Limon

Öğle tatilinde Levent bankadan çıkıp geldi ve dedeyle tanıştı. Hep beraber bahçede oturduk. Masaları, en büyük ağacın gölgesinin altında birleştirdik. Tam on altı kişi olmuştuk. Define fırsatı ganimet bildi ve ortaya konuşmaya başladı. Bu, mutlaka Levent'le yapacağı özel görüşme için platform oluşturma gayesi ileydi. Konuyu hemen kadın hakkındaki düşüncelerine getirdi ve başladı:

_ 'Kadın, anlaşılması zor bir yaratıktır. Bir erkeğin, kendisini ona anlatması çok daha zordur. Yapıcı güçleri ve güzel özellikleri bünyesinde barındırır. Sonsuz olan kâinatta asil bir yaratılış şeklidir insan, kadın daha farklı güçlere sahiptir ve pek çok değişik üstünlük taşır. Hayatın sorumluluklarını üstlenir; o sorumluluk ona öyle büyük bir yük olur ki zamanla ve öylesine yüklenir ki narin omuzlarına, kendisini düşünemez hale gelir, erkeğini, ailesini, yuvasını düşünmekten. Zaten buna hali ve fırsatı kalmaz.

Kadın, ona iyi davranıldığında melek gibidir. Erkeğin yardımcısı, üzerine kol kanat geren, yaşadığı eve zevkiyle huzur ve mutluluk getirendir. Sürekli değişim ister, yenilikler arar, bunu maksimum seviyede sağlayabilmek için.

Yalnızlığında, içine gömülmesine, ağlamasına, şikâyet etmesine bakılıp da zayıf sanılmasını gururuna yediremez ve bunu örtmek için kendisini güçlü göstermeye çalışır; beraberliklerde, bir başınayken düştüğü aczin tersine büyük bir güç sergilemeye başlar.

Önce güveni, sonra saygı ve sevgiyi bulduğu zaman, adeta köleleşir. Çünkü gerçekten birisine inanmaya hasret kalmıştır. Bu özellikleri bulduğu kişinin yanında özüne döner. Özü melektir. Açar koruyucu kanatlarını, gerer erkeğinin ve yavrularının üzerine, dört elle sarılır eşine, işine, yavrularına, yuvasına!

Monotonluktan hoşlanmaz. Gezmek, eğlenmek, hareketli bir hayat yaşamak, renkli bir ömür sürmek ister. Bunun için de eşinden pek çok beklentisi olur. Bunların başında para gelir. Önce yeterli gelir seviyesinde olması gerek. Sonra mevki ve rütbe ister. O zaman toplumda eşiyle bir kimlik kazanmış olacaktır ki bu, onun kendisine güvenini arttırır. Bunları sağlayan erkek için harikalar diyarının kapıları sonuna kadar açılır.'

Kimseye sözünü aralama fırsatı vermeden, nefes almadan sıraladı bütün bunları ve:

_ 'Ahmet, oğlum, bizim çaylarımızı dışarıya getiriver. Çocuklar, bize biraz müsaade eder misiniz? Öğle sıcağında iş olmaz, yarım saate kadar döneceğim.' diyerek Levent'le beraber kalktı.

Onunla çok önemli şeyler konuşacaktı ve zaman çok az kalmıştı. Vakti hemen en iyi şekilde değerlendirmeliydi. Ne akıllı adamdı! Önce kıvamına getirdi, şimdi indirici darbeyi vuracak! Bakalım neler olacak?

Nazan benden de heyecanlıydı. Doğrudan onunla ilgiliydi. Nasıl etekleri zil çalmasın? Elleri ellerini yemeye başladı! Parmaklarıyla oynuyor, kıvırıyor, büküyor, sıkıntısından ne yapacağını bilmiyordu.

_ 'Acaba ne konuşuyorlar?' diye, ne kadar merak ettiğini belirtti. 'Acaba dinlesek mi?'

_ 'Olur mu? Kulak hırsızlığı olur, der annem. Kapı dinlemenin ne kadar günah olduğunu söyler ve:

_ 'Sakın kapı dinleme kızım! Olur da hoşuna gitmeyecek şeyler duyarsın, üzülürsün; dostlukların zedelenir. Çünkü her iki kişi, üçüncünün hakkında konuşuyor artık. Dedikodu aldı başını gidiyor!.. Duyma, öğrenme, hiç bilme ve onları hep dost say!' diye tembih eder, bana.'

_ 'Ama çok merak ediyorum. Benim hakkımda konuşuluyor. Ne olursa olsun, ben içeriye gizleneceğim ve dinleyeceğim. Bakalım Levent ne diyecek. Hayat memat meselesi bu! Geleceğimizle ilgili...'

