Küfürbaz

Bir de arka sokakta Recep vardı. İçkici, esrarkeş, küfürbaz, bir Allah'ın cezası... Bazıları ona İrecep, bazıları da Erecep derlerdi. Sigaradan ya da esrardan dişleri köklerinden çıkmış, uzamış; o nedenle ağzını kapatamayan, gülüyormuş gibi araları yemek artıkları dolu sapsarı dişleri dışarıda, gözleri yarı kapalı, baygın bakışlı, gözlerinin etrafı, özellikle altları morarmış, yüzü ergenlik mezarlığına dönmüş, iğrenç bir tip...

Karısının adı Sıdıka'ydı ama ona Giritliler Sidiko diyorlardı. Giritliler de isimlerin sonlarına O getirmeyi adet edinmişlerdi. En küçük oğullarının da adı Ali'ydi. Ona da Aleko diyorlardı. Amediko, Hamdiko... Kadriye'ye Kaduruş diyorlardı. Deforme ediyorlardı, isimleri, yerlilerle Giritliler, el birliğiyle. İlkin biz asıl isimlerini söyledik. Sonra biz de değişikliğe uğramış hallerini kullanmaya başladık. Aleko'ya Ali desek, bakmıyordu. Kaduruş da öyle. Sadece okulda ve resmi dairelerde gerçek isimlerini anımsayıp, kulak kabartıyorlardı.

Küfürbaz Recep'in oğlu vardı. Kendisi gibi çelimsiz... Sıska, çengel bacaklı... Çöpten çocuk... Anasının babasının ilk erkek çocuğu, ilk göz ağrısı... Vermişler yüzü vermişler yüzü, şımarmış da şımarmış... Güya futbolcu olacakmış da... Miniklerde oynayacakmış da... Anasını babasını kurtaracak, taksilerde gezdirecekmiş de... Pinokyo gibi orasını kırarken burasını kırarken, o zamana kadar sağ kalırsa... Babası gibi ayyaş, esrarkeş, sigaracı olmaz da ciğerlerini yemezse... Ön tekerelek nereye giderse, arka tekerlek de oraya gider derlerdi de tekerlek izlerini incelerdim, tozlu yollarda; özellikle yağmurlardan sonra yollara imzalarını atan faytonların ve tatar arabalarının.

Bir de sapsalak ablası vardı, on beşinde... Diline bir türkü dolamıştı. Burnunda kuruyan mı vardı, ondan mı tıkalıydı yoksa genzinde et mi? Çingeneler gibi söylerdi:

_ 'Kız on beşli on beşli
....Tokat yolları taşlı
....On beşliler gidince
....Kızların gözü yaşlı...'

Radyoda da bu türkü başladı mı okunmaya, onu hatırlardım. Zekiye'yi... Aman da ne zekiydi ya... İlkokul ikinci sınıfta üst üste defalarca kaldığı için, arka kapıdan diplomayı almış, kestirmeden takdirnameyle belgesini alarak mezun olmuş; adını, altın harflerle okulun şeref listesine zekice yazdırtmıştı. Armut, ağacından uzağa düşmez. Çocuk, ailenin aynasıdır. Ağaca çıkan keçinin, dala ardılan yavrusu olur. O babasının namus timsali de akşama kadar kapının önünde oturur, yoldan gelip geçen oğlanlara baygın baygın bakar gülümserdi.

Neden sevmiyordum, bu aileyi? Evlerinde herkes küfrediyordu da ondan... Bir de o sıska çocuklarını camlattırıp duvara asacaklardı sanki. Herkesin çocuğu kendisine güzel, başarılı ya da değerli ama buna ilgi çok fazlaydı ve yönlendirme de son derece yanlıştı. Anne baba oğullarına:

_ 'Taş at, kolun açılsın! Koş yavrum, koş! Vur oğlum, gebert!' diyorlardı, oyunlarımız esnasında. Zaten sağ kolu alçıdan yeni çıkmıştı. Kayısı araklarken ağaçtan düşmüştü. Kolu, taş ata ata açılacakmış. Hareket yapsın... Başka yolları da vardır herhalde. Benim de aynı yerden aynı kolum kırıldı. Bana hiç öyle diyen olmadı. Onun ne ayrıcalığı vardı? Yerde elinin değmediği taş bırakmadı. Ya birisinin kafasına, gözüne gelse?

