Lakap

Antalya yöresinde herkes lakaplarıyla tanınır. Halkımızın çoğunun adı Ahmet, Mehmet, Mustafa, Hasan, Hüseyin, Ali, Ayşe, Fatma, Hatice ve Zeynep'tir. Hangi Hasan? Topal Hasan... Dereköylü Hasan... Pıttı'nın Hasan... Hangi Ayşe? Karaaliler'in Ayşe... Zıpır Ayşe... Sütçü'nün Ayşe... Deli Ayşe... Herkes ya fiziki ve ruhi karakterinin en belirgin özelliğine ya da köyünün, kasabasının, doğduğu vilayetin adına yahut da anadan atadan gelen lakaplarına göre anılır. O nedenle mahallenin muhtarı olarak, semtimizdekileri lakaplarıyla da bilmek zorundaydım.

Didilalar'ın Neriman, Tabakların Ahmet, Tabakopulo, Kokmuş Fato, Hoppuduk Halime, Sağır İsmet, Kısık Sesli Sıdıka, Karabayırlı Yıldız, Kadini, Bulandıra, Gega gibi...

Bunların içinde öyle renkli bir sima vardı ki hepsine taş çıkartırdı! Sisi... Beyaz teni yaz kış sokaklarda dolaşmaktan kumrallaşmış, iri yarı, uzun boylu, pos bıyıklı, kır saçlı, aslında çok efendi bir adamdı. Onu tanıdığımda altmış dört altmış beş yaşlarındaydı.

Kamyon şoförüydü. Çok sigara içerdi. Deli denecek kadar sinirli bir mizaca sahipti ama delirene bakma, delirtene bak! Asıl adı Şükrü Tanır'dı. Soyadı çoktan unutulmuştu. Ona Sisi diyorlardı. Yüzüne karşı, ?Şükrü Amca', arkasından ?Sisi'... ?Şükrü Amca' diye söz edilse; kimse, kim olduğunu çıkaramazdı. ?Sisi' demeden onu kimse tanımazdı. Bütün taksiciler, arabacılar, dolmuş, otobüs ve kamyon şoförleri onu lakabıyla tanırlar ve hepsi huyunu suyunu bildikleri için küfrettirinceye kadar kızdırırlar, gülerlerdi.

Onu kızdırmak, artık eskisi gibi zor değildi. Otomatiğe bağlamışlardı. Yolda sokakta Şükrü Tanır' ı görür görmez yanına yaklaşıp, yavaşlayarak, dikkatini çekmek için sol kollarını taşıttan çıkarıp, araçların kapısına birkaç kez avuçlarının ayasıyla vurarak:

_ 'Sisi!..' demeleri yeterliydi.

Anında başlardı, yedi sülalesini sayıp dökmeye! Şoför keyifle kahkahalar atar, yarılırdı gülmekten!.. Bir o mu? Çarşıda pazarda olayı gören herkes karınlarını tutarak katıla katıla gülerlerdi! Sisi, onun arabasına hücum eder:

_ 'Erkeksen in ulan, arabadan! Gel de ifadeni alıvereyim...' diye aracı yumruklar, özene bezene bir on beş dakika kadar, çoktan uzaklaşan, işine gücüne dalan şoförün arkasından, yedi ceddini kalaylamaya devam ederdi. Esnaf bir yandan gülerken bir yandan da güya sakinleştirmeye çalışır, kapının önüne birisi bir sandalye çıkarır, omzunu okşayarak:

_ 'Otur amca! Bakma sen onlara! Bir çay getir oğlum, Şükrü Amca'na!' derdi.

Bir on beş dakika kadar daha oturduğu yerden, o şoförün yedi ceddini sayıp döktükten sonra, yarım saat de vaktiyle ona yaptığı iyiliklerini sayar dökerdi. Antalya'da yıllarca şoförlük yapmış, her türlü vasıtayı kullanmış olan bu yaşlı adamın o kadar çok seveni vardı ki ona çatmadan geçen şoför yoktu. Daha sakinleşmeden, orada oturduğunu görüveren bir başkası arabadan sol kolunu çıkarır, avucunun ayası ile kapıya 'Pat pat!' vurur ve Sisi'nin dikkatini çekerdi. Bir şey demesine gerek yoktu. Otomatiğe bağlanmıştı, Sisi. Daha o metalik darbe sesini duyunca başını kaldırıyor; direksiyonda, otuz iki dişi meydanda sırıtan şoförü görür görmez, ezberlediklerini baştan okumaya başlıyordu.