_ 'Sen bilirsin. Ben diyeceğimi dedim. Ne yaparsan yaparsın. Karışamam. Benimkisi sadece bir öneriydi. Sevabı günahı ayıracak durumdasın.'

Doğru dürüst dinlemedi bile, hemen kalktı ve sokak kapısının, ardına kadar açık kanadının arkasında kalan bir karışlık açıklığa gizlendi ve sanırım nefesini keserek kulak kabartmaya başladı. Bulunduğumuz yerden rahatça görünüyordu. Başını sokaktan tarafa uzatmıştı. Boynu sola kıvrılmıştı.

Merak ne kadar güçlü bir duyguydu ve insanı nasıl da arkasından sürüklüyordu! Duyacakları, belki de kurulu yuvasını yıkabilecek kadar hassas mevzulardı. Ya Levent onun hakkında kötü şeyler söylerse? Ya hoşlanmadığı huylarını ve ters gelen davranışlarını sayar dökerse? Belki de ona âşık olmadığını, ilk zamanlarda o duyguyu hissettiğini ama artık o sevginin ancak arkadaşlık sevgisi kadar kaldığını, şimdi sadece söz verdiği için kendisini onunla evlenmeye mecbur hissettiğini söylerse? Ya da evlilik için çok acele etmediğini, bu sorumluluğu yüklenmeye henüz hazır olmadığını, Nazan'ın ısrarıyla bu işe kalkışmak zorunda kaldığını belirtirse?

Aklıma arka arkaya o kadar çok şey geldi ki ben de telaşlandım. Bunlardan birisi bile beraberlik elmasına bir topluiğne batırmak olacaktı ki bu da daha kurulmayan bir yuvanın altına dinamit yerleştirmek demekti ve beraberliğin yavaş yavaş çürümesine sebep olacaktı.

Bazen saatlerin nasıl geçtiğinin farkına varılmazken, bekleyişte ne kadar yavaşlar, zaman! Ne geçmek bilmez bir vakit parçasıymış bu yarım saat! Tekrar Nazan'a baktım; bir ara bu tarafa baksa da yüz ifadesinden gelişmeleri alsam diye. Nerde? Bakar mı? Sanki sadece kulaklarıyla değil, gözleriyle, hatta tüm hücreleriyle dinliyor gibi donup kalmıştı, manken gibi!

Peki, ama iki yıl boyunca bu güvensizlikle nasıl devam etmişti bu beraberlik? Pamuk ipliğiyle mi bağlıydılar birbirlerine? Levent'in, kendisi hakkında neler düşünmekte olduğu konusunda bu kadar şüphe içindeydi de onu nasıl sevebildi? Hayretler içindeydim! Hayretim, merakımı bastırmış durumdaydı.

Nihayet Nazan'da ani bir kıpırdama oldu. Kendisini yavaş adımlarla fakat hızla bahçeye attı ve çay ocağına yanaştı. Alelacele bir bardak aldı ve çay koymaya başladı. Çay içmek istediğini sanmıyorum. Sadece orada olmasını normal gösterecek bir meşguliyet aramaktaydı. Ancak artık bulunduğu yerden konuşulanları duyması mümkün değildi. Bahçe oldukça gürültülüydü ve ağustosböceklerinin sesleri bile parazit yapmak için yeter de artardı bile!

Neler duymuştu acaba? Yüzüne baktım, hofunsofundu! Fena halde bozulmuştu. Sormak doğru olmazdı. Söyleyecektiyse, zaten söylerdi. Düğün arifesinde sayıldıkları şu günlerde araları bozulabilir, en azından bir soğukluk oluşurdu. Aşağı yukarı durum anlaşılmıştı. Nazan'ın başından aşağıya kaynar sular boşalmış gibi bir hal almasına bakılırsa, Levent de ondan şikâyetçi olmuş olmalıydı. Ben soramazdım, dede de kimsenin sırrını kimseye söylemezdi.

Birkaç dakika sonra Define ile Levent bahçeye geldiler. Dede, sandalyesiyle gelmişti, koyup oturdu, az önceki yerine. Levent, onunla vedalaşmış olmalı ki bizimle vedalaşıp, Nazan'la beraber çıktı.

_ 'Bana yıllar sonra nihayet İstanbul yolu göründü. Bunların işi için mutlaka benim gitmem gerekiyor. ?Sana asla dönmeyeceğim!' diye terk ettiğim İstanbul'un kulakları çınlıyor, gözleri seğiriyordur. Nasıl da burnumda tütüyordu oysa! İnat ettim, gitmedim! Hem ne yapacaktım, gitsem? Eşim yabancı olmuş, elin olmuş; kızım evlenmiş, gelin olmuş; oğullarımın biri bir tarafa, biri bir tarafa gitmiş, selin olmuş; yuvam darmadağın, ailem paramparça, yüreğim dilim dilim olmuş!..'

