Kundak

Kadın doğum ünitesinin koridorunda volta atıyorum. Odaların kapılarında mavi ve pembe pelüş ayıcıklar, kalpler... ‘Hoş geldin bebek' yazıyor üzerlerinde. Bizimkisi henüz teşrif etmediler, bekliyoruz. Gecenin ikisi ve karmaşık duygular içindeyim. Baba değilim henüz, baba gibi davranıyorum. Kadınlar daha heyecanlı, daha arzulu bu konuda. ‘Annelik fıtridir, babalık öğrenilir' diyorlar, doğru olsa gerek. Hemşire karımın odasına giriyor. Karım dediğime bakmayın, ben giremiyorum çünkü namahremmiş. Oysa hala nikâhımız var, boşanmış değiliz.

Boş verin siz bu patolojik fikirleri. Asıl sorun, ne olduğumu bilmemek. Bir görevim var; doğum sonrası hastane masraflarını karşılamam lazım. Getir götür gibi ayak işlerine bakmam lazım. Ha, arada bir kayınvalidem seslenirse onun isteklerine kulak kabartmam lazım.

- Suni sancı veriyoruz, diyor ebe.

-O da ne ki?

- Doğum daha kolay olsun diye makinelerle verilen sancı.

- Haaa, diyorum anlamış gibi yaparak.

Neden karımın odasına girmediğimi sorguluyorlar mı acaba? Şu ana kadar bunu sormadılar bana. Aslında anlatmayı, akıllarında var olduğunu düşündüğüm soruyu cevaplamayı istiyorum. Ne söyleyeceğimi, söyleyeceklerimi nasıl söyleyeceğimi düşünüyorum. Biliyorum, er geç bu soru gelecek yahut ben koridorda aylak aylak dolaşmamın sebebini, üzerime dikilen meraklı gözlerin merakını gidermek için anlatacağım.

Saat bire yaklaşmış. Karımın sesini duyuyorum. Bir dakika sonra çığlığın yerini normal bir konuşma alıyor. Kulak kabartıyor, ne konuştuklarını duymak için kapıya yaklaşıyorum. Koridorun hemen başında, masasında oturan hemşirenin beni süzdüğünü biliyorum. Artık anlatmam, bu suçlu hissinden kurtulmam lazım. Yanına yaklaşıyorum.

-Hemşire hanım!

- Buyurun!

- Merak ettiğinizi biliyorum. O yüzden anlatmam lazım.

-Neyi?

- Lütfen dinleyin.

- Buyurun!

- Sabahtan beri bu koridorda dolaşıyorum. Elbette odaya girmememin, karımın durumunu görmememin bir nedeni var. Karım yedi aylık hamile iken evi terk etti. Henüz boşanmadık ancak ailesi beni gözlerinde bitirmiş olmalılar ki odayı mahremleri kabul ediyorlar. İçeri girmememi, burada bulunmamın bile bir ihsan, bir nimet olduğunu söylediler. Bana söylemeden de doğum olabilirmiş. Acımışlar bana. Tabi ben biraz cüzdanlarına acıdıklarını düşünüyorum...

- Ama sizin çocuğunuz...

- Durun hemen kızmayın lütfen. Evet, benim çocuğum ve masrafları bana ait. Lakin bunu bir ihsan olarak kabul edemem.

-Haklısınız.

- Ha, bu arada nedir son durum?

- Normal doğum bekliyoruz ama biraz zorlayacak gibi karınız.

- Karım? Evet, karım zorlayabilir...

Gülüşüyoruz. Sonra hemşirenin yanından ayrılıp herhangi bir heyecan duymadan yeniden koridorda volta atıyorum.

Bir süre sonra yeniden karımın çığlığı yükseliyor. Ebe doğum odasının hazırlanması için görevlilere sesleniyor. Ben ne olduğunu merak ediyor, ebenin yanına geliyor ama soramıyorum. Sanırım içeride durumumuzu anlatmışlar. Bana karşı kayıtsız, yokmuşum gibi davranıyor.

Sedye ile çıkarılıyor karım. Doğum odasına götürüyorlar. Göz göze geliyoruz. Yardım ister gibi gözlerime bakıyor. İlk kez acısını hissediyorum. O an sancının fazlasını almaya bile razıyım. Dudakları kurumuş, benzi sarı ve yorgun duruyor.