Artık çarşıda pazarda, her yerde, her araba kapısına vurana aynı sözleri bağıra bağıra tekrarlamaktan ses telleri harap olmuş, araba motorlarının seslerini bastıran gök gürültüsü gibi gürleyen adamcağızın sesi sık sık kısılmaya başlamıştı. Bir taraftan sigara, bir taraftan sinirlenme ve her gün saatlerce bağırma sonucunda, yetmiş bir yaşında gırtlak kanserine yakalanmıştı.

On dört yaşındaydım. Teyzem apandisit ameliyatı için hastaneye yattığında ziyaretine gitmiştim. Hastanenin ana kapısından girince sisi' yi gördüm. İyice yaşlanmıştı. Onu ziyarete geldiğimi sandı. Elini uzattı, mecburen uzattım. Babam:

_ 'Hastalarla tokalaşılmaz.' diyordu. 'Uzaktan 'Geçmiş olsun!' denir.

Uzatılan elin havada kalmaması için elimi nasıl uzattığımı bir ben bilirim, bir de Allah... Kocaman iri kemikli ellerinin içi yumuşacıktı, derisi incelmiş... Hafifçe terli ve sıcak... Konuşamıyordu. Soluk borusuna takılan metal delikten sadece bir hırıltı geliyordu. Bir de ifrazat...

Hasta, hastane, mikrop takıntım var ya... Fakat haklıydım... İşaret parmağıyla gırtlağına bastırıyor, bir cümle söylüyor, sonra tekrar açıyor, galiba nefes alıp verme işini o şekilde idare ediyordu. Metalin etrafından salya akıyor, balgam sızıyordu. Arada sırada eliyle, ya da mendiliyle siliyordu. Öksürünce de bunlar dışarıya fırlıyordu. Kanser bulaşıcı değildi ama bu durum iğrençti.

Eve kadar zor sabrettim. Ellerimi defalarca yıkadım, yetmedi, bir iki parça çamaşır yıkadım. Kolonyaladım... Karşılaştığımız yer, ruhuma korkuyla giren, orada cesur olmam telkin edildiği için değişikliğe uğrayıp, tiksinme şeklinde dışarıya çıkan duyguların oluşmasına sebep olan kapısı açık ameliyathanenin hemen sağ tarafıydı.

Çok geçmedi, kara haber duyuldu. Bütün şoförler onun sokağındaydı. Arabalar sıra sıra dizilmiş, çevredeki evlerden sokağa, bir düğünlük sandalye çıkarılmıştı. O mahalleden o kadar şaşaalı bir cenaze alayı daha geçmemiştir. Kimseye o kadar çiçek gelmemiş, kimsenin arkasından o kadar gözyaşı dökülmemiştir. Cenaze geçerken sokağa çiçek ve gülsuyu kokuları yayıldı.

Karısı, öleceğini anlayınca bir top patiska almış eve koymuş bir kısmını da bize getirmiş. İyi ki ben okuldaydım. Öyle şeylerden nefret ederim. Anneme eşinin boyuna göre kestirtmiş, biçtirtmiş, Sisi'ye kefen hazırlamış. Babam, okuldan geldiğimde:

_ 'Yarım saat önce gelseydin burada bir pandomino kopacaktı. İyi ki kadın sen gelmeden gitti. O kadar ölümden, ölüden, hastalıktan konuştu ki! Bir de etrafı görseydin! Her tarafta boy boy kefen parçaları... Mezuralar, makaslar... Tam sana göreydi, Semiray!' dedi. Annem:

_ 'Ona kefen gözüyle bakınca ürkütücü ama biz sadece patiska parçaları kestik, burada. Ne olmuş? Kefen olsa ne olacak? Hem kullanılmış değil ki!

_ 'Sen gel de Semiray'a anlat, bakalım!'

_ 'Adamın birisi mezarlardan kefen çalıp, karısına yıkattırıp, kaynattırıp, ütülettirip satıyormuş.'

_ 'Birisi de kabristana, kerpeten cebinde gidiyormuş. Ölülerin ağzında altın diş bırakmamış. Onları biriktirip, kuyumculara satıyormuş. Oradan eritilmeye, tekrar üretime...'

_ 'Semiray da satın alsın; yüzük, bilezik olarak kullansın.'