_ 'Ne zaman gideceksiniz dede?' diye sordu, Ahmet.

_ 'Yarın gidiyorlarmış. Bence de vakit geçirmemek lazım. Daha yapılacak çok işleri var. Kolay mı düğüne kalkmak? Bir evin eksiği biter mi? Her şey paraya bakıyor aslında ama birilerini de seferber etmek gerek. Bu da bana düşüyor. Allah Allah!.. Hiç aklımda yokken... İstanbul da özlemiş beni anlaşılan! Kader nasıl da sürüklüyor! Vakit zaman geldiğinde oluyor her şey.'

_ 'Aile fertlerinle görüşecek misin oraya gidince dede?' diye sordu, cesaret isteyen soruyu, Mahir.

_ 'Sanmıyorum. Bunca sene ne onlar aradı sordu, ne de ben burnumu indirdim! Bildiğim iki adresin biri bacanağımın villası, diğeri de fabrikası... Boşadığım kadının ablasına, eniştesine gidip de ne diyeceğim?'

_ 'Başka tanıdıkların vardır, ortak tanıdıklarınız...'

_ 'Eğer hâlâ aynı yerdeyseler, uğrayacağım tabi de kim bilir öldüler mi kaldılar mı? Her yer günden güne değişiyor. İstanbul'u tanıyabilecek miyim, bakalım? Bereket versin ki arabayla gidiyoruz. Ben tarif edeceğim, onlar bulur. Çocuklara da yük olmak istemiyorum. Olduğu kadar işte!'

_ 'İstanbul diyince, balıktan başka aklına neler geliyor, dedeciğim?' dedim.

_ 'Profiterol... Eskiden İnci Pastanesi vardı. Profiterol orada yenirdi. Ne kadar özledim, ne kadar!.. İnşallah, oraya gidersem, mutlaka yiyeceğim, mutlaka!..'

_ 'Balıkçı tekneleri, Kumkapı'daki Balıkhali'ne her sabah kasa kasa balık bırakıp, tekrar avlanmaya çıkarlar. Restoranlara oradan dağılır. Balık, İstanbul'da yenir. Öyle değil mi dedeciğim?' dedi, Işıl. Gözlerinin içi gülüyordu, anımsayınca.

_ 'Çengelköy'de vapur iskelesinin yanında deniz mahsulleri güveci yapılırdı, o zamanlar. Istakozu soya sosuyla fırında pişirirler; şimdilerde ona ?atom' diyorlar. Sonra soya soslu kalamar... Nefis olur!'

_ 'Rumelikavağı'nda kalkan tandırı, külde balık, balık kavurma, balık kokoreç pişirilir, değil mi dede? Sen iyi bilirsin oraları.' dedi, Orçun. 'Biz ailecek orada on beş gün halamlarda kalmıştık. Hep beraber giderdik.' Hakan, aklına bir şey gelmiş gibi parmağını şıklattı:

_ 'Kanlıca'da tuzda balık meşhurdur. Dil sufle, pazı yaprağında levrek ve kalkan balığı... Nasıl da canım çekti şimdi!.. Canım İstanbul! Ah, bir daha gitsem! Üç yıl oldu, görmeyeli.'

_ 'Rumelihisarı'nda, Üsküdar Salacak, Tuzla'da deniz kenarında oturacaksın, yalnız karşı kıyıyı değil, boğazın iki yakasını birden seyrederek oranın spesiyalitelerinden yiyeceksin; balık pastırması, subye yumurtası, dülger balığından hazırlanmış külbastı, pazıda karides dolması, dereotu ile doldurulmuş levrek dolması... Balık namına ne varsa orada... Paran olacak ama... Öyle herkesin gidebileceği gibi yerler değil.' dedi Yalçın.

_ 'Bir tomar para koyacaksın cebine, Kuruçeşme sahilinde boğaz manzarası seyrederek hardal sosla marine edilmiş levrek veya tonik lakerda yiyeceksin.' dedi, Ayşen.

_ 'Foça'da, levrek filetosuna sarılmış deniz mahsullerinden oluşan Foça lokması yapılır, bilmem bilir misiniz? Uskumru dolması, çam fıstıklı balık köftesi, somondan yapılmış balık pastırması... Canınız ne isterse... Tabi, paradan haber ver!' dedi, Zafer. Define oralara gitmişti sanki. Heyecanla, gözlerini aça aça, elleriyle tarif ede ede anlatırken adeta kendinden geçiyordu:

_ 'Küçükyalı sahilinde, çapari buğulaması veya tuzda balık olur. Orada bir restorana gireceksiniz, Adalar karşınızda... Ne ararsanız var; balık pizza, balık içli köfte, balık pastırma, balık kokoreç, kekikli ızgara kalamar, levrek marine... Torik lakerda, palamut füme gibi salamura balıklar... Soya soslu fener balığı kavurma, deniz mahsulleri güveç, fırında düğmeli ahtapot, defneyaprağı ve zeytinyağı ile pişirilen kâğıtta balık mantar... Bunların hepsini yapmayı bilirim ben. Bana balık diyeceksin, her çeşidini bilirim. Balık yemekleri konusunda heykelim dikilir!'