Bunlar da Giritliydi. Bir göz odada kalıyorlardı. Yiyecek yemekleri yoktu, evine doğru dürüst ekmek getiremiyordu ama Recep'in esrara verecek parası vardı. Üstü başı dökük, pejmurdeydi. Kıvırcık sarı saçlarında kepeklerle bıçkı tozları oynaşmaktaydı. Kim bilir kaç gündür sabun, su ve tarak değmemişti, kafasına. Karısı da öyle... O da dökülüyordu. Saç baş darmadağın, ruh darmadağın...

Çocuk, iyi futbol oynuyormuş. Oynar tabi. Nüfusa iki yaş geç yazdırılmış, kart küçük... Asıl yaşı on... Sekiz görünüyor. Ana baba cahil... Üstüne bir çocuk daha gelince, akıllarına gelmiş de önce onu, bir sene sonra da kardeşini nüfusa kaydettirmişler. Ailenin değil, sülalenin medar-ı iftiharı...

Eni boyu yüksekliği adama benzeyen o küfürbaz adamı görmemek, o latilokum sözlerini işitmemek için evde olduğu zamanlar kapıları açık oturdukları için sokağın o tarafına gitmek istemezdim. Çok rahatsız edici bir kişiliği vardı. Bir şey söyleyeceğince önce bir cümleyle küfrediyor, sonra diyeceğini diyordu. Sümsük, ezik, toplum kaçağı silik biriydi. Birisi yanından geçerken ya da o birisinin hizasına geldiğinde elini kolunu nereye koyacağını şaşırır, sıkılır, kızarır bozarır, bunu yenebilmek için de küfretmeye başlar, ondan cesaret alarak ayakta kalabilirdi. Kadın kız görse yüzü kızarırdı. Aklından neler geçerdi de kızarırdı, bilmiyorum ama iyi şeyler geçmediği kesindi. Aksi halde neden utansın, sıkılsın da başlasın küfretmeye?

Ona göre karısı ve kızından başka herkes kötü yolluydu. Bütün kadınlar ve genç kızlar... Anası bacısı, karısı kızı ise gökten inme melek... Şüphesiz mübarek kişilerdi. Onlara laf yoktu. Sadece kendisi dil uzatabilirdi onlara. Sadece o küfredebilirdi, istediği gibi... Hani Tuzsuz Deli Bekir tiplemesi vardır ya içip içip nara atan... Recep de aynıydı. İçer içer, üstü başı tahta tozu içinde, saçlarında, omuzlarında bıçkı tozları, talaş parçaları, kendisini çoktan terk etmiş, boya yüzü görmediği için siyah rengi çoktan unutup boz bir renge bürünmüş, topuklarından iki parmak önden giden aldığı gün arkasına bastığı ayakkabılarını sürükleye sürükleye evine gelirken, onu taklit ederek bağırırdı, sokaklarda. Arada savurduğu küfürler de cabası:

_ 'Heyt!.. Savulun yoldan!.. Anamı kesen ben, babamı kesen ben... Kız kardeşinin ciğerlerinden meze yapıp içen yine ben!

Bir gün yakalamışlar, kimlik sormuşlar. Diklenmiş. Almışlar arabaya, doğru alkol muayenesine, adli tıbba. Polislere de diklenmiş. Kimliği evde, arka cebinde... Karısına haber etmişler. Kadın kimliği alıp gitmiş. Beklemiş karakolda. Neden sonra polisler getirmişler, zil zurna... Elleri arkadan kelepçeli... Kollarının içleri kızarmış... Sarı pişik suratı kan kırmızı... Arabada camları kırmaya kalkmış. Hastanede polise tekme atmış. Memurlar sabretmiş, biraz sarhoşluğuna vermişler. Bakmışlar üstü başı dökülüyor. Acımışlar.