Odaya giriyorlar. Ben yeniden volta atmaya başlıyorum. Duvardaki saate bakıyorum. İkiye beş var, kolumdaki ise tam iki. Hangisi doğru acaba? Sonra hatırlıyorum bilerek beş dakika ileri aldığımı. İşe geç kalmayı önlemenin klasik metodu.

Ebe doğum odasından çıkıp yanıma geliyor. Yüzüme bakmadan söyleniyor.

- Karın ıkınmıyor.

Biraz kızmış olmalı ki içeride anlatılanları duyduktan sonra bana karşı oluşan olumsuz yargıları, karıma olan kızgınlığı nedeniyle kısmen dinmiş gibi. Birkaç alet alıp odaya yöneldiğinde yeniden karşılaşıyoruz.

- Çok inatçı, diyor. Ikınmıyor. Normal doğum bekliyoruz ama olmayacak gibi.

-Neden?

- Ikınmıyor, diye tekrar ediyor.

Gidip bir bardak cay almak, bir köşede yudumlamak niyetindeyim. Bu iyi bir fikir değil. Zira telaş var. Karım doğum yapmak üzere. Bense çay derdindeyim. Bu sorgulama çaydan vazgeçmeme yetmez lakin bu sorgulamayı ebenin, hemşirenin ya da diğer görevlilerin, hele hele de kayınvalidemin yapmasından çekindiğim için dizginliyorum kendimi.

Karımın sesi yeniden yükseliyor ve birkaç dakika devam ediyor. Sonra yavaş yavaş azalıp kayboluyor. Ebe çıkıyor odadan.

- Sezaryene alacağız, diyor.

- Normal doğum daha iyi diye duydum.

- Doğru fakat kendisini zorlamıyor. Bebeğin hayatı tehlikede olabilir daha fazla beklersek.

Ebe yürüyor, merdivenlerden bir üst kata çıkıyor. Ardından karım görevlilerin ittiği sedye ile asansör kapısına geliyor. Kayınvalidem başında, telaşlı. Homurdanıyor ama ne söylediğini anlamıyorum. Karımla yeniden göz göze geliyorum.

‘Korkma, yanındayım' demek istiyorum ama diyemiyorum. Karım asansörle üst kata çıkarılıp sezaryen odasına alınıyor. Ben merdivenlerden üst kata yönelince kayınvalidem de arkamdan geliyor. Karımın sesi yok. Kayınvalidem yüzüme bakıyor, biraz somurtarak;

- Normal doğum olurdu hemen sezaryene aldılar, diyor.

Susmak istemiyorum ancak ne karşılık vereceğimi de bilmiyorum. Kollarım önden bağlı.
-Neden?

-Bilerek yapıyorlar, daha çok para almak için.

Sezaryen sonraki doğumları riskli kılıyor. ‘Acaba benden sonra evlenirse yeni çocuklarının olmaması için bir tereddüt içinde mi' diye geçiriyorum içimden. Bu düşünce kayınvalideme öfkemi daha da artırıyor. Bir evham olabilir ancak ihtimal de var.

Kayınvalidem diz çöküyor, sırtını duvara yaslamış, kaygılı gözlerle kapıya bakıyor. Bense tam karşısındaki duvara yaslanmış halde, ayakta bekliyorum. Kollarım göğsümden bağlı. Birbirine hem düşman hem mecbur iki insan gibiyiz. Belki eski günlerin hatırına iki tarafta da bir yumuşama olabilir ancak ikimiz de duruşumuzdan taviz vermez bir tavır sergiliyoruz.

Hala ne hissettiğimi bilmiyorum. Heyecan da duymuyorum. Uykusuzluğun verdiği bir yorgunluk var üzerimde. Bazen, ‘gelmesem de olurdu' diye geçiriyorum içimden.

Sezaryen odasının kapısı açılıyor. Beyaz önlüğüyle doktor görünüyor kapıda. Kucağında beyaz bir kundak. Kayınvalidemle kapıya yaklaşıyoruz.