Başladı bunların pişirilişlerini ve lezzetlerine lezzet katmak için dikkat edilecek püf noktalarını anlatmaya. Zaten öğle vakti, yemek zamanı... Hepimiz yutkunmaya başladık. Ağzımızın suyu aktı!

_ 'Ahmet! Aramızda para toplasak da, bir koşu, Tuzpazarı'na kadar gitsen, hamsi alsan bize, yedi sekiz kilo? Ancak yeter, değil mi, çocuklar? Gelirken on tane de ekmek alsan...' dedim.

_ 'Olur. Neden olmasın? Toplayın biriniz!'

Nadir, balık yemiyormuş. Ağzına bile koymazmış. Kokusundan da hiç hoşlanmazmış. O ve dede hariç, herkesten beşer lira aldım:

_ 'Yetmiş lira oldu. Yeter, herhalde. On ekmek parasını ayır, kalan paranın hepsine balık al.' diyerek, parayı Ahmet'e uzattım. 'Sen gelinceye kadar biz de ateş yakalım, külde pişirip yeriz. Tavada isterseniz, yan taraftan tava getiririm. Yağımız var, tuzumuz var... Başka ne lazım? Bir kilo da soğan al. Ha, limon da al, limon!..' der demez, dedenin suratı değişti, kızarmaya başladı! İki eliyle çenesini kavramış, avuç içlerini yanaklarına yerleştirmiş; kaşlarını, dayanılmaz acılar içindeymiş gibi çatmış, yüzünü buruştırmuş, dört dönüyor!..

O dayanamaz limon denmesine bile! Halden hale geçer!.. Limonu salatada, çorbada, balıkla veya yemeklerde yer; önünde kesildiğini, sıkıldığını görmeye ve bunun tasvirinin yapılmasını dinlemeye dayanamaz! Onun için devam ettim:

_ 'Şöyle sulu sulu olsun!..'

Dede yere çöktü, iki büklüm oldu, kıvranmaya başladı! Konuşamıyor da! Dişleri kilitlendi!

_ 'Yeter!.. Yeter artık, sus!..' diyemiyor!.. Bir diyebilse!..

Ben hiçbir şey olmamış gibi ağzımı şapırdata şapırdata devam ettim, sanki karşımda limon yiyormuşlar da ağzımdan sular akıyormuş gibi:

_ 'O kocaman, sulu limonları masaya yatıralım!.. Keskin bir bıçakla, sularını akıta akıta ortalarından güzelce keselim!.. Her birimiz birer yarım limon alalım, elimize; balıkların üzerlerine bolca, şıkır şıkır sıkalım!.. Şapur şupur yiyelim!..

_ 'Ölüyorum!.. Kes artık!.. Vicdansız, merhametsiz!..' diyecek, konuşabilse!

Ağzını açamıyor!.. Sadece kıvranıyor, ağzında bir avuç şap varmış da eriyormuş gibi dişleri kamaşıyor! Boynuna kadar uyuşmuş vaziyette çenesi!.. Eski toprak o! Ona bir şey olmaz. Nasılsa ölmemiş, daha sağ; devam:

_ 'Ben limonu alırım, önce güzelce yıkarım, sonra şöyle incecik soyarım!.. Ortasından keserim, tuzlarım ve asitli masitli, sularını akıta akıta, ısıra ısıra yerim!.. Keserek yemem!.. Ya yukarıdan ağzıma sıkacağım, ya da ısıra ısıra şapur şupur yiyeceğim!..

Bir gözüm de dedede... Yerde kıvranıyor. Elleri meşgul... Kulaklarını da tıkayamıyor. Kim bilir nasıl kamaşıyor dişleri!.. Alnındaki boncuk boncuk terler, güneşin de etkisiyle yüzünden, boynundan aşağıya süzülüyor! Yüzü morarmış! Millet gülmekten kırılıyor!.. Devam ediyorum:

_ 'Bayılırım, limon salatasına! Kalın kabuklu limonlardan olur. Önce limonlar zar gibi soyulur. Sonra küp halinde doğranır. Üzerine zeytinyağı, tuz ve kırmızıbiber... Şapur şupur yenir! Hele dedem nasıl sever, ah nasıl!.. Değil mi dedeciğim? Söylesene, öyle değil mi?'

***
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ

14 Haziran 2010 13-14 dakika 92 öyküsü var.
Beğenenler (2)
Yorumlar