Karakolda karısını görünce oturtulduğu yerde sinir krizleri geçirmeye başlamış. Sonra uyuma isteği gelmiş. Başını sağ omzuna yatırmış, uyuklamaya başlamış ve düşmüş yere. Polisler iki taraftan kollarına girip oturtmuşlar. Yine bayılır gibi yere yığılmış. Bu defa kelepçeyi çözmeye çalışmışlar:


_ 'Bırakın! Çözmeyin kelepçemi! Ben onunla daha rahatım!' diye mücadele etmiş, rahat durmamış. Almışlar aşağıya. Kadına:

_ 'Sen gelme! Burada kal! Bekle!' demişler.

Aşağıya indirmişler. Orada ne olduysa, kadın bilmiyor. Galiba başını suyun altına tutmuşlar, ayıltmaya çalışmışlar. Tutanak tutulmuş. İmzalaması için aşağıya götürmüşler. İmzalamamış. Tutanağın altına not düşmüşler: 'İmzalamaktan imtina etti.' diye.

Ne dediğini bilmiyormuş. Ağzına gelen her şeyi söylüyormuş. Kadının haline bakmışlar. Ayağında bir naylon terlik, üstünde yırtılmaya yüz tutmuş soluk bir basma entari... Saç baş darmadağın, ruh darmadağın...

Polislerin elleri ayakları titriyor, sinirden, yorgunluktan. O kadar işin arasında elin ayyaşıyla sarhoşuyla uğraş... İki polis zor zapt etmiş. Yazın sıcağında bir akşamüstü, akşama kadar bununla uğraşmışlar.

Temmuz başları... Bir Pazar günü... İş yok ya... Parkta üç arkadaşıyla çekmiş kafayı... Birileri de şikâyet etmiş, polis çağırmış. Bunda kimlik çıkmamış. Bir de diklenince, sarhoş olduğu için toplum huzurunu bozmaktan, polise hakaretten içeriye atacaklarmış. Çoluk çocuk zaten sefil... İyice aç açıkta kalacaklar. O bir göz oda da zaten kira... O iki polise sormuşlar, şikâyetçi olup olmadıklarını. Polisler bir bakmışlar kadıncağız perişan, iki gözü iki çeşme... Kucağında en küçük oğlan, burnu sümüklü, gözü çapaklı, bir deri bir kemik... Acımışlar:

_ 'Hayır, arkadaşım. Şikâyetçi değiliz.' demişler.

Kadın oralarda beklemiş. Ayılıncaya kadar... Zaten akşam sekizde gitmiş oraya, yemek falan yemeden, ne kendisi ne bebe... Çocuk mızırdamaya başlamış. Dayamış memeyi ama kendisince can yok. Memede süt yok, pörsümüş besin torbası ikisi de... Bir birine geçirmiş, karakolun yan tarafındaki bankta, bir ötekine... Bebe asılmış asılmış memelere, süt yok... Basmış yaygarayı!..

Dışarıda nöbet tutan polislerden birisi acımış. Yan taraftaki dükkândan peynirli kaşarlı bir tost yaptırtmış, kadına vermiş. Bebeye de bir şişe süt alıvermiş. Sidiko önce bebeye sütü içirmiş, kalanı tam ağzına götürecekmiş ki karar değiştirmiş ve yan tarafa koymuş. O sırada karşıdaki başka bir polis memuru olayı görmüş. Hemen aynı dükkâna gidip, bir şişe süt daha almış ve kadının eline tutuşturmuş. Kadın bir süte, bir polise bakmış, usulca şişeyi almış:

_ 'Allah razı olsun! Süt olsun diye içecektim, çocuk içsin diye bıraktım. Yarımı içeyim. Bunu saklayayım. Evde bunun bir büyüğü daha var. Ona da tattırırım. Sağ ol.' demiş.

Tosttan bir iki kere ısırmış, üçüncü kere ısıramamış. Sarıp, süt şişesinin yanına koymuş. Yarımdan az kalan sütü içmiş.

Recep, pazartesi gününün ilk dakikalarına kadar ayılamamış. Kadın, kucağında çocuğu ile bankta beklemiş. Yarı sarhoş kocasını almadan gitmemiş.

***

BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 91

04 Ağustos 2010 8-9 dakika 92 öyküsü var.
Beğenenler (5)
Yorumlar (1)