Köyde Son İki Yıl (b.ö.r. -28-)

İl merkezine uzak bir köy. Kente gitmek için sabahın köründe kalkıp çamurlu yollara düşeceksin. Bir vasıtaya can attığında şansın yaver giderse ancak oturacağın koltuk bulursun. Eğer vasıtanın hareket ettiği köyden şehre gidenler kalabalık ise ayakta, sağa sola sallanarak yolculuğu tamamlarsın. Okul lojmanın aşırı dar, adeta bir küçük hücre görünümünde. Bu koşullar altında köyde çalışmanın biraz olsun çekilir hale getiren olgu artık elektriğe kavuşmamız. Okuduğum kitaplarla, dayanılmaz yalnızlığımı bir nemse gidermeme karşın çocuklar adeta hapis hayatı yaşadı uzun yıllar. Evimizde çoluk-çocuk ve komşularla televizyon izleme imkânına sahip olmamızla kendimizi mutlu hissediyorduk artık.

Öyküme konu olan yıllar seksenler. Merkeze bağlı fakat merkezden uzak bir köy. Öğrenciler, öğretmenler, müfettişler ve amirlerle bir aradayım. Ülkede siyasi yasaklar en katmerli bir biçimde uygulanıyor. Yıllarca, bilgiden, aydınlanmadan yoksun, cehaletin esaretinde yaşamış; kahkaha ile gülmesinin bile hoş karşılanmadığı benim halkım, darbeci generalleri bir kurtarıcı olarak görüyordu. Siyasi liderler baskı altında tutuluyor. Onlara siyaset yapma yasağı konmuş. Halkla iletişimleri engellenmiş. Yazılı ve sözlü basını kontrol eden generaller mevcut siyasilere ver yansın ediyorlar. Kendisini devlet başkanı ilan eden Evren paşa emir ve komuta zinciri altında ülkeyi yönetiyor. Siyaseti dizayn ediyor.

Köylü, tamamen olaylardan uzak. Büyükler ne söylerse itirazsız kabul ediyor. Başkan babamız uzman. Memleket yönetiminde, din konusunda, güzel sanatlarda... ezan sesi duymamış ne makbul fikirler yürütüyor! Koruma ordusuyla sık sık yurt gezilerine çıkıyor. Önceki yıllarda siyasi liderleri alkışlayan toplumumuz bu kez darbeci paşasına alkış tutuyor. Evren anlatıyor:

'Hiç unutmam yine böyle bir gün, Salı mıydı yoksa Perşembe miydi? Halk toplanmış beni dinliyor. Netekim harekâtımızın ne kadar haklı olduğunu alkışlıyor...' Böylesi nutukları çok duyduk. Hele: 'Memleketimizin güvenliğine kast eden anarşistleri asmayıp ta beslemeli miydik? Bir soldan bir sağdan adam asıyorduk...' Sözlerini dinlemek tüyler ürpertiyordu. Geçmiş yıllarda yaşanan ekonomik ve siyasi zorluklardan bıkmış toplum biraz da peygamber ocağı askerliğe duyduğu saygıdan olacak astığı astık, kestiği kestik devlet başkanının sözlerine çoğunlukla inanır hale gelmişti. Medya desteğini de arkasına alan generaller, tüm özgürlüklerin tırpanlayıp, demokrasi adına çağ dışı bir anayasayı da yüzde doksanların üzerinde bir oy oranıyla kabul ettirdiler.

Yeni anayasa hükümlerine göre askeri güdümlü, siyasi partilerin kurulma aşamasına geçildi benim güzel ülkemde. Bazı partiler daha kuruluş aşamasında kapatıldı. Kurucularına siyaset yapma yasağı uygulandı. Ağzında purosu emekli bir generalin genel başkanı olduğu yeni kurulan bir parti kendisini zorunlu olarak iktidar adayı olarak ilan etti. Ekonomik dengeler yerlerde sürünüyor. Enflasyon alıp başını gitmiş. Generallerin ekonomi bakanları bütçeyi düzeltmek, ekonomiye yeniden yön vermek adına çeşitli kararlar açıklıyorlar. Her açıklanan kararlarla yeni vergiler ve fiyat artışlarıyla karşılaşıyoruz.