-Oldukça sağlıklı, gözünüz aydın diyor doktor ve kundağı uzatıyor bana.

Beyaz kundağı kucağıma alıyorum. Bebeğin sadece yüzü açık. Gözleri hala kapalı, dudakları hareket ediyor. Ağlıyor gibi ama sesi çıkmıyor. Biran ışığın kamaştırdığı gözlerini zorla açıyor. Göz göze geliyoruz. Dünyanın rengi mi değişiyor ne? Karmaşık duygular şekilleniyor, üstüne bastığım betonu bile incitmekten korkacak bir merhamet doluyor içime. Her varlık, zahirinin altındaki manayı fışkırıyor gibi. Kollarımdaki sıcaklık derimi delip damarlarıma, oradan bütün vücuduma sirayet ediyor. İlk kez benden olan bir şeyin var olduğunu hissediyorum. Canımı kollarımda tutuyor gibiyim. Korkuyorum incitmekten, acıtmaktan... Öpmek istiyorum ancak dudaklarım o narin yüzü parçalayacakmış gibi geliyor. Benim kollarımda ve tümüyle kendisini bana teslim etmiş tek varlık zorla açabildiği gözleri ile bana bakıyor. En azından öyle olmasını istiyor, öyle olduğunu düşünüyorum. ‘Baba' diyor dudaklarım. Bu kelimeyi niçin söyledim ki şimdi?
Bir kat aşağı ineceğiz, birkaç adım koridorda yürüyeceğiz ve ben kundağı ebeye teslim edeceğim. Annesi uyanana kadar kuvözde kalacak. Ancak neden bu kısacık mesafenin bitmesini istemiyorum. Kucağımdaki meleğin kollarımdan gitmesi, sanki rengarenk olmuş dünyamı yeniden siyah-beyaza çevirecek. Bütün ömrüm bu birkaç adımlık koridorda yıkanıp, yeniden kirleniyor.

Ebe kundağı kucağımdan alıyor. Biz koridordayız ve camdan içeriyi görebiliyoruz. Bebek kuvöze konuyor. Gözümü çekmeden izliyorum. Etrafı kapalı ama düşecek, yahut başına bir iş gelecek korkusu var içinde. Ellerimi cama dayamış onu izliyorum. Annesinin rahminde olduğunu hissediyor belki de kuvözde, o yüzden ağlamıyor. Sonra fark ediyorum, camdan aşağı birkaç damla yaş süzülüyor. Ağlıyor muyum ben?

Bir saate yaklaştı. Hala camdan kuvözdeki bebeğimi izliyorum. Daha kısa süre önce hiçbir his belirmezken neden dünyanın en mutlu erkeği gibi hissediyorum kendimi? Sanırım baba olmak, baba olduğunun farkına varmak, sorumluluk, sevgi, merhamet, koruma ve yaşatma gibi duygular anlam kazanmaya başladı. Fakat korku daha baskın. Bu saadet ne kadar sürebilir?

Karımı odasına getiriyorlar. İlk önce kayınvalidem koşup sedyeyi tutuyor. Ben, camdan bebeğimi izlemeye devam etmeli miyim, yoka karımın yanına gidip ona destek mi olmalıyım? İkilemdeyim. Bir yandan duygularım, diğer taraftan aklım sesleniyor. Hangisini duymalıyım bilmiyorum.
Ebe beni çağırıyor karımı sedyeden alıp yatağa koyarken yardım etmem için. Bunu ben de istiyorum ancak kayınvalidem yahut karım kendisine dokunmama ne diyecek? Odasına giriyor, karımın kolundan tutup biraz da belinden destek olarak yatağa uzatıyorum. Ellerini omzuma koyuyor, yüzüme bakıyor.

-Bebeğimiz nasıl, diye soruyor.

-İyi, çok tatlı!

Gülümsüyor. Kayınvalidem araya giriyor o sırada.

-Sen bir bebeğe bakıver.

Mesajı aldım ve odadan çıkıp koridordan bebeği izlemeye devam ediyorum. Bir süre sonra ebe kuvözden bebeğimi alıp annesinin yanına götürüyor. Arakasından odaya giriyorum. Kayınvalidemle göz göze geliyoruz.

