kalır be süt çocuğu' diye cevaplamıştı.

Artık dersliğin kapısındaydık. Birlikte girdik içeri ve ilk o konuştu:

'-Tünaydın çocuklar...'

'-...'

Cevap vermemiş, tuhaf tuhaf bakmışlardı yüzüne. Bozulsa da belli etmemiş, devam etmişti konuşmasına:

'-Yeni öğretmen getirdim size çocuklar. Bu yıl birliktesiniz. İnşallah üzmezsiniz öğretmeninizi.'

Genelde, ilk olarak derse giren öğretmenlere, idarecilerin yaptığı klasik bir söylemdi bu konuşma. Anlamadıkları o kadar belliydi ki; çocukların hiç birinde ses ya da tepki yoktu. Elimi sıkarak derslikten gitmişti Mustafa. Mahcup olmuştu gibiydi sanki çocukların cevap vermemesinden.

Öğrencileri gülümseyerek incelemiştim bu arada. Mutsuzdular. O kadar belliydi ki mutsuzlukları... Çocuksu bir sevinç yoktu yüzlerinde.

Bunları düşünürken bir erkek öğrenci parmak kaldırmıştı. Konuşmaktaydım ve görmezden gelmiştim bu isteği önce. Bu arada bir öğrenci üşümüş olmalı ki; yerinden kalkıp sobaya bir tezek atmıştı. İlk o an görmüştüm tezeği. Belli etmemiştim bilmediğimi; ama ben konuşurken izinsiz yaptığı için ters ters de bakmıştım. Okulda öğrendiklerimi anlatıyordum onlara. Başlarda dinleyen öğrenciler, iki dakika içinde dinlemez olmuşlardı. Garibime gitmişti. Neden konuşmadıklarını sordum; sadece yüzüme baktılar. Belli ki anlamamışlardı konuşmalarımı.

Az önce ısrarla parmak kaldıran öğrenci de aynı ısrarına devam ediyordu. Hem de aşırı ısrar... Yırtınır gibiydi. Belli ki başa çıkamayacaktım. İyice ters bakıp yüzümü astığım halde devam edince, konuşması için işaret ettim.

'-Ogretmen senin ananı ......!'

Ses edemedim. Soluksuz kaldım. Şoktaydım ve diyecek laf bulamıyordum. Tekrar etti...

'-Ogretmen senin ananı ......!'

Artık 'Acaba?' hali yoktu; küfürdü doğrudan doğruya! Çok kızgın bir halde, öfke dolu ses tonuyla azarlamayı abartmış, sesimi iyice yükseltmiş, büyük bir adama haykırıyor gibi ve mantığımı kullanmadan bağırmıştım. Birden kendime gelip de çocuğun gözlerinden boşalan yaşları görünce, kötü bir şey yaptığımı anlamış, yüreğimin sızısını hissetmiştim tüm hücrelerimde.

Az sonra yine parmak kaldırınca; bu kez gülümseyerek söz hakkı verdim çocuğa.

'-Ogretmen senin ananı ......!'

Artık dayanamaz olmuştum. Bu kadarı da fazlaydı. Küfür mantığımı yok etmişti iyice. Çocuğu bu kez kolundan sertçe tutup dışarı atmış, sonra da Mustafa'yı çağırıp durumu anlatmıştım. 'Tamam' deyip gitmişti Mustafa.

Kısa süre sonrasında, Türkçeyi iyi bilen büyük sınıflardan bir öğrenci, küfreden çocuk ve kendisi, hep birlikte gelmişlerdi dersliğe. Ayrı bir köşedeydiler ve konuşuyorlardı. Belliydi ki; büyük olan öğrenci o çocuğa, 'Yeni gelen öğretmene neden küfrettin?' demişti. Epey sonra da Mustafa'ya dönüp anlatmaya başlamıştı büyük olan çocuk:

'-Ogretmen bak, bu yetime var ya... Bu yetimeee teneffüsteeee, ha bu yanında olan çocuk, bunun anasına sövmüş. E olur mu heç ogretmen? Olmaz! Ters bize! Buna da zor gelmiş eşte. Dövememiş, gücü de yetememiş. Yeni ogretmene şikâyet etmiş.'