Ülkedeki Atatürkçü ve ilerici kadrolar başta ilim yuvası üniversitelerimiz olmak üzere devletin tüm kadrolarından ihraç ediliyor. Doğada boşluk kabul etmez örneği, yönetim kadroları da boşluk kabul etmiyor. Aksak-topal da olsa devletin kuruluş felsefesini yürütenlerin yerini cumhuriyet yönetimiyle sorunları olan, laik sistemle kavgalı kadrolar alıyor. Askeri darbeye açıktan destek veren, 'Bizim çocuklar Türkiye'de darbe yapmış.' diyen Sam Amca durumdan gayet memnun haliyle. Yönetim kadrolarına getirilenlerce ülkemin başına ileride neler getirileceğini ilerleyen zamanlarda ulusça görecektik elbet. Yer karasında yaşanan askeri darbelerin arkasında Sam Amca ve sanayileşmiş batı ülkelerinin olduğu hep görüldü geçen yıllar içinde. Özellikle dev silah fabrikaları her yıl en son model öldürücü silahlar üretilir. Fabrikaların faaliyetlerini sürdürmesi, üretilen silahların pazarlanması elzem. Artık Birinci ve İkinci Dünya savaşlar gibi kitle savaşlarına gerek yok. Önce az gelişmiş ülkelerin iç işlerine müdahale edilir. Ülkelerde iç karışıklıklar oluşturulur. Daha sonra askeri darbelere açıktan ya da zımmen destek verilip, kendilerine bağımlı yönetimler iş başına getirilir. Bazen küçük ülkeler işgale uğrar, zenginlik kaynaklarına el konur. Dünyaya hükmeden bu sömürücü emperyal güçler tüm bunlar yetmezmiş gibi kendilerini barış yanlısı, demokrasi aşığı ilan ederler. Anadolu deyişiyle, 'Zengin arabasını dağdan aşırır, fakir düz yerde yolunu şaşırır.' Bu kısır döngü sürüp gider. Aynı filmler ülkemizde de yaşandı. Halkın aydınlanmasını, ülkenin öz kaynaklarına sahip olmasını savunan kadrolar işbaşından uzaklaştırılıp onların yerine, bol yağmurlu yıllarda yerlerde hızla büyüyen mantarlar gibi çoğalan, tarikat, cemaat ve benzeri kuruluşların gerici kadroları söz sahibi oldu.

Demokrasi rafa kalkmış, öz kaynaklarımız sömürülüyormuş, köyde kimin umurunda! Kilerinde kışı geçirecek zahiresi, samanlığında, ahırındaki hayvanlarını bahara çıkaracak otu ve kümesindeki tavuklarına yetesiye yemi varsa gerisi düğün-bayram köylü için. Kentlerde, düşünce suçundan insanlar hapishanelere sığmaz olmuş... Çoğu kez köy kahvelerinde sohbet konusu bile değil. Köy öğretmeni olarak etliye-sütlüye karışmazsan rahat edersin. Emme bir de şaşırır, ülkede yaşanan insan hakları ihlallerinden, demokrasi özleminden söz edersen yaz mevsiminde rüzgârlı havalarda Karadeniz sahillerinde kulaç atıyorsun demektir. Atatürk ilkelerinden gün gün uzaklaşıldığından; ülke yönetimindeki söz sahibi paşaların Sam Amca'nın çıkarlarına daha çok hizmet ettiğini anlatmak yüzme bilmeden denize atlamak demekti seksenlerde bu topraklarda. Hele de köylerde.

Meslekte on üçüncü yılımı yaşıyorum. Okulun ve lojmanın kışlık odun gereksimini erkenden çözdük. Ders başı yaptım. Öğrencilerim pırıl pırıl. Devamsızlık sorunum yok. Yeni kayırlarla otuzun üzerimde öğrencim var. Yıllardan beri birleştirilmiş sınıf okutuyorum. Bu işin uzmanı oldum. Gelecek yıllarda büyük okullarda çalışma olanağını yakalarsam ancak o zaman tek bir sınıf okutma şansım olacak. Öğrencilerime, arkadaşlık, dostluk, anlayışlı olma, paylaşma, hoşgörü, duygudaşlık gibi güzel hasletler kazandırma çabasını aralıksız sürdürüyorum. Onlarla bütünleşip, gün gün güzel davranışlar edinmelerini ve akademik başarılarının istenilen düzeylere gelmelerini görmekle zamanın hızlı geçtiğini fark etmiyorum.