-Sen dışarıda bekle, emzirecek, diyor.

İstemsizce dışarı çıkıyor, koridorda volta atmaya devam ediyorum. Gözlerim dolu, hıçkırığım hançereme sıkışmış durumda. Dokunsalar sağanak gibi boşalacağım. Yadırganıyor, dışlanıyorum. Hiç birisi umurumda değil, fakat ben neden bebeğimi göremiyorum? Bir süre sonra karımın sesini duyuyorum.

-İçeri gel!

Biraz çekinerek odasına giriyorum. Kundağı bana uzatıyor, ikinci kez yavrumu kucağıma alıyorum. Karnı doyunca biraz daha ferlenmiş, dünyaya alışmaya başlamış gibi. Başını bir sağa bir sola çeviriyor, bunu yaparken yüzü buruşuyor ve sadece kısa bir ses yükseliyor boğazından. Öpmek istiyorum. Dudaklarım yüzünün birkaç milim üzerinde geziniyor.

-Korkma, bir şey olmaz öp, diyor karım.

Ben yine de biraz korkarak yanağına dokunduruyorum dudaklarımı. Göz göze geliyoruz. Çeyrek açılan gözlerinden bütün dünyasına girmek, avazım çıktığı kadar ‘sen benim oğlumsun' diye bağırmak istiyorum. Belki de bağırıyorum. Sonra, sert ellerimde incineceğini düşünerek yeniden annesine uzatıyorum kundağı. Sevgiyle bakıyor yavrusunun gözlerine.

Bir sandalye çekip yanı başına oturmak sadece onu seyretmek istiyorum. Sabahın ilk ışıkları pencereden vuruyor. Karım yiyecek bir şeyler alıp gelmemi istiyor. Kalkıp kantine iniyorum. Kek, bisküvi, meyve suyu, çay alıp geliyorum. Oğlum da bir şey ister mi diye geçiriyorum içimden. İstemeyeceğini, buna ihtiyacı olmadığını biliyorum. Ama yine de istemesini, babasının ilk kez onun dileğini yerine getirip mutlu olmasını dilerdim.

Dünya ile tanıştıkça dünyaya uyum sağlamak zorunda. Beyazın ve karanın, temizin ve kirlinin, iyinin ve kötünün bir arada olduğu bu yere uyumun ilk işareti, yemek ve sonrasında onu dışarı atmak sanırım. Düşünüyorum. Birbirinden bağımsız, bağlantısız, kimi zaman umutlu kimi zaman umutsuz hayaller içinde düşünüyorum. Zamanın kilitlenmesini, yavrumun küçük ellerine avucuma alıp bir heykel gibi sonsuza kadar öylece kalmayı istiyorum. Saadet günahsız bir meleğin buruşuk tenindeki kokudan başka bir şey değil. Bu kadar çirkinliğe rağmen bu kadar sevimli başka ne olabilir ki?

Emzirme vakitlerinde koridora çıkıyorum. Koridorda geçen sürem hücre hapsi gibi. Biran önce içeri girmek, nu uyurken yahut zoraki gözlerini kırparken görmek, henüz güçlükle çıkan ağıtını duymak istiyorum. Otuz yıllık hayatımda böyle bir mutluluğu yaşadım mı acaba? Bu denli temiz ve sevgi dolu çarptı mı kalbim. Hiçbir beklenti yok, karşılığı, ücreti, nefsi okşayan yanı yok. Ancak bütün yiyeceklerden, her türlü şehvetten, makamdan, paradan, şöhretten daha yüce ve daha cazibeli.
Birkaç saat önce uyumak için çırpınan gözlerim, bu kez onu görmek için çırpınıyor. İçimde sebebi belli bir acı var. Belki de zamanın kilitlenmesini ve şu anın ebedi olmasını o yüzden istiyorum. Bir süre sonra doktor kontrol için geliyor.

-Her şey yolunda, bir iki saat sonra çıkabilirsiniz, diyor.

Oysa ben bir sorun olsun, bir neden bizi hastanede tutsun istiyorum. Yavruma zararı olmayacak ufak tefek bir sorun.