_ 'Ne günlere kaldık!' dedi babam ve Şair Eşref'ten bir kıta okudu:

_ 'Kabrimi kimse ziyaret etmesin Allah için
....Gelmesin, reddeylerim billahi öz kardeşimi
....Gözlerim ebnâ-yı âdemden o kadar yıldı ki
....İstemem ben Fatiha, tek çalmasınlar taşımı...'

_ 'Kolayca anlaşılıyor. Kast edilen mânâ açık ama ?Ebna' sözcüğü yabancı geldi. Ebna hangi dilden girmiş dilimize? Anlamı ne?' diye sordum.

_ 'Arapçada ?İbn' çocuk, ?Ebna' onun çoğulu, yani çocuklar demek. Dolayısıyla Ebna-yı Âdem de Âdem'in evlatları, Âdem'in çocukları, kısaca insanoğlu demek.'

_ 'Baba, neden kısaca 'Çocuklar demek.' demiyorsun? Neden o kadar geniş açıklıyorsun? Kafam karışıyor.'

_ 'Anlamını ve hangi dilden geldiğini sormadın mı? İlerde çok faydasını göreceksin bu açıklamalarımın. Senin kelime kumbarana bozuk para değil, kâğıt paralar atıyorum ben. Farkında değilsin ama sana sözcüklerin köklerini öğretiyorum. Yarın bir gün önüne hiç bilmediğin Arapça, Farsça bir kelime çıkarsa, bocalamayacaksın. Köküne inecek, onu hemen tanıyacak, anlayıvereceksin. Nasıl bir nimet içinde olduğunun farkında değilsin. Ayaklı lügat bulmuşsun da bunuyorsun.'

_ 'Teşekkür ederim. Belki ama çok fazla açıklamalar kafamı karıştırıyor.'

_ 'Dikkatlice dinlediklerin, hafızanın ilgili bölümüne gidiyor. Düşündüğünde, emrine itaat edecek, geri gelecektir. Sen onun arşivdeki yerini bilemezsin. Etraflıca anlatmamın Esbab-ı Mucibesi o!'

_ 'Al, işte bir yabancı sözcük daha! Esbab-ı Mucibe de ne demek? Sebepler mi?'

_ 'İcap ettiren sebepler... Gerektiren sebepler...'

Annem hâlâ şimdiki zamanla geçmiş zamanı mukayese edip duruyordu:

_ 'Eskiden herkes kefenini hazır eder, sandığına koyarmış. Arada sırada sandığını açıp, onu görür, ölümü tefekkür eder, ona göre hareket eder, ayağını denk alırmış. Hatta eski kadınlar, helal para ile aldıkları kefenleriyle yıkanacaklarında kullanılacak sabunları, lifleri dahi sandıklarında bulundururlar ve öldüklerinde onların kullanılmasını vasiyet ederlermiş. Hatta o zaman kullanılacak kapları kalaylatır, saklarlarmış. Allah-ü Tela'nın huzuruna çıkmanın bayağı bir merasimi varmış.' dedi.

_ 'Şimdi her şey hazır... Takunyalarına, buhuruna kadar her şeyi tek paket halinde veriyorlar. Sadece 'Cenaze erkek mi kadın mı?' diye soruyorlar, o kadar. Sen paradan haber ver.' dedi, babam.

_ 'İyi ki geç gelmişim. Sevdiğim kişilerin hastalıklarına, ölümlerine çok üzülüyorum ben. Doğmamış çocuğa don biçmek gibi ölmemiş adama kefen biçmek... Yadırgadım. Yine de ölüye ve ölüme ait her şeyin yüzü soğuk... O makasa epey bir zaman dokunamam ben.' dedim.

_ 'Evliyalar, kefenlerini başlarına sarık olarak sararlar, her an onunla dolaşırlarmış. Ölümü çok hatırlamak lazım... Günde yirmi kez ölümü hatırlayanın cennete gireceği söylenir. Neden? O kadar hatırlayan, günah işleyemez olur, ibadete dört elle sarılma gereği duyar da ondan...' dedi babam. Annem tamamladı:

_ 'En büyük kadın evliyalardan biri ve en meşhuru olan Rabia-yı Adeviyye, kefenini koynunda taşırmış.'

_ 'Ben de hep beyaz giyiyorum ya... Tut ki kefenimle geziyorum.' dedim.

***
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 88

01 Ağustos 2010 9-10 dakika 92 öyküsü var.
Beğenenler (4)
Yorumlar