Mesleğe başladığımın ancak ikinci yılında teftiş gördüm. Yaşamım boyunca saygıyla andığım öğretmen dostu, güler yüzlü, oldukça kilolu, keçi yollarını tırmanırken tık nefes köyüme ulaşan bu ilk müfettiş gibilerine az rastladım. Amirden, teftişten uzak köylerde Atatürk ilkelerini benimsemiş, ülke sorunlarına vakıf görevimi hiç aksatmama konusunu çalışma yaşamımda kendime düstur edinmeme karşın müfettişlerce yıllarca gereken ilgiyi göremedim. Uzak köylerde bizim de bir arayanımız, bir soranımız var duygusunu hiç hissedemedim. Öğretmen sorunlarına ilgi duyma, bizlere rehberlik yapma, uzak köylerde çalışmaya özendirici sözler bekler köy öğretmeni büyüklerden. Senede bir kez ziyaretimize gelenlerin çoğu kez, yukardan bakan, çalışmalarımızda bir eksik arayan, burunları havada hallerini görmek beni ve benim gibi köylerde çalışan nice adsız meslektaşlarımı çok üzerdi.

Öğretmenlikte on üçüncü yılım. Güneşli, ılık bir nisan sabahı, ders zili çalmış. Sınıftayım. Ara ara tarlalarda boy atan ekinlere gözüm takılıyor. Okulun bahçesindeki çimenler büyümüş, çiçeğe kesmiş. Ekinler yeşillik denizi. Ağaçlarda arılar vızıldıyor, börtü-böcek mutlu, hepsi kendi âleminde. İlkbahara kavuşmanın güzelliğini yaşıyorlar. Sene başı toplantılarında tanıştığım genç bir müfettiş sınıfımı ziyaret ediyor. Müdür yetkili bir öğretmenin yapması gereken rutin işlerimde bir eksik yok. Defterlerimi imzalıyor güler yüzlü müfettişim. Öğrencilerin okuma-yazma durumunu irdeliyor. Birinci sınıflarımla ilgileniyor.

Dört ve beşinci sınıflara sayıların okunup yazılmasıyla ilgili sorular soruyor. Elinde tebeşir, tahtaya sayıların okunup-yazılmasında öğrettiğimiz bölükleri gösterir bir şekil çiziyor. Ve yazıyor, yüzler, binler, milyonlar... Bölüğü diye. Bana dönüp, ' Hocam, bu konuyu işlerken basaklardan ziyade bölükler üzerine daha fazla yoğunlaşırsanız konuyu daha kolay kavratırsınız...' Diyerek bir öneride bulunuyor. Ben de aynı yöntemle çalıştığımı belirtiyorum. Ayrıca, 'Bölükler adlarını ilk basamaklardan aldıklarını böylece birinci bölüğün adının yüzler değil birler bölüğü olduğunu anımsatıyorum.' Müfettişimle kaynak kitaba bakıyoruz. Konunun dediğim gibi olduğunu birlikte bir kez daha görüyoruz.

Öğle yemeğini, komşu köy okullarında teftiş yapan müfettişlerle birlikte okulumda yiyoruz. Müfettişim anlattığı hoş fıkralarla bizleri hayli güldürüyor.

'Köyün birinde sebze bostanlarına köyün imamı ile bir mandalın girdiğini görür bir çocuk. Aceleyle evdeki babasına ünler, 'Baba bostana imamla bir manda girmiş, ne yapayım?' Baba, yanıtlar, 'Oğlum imamı çıkar bostandan. Manda zarar vermez sebzelere...' Müfettişin fıkrasına herkes kahkaha ile güldü. İlk kez bu müfettişten 'çok iyi' dereceli bir rapor aldım.

Aynı yıl nisanın son günlerinde merkez okuldaki ortaokul öğretmenleri ve çevre okullarıyla birlikte koşu, şiir okuma gibi yarışları, içeren bir şenlik düzenledik. Okul olarak, kızlarda Arif Nihat Asya'nın Bayrak, erkeklerde de Cahit Külebi'nin Atatürk şiiriyle birinci olduk. Okulca sevindik. Derecemiz köyde de sohbet konusu oldu.

Geçen zaman içinde kooperatif evim tamamlandı. Oğlumun kaydını İzmit'te bir ortaokula yaptırdım. Çocuk okutma mazeretini de belirterek şehir okullarında sıra tayini istedim. Ayrıca kentin kenar mahallelerindeki sıraya tabi olmayan okullara da ayrıca atanma dileğimi belirten dilekçelerimi müdürlüğe teslim edip yaz tatili için memleketime gittim. Uzun yaz günlerinde en büyük hayalim mesleğimin on dördüncü yılında bir kent okuluna atanmak. Bu hayaller içinde köyde, çayırdı, tarlaydı derken yoğun çalışma temposu içinde günler geçti. İzmit'e döndüğümde soluğu müdürlükte aldım.