Kayınvalidem kocasını arıyor, gelip kendilerini götürmesini istiyor. Ben susuyorum, sessizce yavrumu izliyorum. Onunla konuşuyor, onunla içimdekileri paylaşıyorum. Elimi uzatıyor, yüzüne dokunmadan okşuyorum. Eğilip kokusunu içime çekiyorum.
Gözlerim istemsizce saate yöneliyor. Zaman ilerliyor, dakikalar saniye olmuş gibi. Derken, kayınpeder içeri giriyor. Bana hiç konuşmadan kızının yanına gidiyor, halini soruyor. Bebeğe bakıyor ama hiçbir şey söylemiyor.

-Hazırsanız çıkalım, diyor.

-Hazırız, diye cevap veriyor kayınvalidem.

Önce bebeğin çantası hazırlanıyor, ardından karımın. Ben hala bir kez daha göz göze gelmek için oğlumun yanı başında ona bakıyorum. Sonra başımı kaldırıp karımın yüzüne bakıyorum. Gururum el vermiyor, gözlerimle yalvarıyorum. 'Biraz daha kalsanız olmaz mı' diyorum. Eşim anlıyor meramımı, kundağı bana uzatıyor. Oğlumu kucağıma alıyorum. Dudaklarımı yanağına dokunduruyor, kokusunu içime çekiyorum. Sonra nazikçe kundağı yeniden karıma uzatıp, ödemeleri yapmak için odadan çıkıyorum. Kısa sürede bu işlemleri tamamlayıp yeniden odaya koşuyorum.

Hazırlıklar tamam. Karım bebeği almamı istiyor. Ayrılık vakti geldi. Kayınvalidem ve kayınpederim eşimin iki koluna giriyor. Usul usul yürüyorlar. Ben oğlumla onların arkasındayım. Merdivenleri ayak uçlarıma basarak iniyorum. Hızlıca bassam bütün dünya çökecek gibi geliyor. Kundağı sarmalayıp göğsüme basmak, tenime yapıştırmak istiyorum ancak bir o kadar da incitmemeye dikkat ediyorum.

Hastaneden çıkıyoruz. Kayınpederim otomobili kapıya yaklaştırıyor. Önce karım, ardından da kayınvalidem biniyor. Kundak hala bende. Son bir kez öpmek istiyor, oğlumun yüzüne doğru eğiliyorum. Gölgem üzerine düşünce ışıkta kamaşan gözlerini aralıyor. Bu kez eminim, bana bakıyor.

-Bırakmasam, seni alıp şu sokaktan aşağı kaçsam, izimi kaybettirsem...

-Acıkırım baba.

-Bu kadar erken tanışmamalıydın dünyanın habis yüzü ile.

-Kalu beladan bellidir talihimiz.

-Ağlama olur mu?

-Ağlamam baba.

-Seni çok seviyorum oğlum.

-Seni çok seviyorum baba...

Kundağı uzatıyorum. Kapı kapanıyor ve otomobil yavaşça ilerliyor dar sokakta.

Dünya kaç defa batmıştı, kaç tufan görmüştü kavimler, kaç istilaya uğramıştı insanlık? Ölüm kaç kez tanışırdı canlı ile ve ölüm susar mıydı bizim kadar?

Betonları dökülüyor binaların, ağaçlar kuruyor ve yeryüzü kuru bir çöl oluyor. Mahşer yerinde kendi günahı ile baş başa kalan mevta benim. Yağıyorum, yağdıkça kuruyorum. Hangi yöne gitsem bilmiyorum. Otomobil gözden kaybolurken, ben çökecek bir tenha arıyorum. Kah avaz avaz bağıran mahşeri kalabalığın ortasındayım kah yapayalnızım. Saadetin bir kundağa sığacağını hiç düşünmemiştim. Daha kaç kez kuyulara atılacağımı düşünüyor ve zamanın kollarına bırakıyorum kendimi.

25 Mayıs 2015 14-15 dakika 20 öyküsü var.
Beğenenler (3)
Yorumlar (1)
  • 7 yıl önce

    Çok beğendim ve çok hüzünlendim okuyunca öykünüzü.. Çocuk demek bambaşka bişey yeni dünya :) Allah her zaman hakkınızda hayırlısını versin :)