Çocuk bunları derken; ben küçüldüğümü, yok olduğumu hissetmiştim. Nasıl da anlamamış, üstelik de en yüksek tonda, büyük adama bağırır gibi bağırmıştım zavallıya.
***

Nerden nereye? İlk günümden süzülen bu anı, alevin ışıltısında beni daha da ısıtmıştı doğrusu. O anı yaşıyordum sanki.

Açlıksa, beni mutlu eden lambanın ışıltısını dinlememiş, ellerimi titretip, bayılma hissini tattırmıştı bana. Dört gündür tek lokmaya bile hasrettim. Berbat durumda, paranın işe yaramadığı bir andaydım. Dünya hızlanmıştı artık ve etrafımda son hızla dönüyordu. Kendimi çok kötü hissediyordum.

Sıvası yer yer dökülmüş kirli duvar bana doğru hızla geliyor, suratıma çarpacakken anında duruyor, kahkahalar atıyor, dil çıkarıyor ve aynı hızla geriye gidiyordu. Gölgeler yer değiştiriyor, eşyalar gölgelerle yarışıyordu. Çıldırmış gibiydi sanki odanın dört bir yanı ve içindeki eşyaları.

Bitmeyen, periyodik gidiş gelişler beni bunaltmış, ter içinde bırakmıştı. O soğukta, alev alev bir sıcaklık hissediyordum ve bedenimden terler fışkırıyordu. Yardım istemek için bağırmaya çalıştığımdaysa, sadece nefes sesimi duyabiliyordum. Renkler karışıyor, fiziki harita benzeri duvarlardaki gölgeler canlanıyor, boğazımı sıkan cinlere dönüşüyorlardı. Boğulduğumu hissediyor, çırpınıyor, bağıramıyordum. Duvarların içinden ve engebeli sıva gölgelerinden çıkan cinler oynayarak geliyor, hayalet giysileri giyiyorlardı önümde. Sonra boş sobadan çıkan diğer hayaletlerle buluşuyor, gözlerimin içine bakıp alay edercesine ve kahkahalar atarak dans ediyorlardı hem de...

Etrafım kararıyor, grileşiyor, isler çıkıyordu yerlerden. İsin keskin kokusu genzimi yakıyor, kara kara tozları burnuma doluyordu. Kimi yumrukluyor, kimi tokat atıyor, kimi de hançerle çiziyordu her yanımı. Kanımın rengi bile simsiyahtı. Kara kan sızıyordu halıya doğru.

Evdeki sobadan, pencereden, duvarların gri gölgelerinden, kapılardan doluşuyorlardı içeriye. Her gelen bana vuruyor, alay eder gibi oynuyordu karşımda. Çaresizdim, yalnızdım, sesimi çıkartamayacak kadar perişandım.

Suratıma gelen müthiş tokat seslerini duyuyor, hissediyordum. Hem de birbiri ardına, durmamacasına ve acımasızca vuruyordu cinler. İsmimi söyleyerek; 'Uyan Turgay! Artık kendine gel!' diyordu bir ses ayrıca.

Yerlerde sürüklendiğimi hissettim. Kolumdan tutmuş, ite çeke götürüyordu beni birisi. Ateş gibi yanan bedenime, alev çıkan suratıma buz gibi hava vuruyordu. Yerdeydim ve sırılsıklamdım. Yanı başımdan, uzaklardan ıslık sesleri duymaktaydım. İçimden, 'Cehennemdeyim galiba' diyordum. Gözümü açamıyor, etrafımı hiç mi hiç göremiyordum.

Dünya birden hızla döndü; sonra sesler kesildi.

23 Kasım 2018 9-10 dakika 27 öyküsü var.
Yorumlar