Atama listeleri asılmış. Ne göreyim, atanmam Kandıra ilçesinin bir köyüne yapılmış. Hani ne denir, ' Ölür müsün, öldürür müsün?' Ya sabır! Mili Eğitim Müdürü'nün odasına dalıyorum. Durumumu anlatıyorum bir solukta. Atama işlerine bakan bir müfettiş çağrılıyor. Neymiş efendim, yakın köyümde bay-bayan evli bir çift çalışıyor. Onların öğrenci mevcutları azalmış. Erkek arkadaşı benim köyüme beni de Kandıra'ya atıyorlar. Ne adil bir çalışma! İstemlerim hiç önemsenmemiş. Sıra atanmam için önümde daha yetmiş iki aday var.

Tarifsiz kederler içinde valilik koridorlarında dolaşıyorum. Benim gibi morali yerlerde sürüklenen, okuluma yakın bir köy okulunda çalışan bir arkadaşla karşılaşıyorum. Arkadaşın önceki yıl ebe olan eşiyle sorunları olduğunu ve eşinin kendisini terk ederek Kandıra'ya atandığını duymuştum. Bu kez sular durulmuş. İlişkileri normale dönmüş. Arkadaşım eşinin yanına gitmek adına dilekçe verip tayın istemiş. O'nun da benim gibi atanması yapılmamış. Sisler yavaştan dağılmaya başladı. Arkadaşımla karşılıklı tayın yaptırabilirsek, O, Kandıra'ya ben onun köyüne gidebilirim. Arkadaşın köyü ana yola yürüme kırk beş dakika uzaklıkta. Her gün anayoldan geçip daha ilerlerde askeri radara giden ve akşamleyin kente dönen bir araç olduğunu biliyorum. Askeri araçla bir meslektaşımın okuluna sabah gidip akşamleyin kente, evine döndüğünü duymuştum önceki yıllarda. Ben de aynı biçimde yapabilirim diye kafamda proje oluşturdum. Düşündüklerimi arkadaşımla paylaştım. O, bu çözüme dünden razı. Bu kez karşılıklı atanma isteğimizi dilekçelerle büyüklerimize arz ettik. Duvar ses veriyor, Milli Eğitim Müdürümüz ses vermiyor. Bir türlü istemimiz gerçekleşmiyor. Ne acı iki öğretmen köylere karşılıklı atanmak istiyorlar. Olmuyor, olamıyor! Tarım İl Müdürlüğünde çalışan akrabama durumumu anlatıyorum. Tarım müdürü iki kez müdürümüzü ziyaret ediyor. Nihayet istemime olumlu bir yanıt alıyorum. Yeni bir dilekçe ve Tarım Müdürlüğünde çalışan akrabamla müdürümüzün makamına dayanıyoruz. Müdürün sekreteri elinde bir matbu kâğıt, 'Müdürümüz ikinci sırada. Bu kâğıdı alır mısınız? Siz de bu belgeyi iki kişiye pazarlayacaksınız...' türünden sözler ediyor. Öylesine konulara ilgi duymadığımı belirtiyorum. Ziraatçı akrabam kulağıma sessizce şu sözleri söylüyor: ' Anlamıyor musun, senden rüşvet isteniyor...' Başa gelen çekilir. Sekreter hanıma bir miktar para ödeyip dilekçemi imzalatarak valilik binasından ayrılıyoruz.

Yeni atandığım köyümde ders başı yaptım. Bir taraftan da İzmit'e evi taşıdım. Askerlerimizi radara taşıyan otobüsteki bir havacı albayımıza durumumu arz ettim. İstemim olumlu karşılandı. Her gün tamımı tamına iki saate yakın yayan yol yürümem gerekiyor yeni okuluma gidip, akşamleyin eve dönmem için. Daha otuzlu yaşlarımın başındayım. Katlanmam gerekiyor, katlanıyorum. Meslekte bu üçüncü köyüm ve okulum. Okul güzel, daha yeni yapılmış, lojmanı kullanışlı. Lojmanda bir kat yatak bıraktım. Yağmur ve karlı günlerde köyde kalmayı planladım.

Yeni okulumda otuzun üzerinde öğrenci mevcudum var. Selefimin, eşiyle olan sorunları ağır basmış olsa gerek sağlıklı bir çalışma yapamamış. İkinci sınıflar tamamen ummi durumda. Olacak bu ya, aradan tam iki ay geçti. Bir müfettiş ziyaretime geldi. Öğrencilerin durumunu beğenmedi. Bu okula yeni atandığımı, günde iki saate yakın yürüdükten sonra ancak okula gelip-gidebildiğimi anlattım. Müfettişimiz, 'Hocam size başarısız rapor yazacağım.' Diyerek sınıfı terk etti. Cevaben, 'Efendim, iki ay içinde peygamber olsaydım öğrencilerin durumu pek farklı olmazdı...' türünden sözler söyledim. Daha sonra duyuyorum. Bana geçen yıl çok iyi rapor yazıp hakkımda güzel sözler söyleyen müfettişin de etkisiyle ancak 'orta' raporla durumumun değerlendirildiğini gördüm. İlkbahara doğru aynı müfettiş bir kez daha kapımı çaldı. O yıllarda küçük sınıflara tek ders kitabı okutuyoruz, Türkçe. Birinci sınıflarım bile normal okur-yazar durumda. Müfettişimiz ikinci sınıfları okuttu. Tek kitap elde, öğrenciler metinleri şiir gibi okudular. Bu kez müfettiş beye sordum, 'Hocam öğrencilerimin durumunu gözlemlediniz. Bana daha neler önerirsiniz başarı adına...' 'Siz de on dört yıllık bu meslekte bende, size ne önerebilirim...' diyerek müfettiş beyi okulumdan ayrıldı. Aynı yıl içinde 'iyi' dereceli bir teftiş raporu daha yazıldı hakkımda. Hani neredeyse başarısız rapora muhatap olup meslekte yetersiz öğretmenlere uygulanan kursa tabi tutulacaktım. Müfettiş bey, benim eski Töb-Derli olmamı beğenmemiş. Suların bulanması bu yüzdenmiş. Başarısızlıkla itham edilmemin gerekçesi buymuş meğer...

Meslekteki son köyümde güzel anılarım oldu. Bir yıl çalışmama karşın velilerimle dostça ilişkiler kurdum. Radar servisini bir gün birkaç dakika arayla kaçırdım. D 100 Karayolunda azami on beş yolcu alan dolmuşlar çalışıyor. Bir dolmuşu durdurup sürücüyle pazarlık yapıyorum:

'Yolcu almadan aracını süreceksin. Sana on beş kişi ücreti ödeyeceğim. Beni az önce hareket eden askeri otobüsüne kavuşturacaksın.' Böylece otobüsümüze kavuşuyorum. Başka bir gün aracın çok erkenden gittiğini öğreniyorum. Tatbikat olduğu günlerde askerlerin bana bilgi vermesi yasak. O nedenle aracın erken gideceğini öğrenemiyorum. Bu kez otobüsten inip köyüme yayan gittiğim yola kadar epey bir para ödeyerek taksi kiralayıp okuluma gidip, öğrencilerimi öğretmensiz bırakmıyorum.

Köyde hasta olup, hastahaneye gideceğimiz zaman müdürlüğümüze uğrayıp sevk kâğıdı alarak sağlık kurumlarına müracaat ederdik. Sevk kâğıdımız aynı zamanda izin belgemiz yerine geçerdi. Köyüme giderken arabayı kaçırdığım zamanlarda bu yola başvurup okula gitmeyebilirdim. Şimdilerde anılara daldığımda öğrencilerimi öğretmensiz bırakmamak adına yaptığım eylemimi anımsayınca hissettiğim mutluluk duygusunu tanımlayamam.

Kendini halkına adamış, idealist duygularla yetiştirilmiş bir köy öğretmeninden farklı bir davranış elbette beklenemez. Çünkü bizler ülkemizin kalkınması ve tam bağımsız olabilmesi, halkımızın özgür yaşaması için bu uğurda çalışmaya çok çalışmaya ant içmiş nura-ışığa doğru can atan Türk gençleriyiz...Bu ülküyle yetiştik, bu ülküyle yaşadık ve ölmeden önce ülkemizde ülkümüzün yaşam bulmasını görmek en büyük arzumuzdur...

29 Temmuz 2016 15-16 dakika 205 öyküsü var.
Yorumlar