Limonlu Ve Frambuazlı Dondurma
Gözlerimin karanlığa alışmasını istiyorum; yoksa her geçen saniye de daha da kötüye gideceğim. Gözlerimin karanlığı sevmesini istiyorum; yoksa kısıtlanacağım ve ben bunun farkındayım... Sis daha fazla çoğalıyor etrafımda, kollarımı çırparak onu kovmak istemiyorum. Zaten onu göndersem kim kalır ki yanımda. Tüm şekiller, şekilsizleşiyor gözlerimde ama ben yine hareket etmiyorum..O esna da sisin beni daha çok sarmaladığını görüyorum,ellerimi birleştiriyor sanki ve nefes almamı zorlaştırıyor. Dayanmaya çalışıyorum beni yok etmezken ne olduda bana düşman oldu bu kadar fazla... İki üç öksürükle dışarı atıyorum beni boğmak isteyen arkadaşımı ama o her seferinde daha çok yaklaşıyor. Hiç bir yere gidemiyorum,nefes borum tıkanıyor...
Ah! Sadece bir rüya...Yanı başımda her sabah benim kurtarıcım rolünü oynayan bardaktaki suyu kafama dikiyorum. İki ay önce evi toplamaktan vazgeçtim artık saçma gelmeye başladı bu yüzden her tarafta yamalama kitaplar,tabaklar,kağıtlar,kalemler,kıyafetler ve beni rahatlatan o iğrenç koku... Elimi yüzümü peçeteyle silip masaya bıraktıktan sonra balkona çıkıyorum. Balat Sokakları'nın karma karışık görüntüsü, nerden başlayıp nerde bittiği belli olmayan yollar,kaf dağıymış gibi görünen yokuşlar; dudaklarımda tebessümü oluşturuyor.
"Nerdesin?"
"Bıraktığın yerde." demem onun bir dakika içinde balkona gelmesini sağlıyor. En yakın arkadaşım balkona gelmiş beni izliyordu. Aslında onun bu saçma şeylerine alışmıştım -ya da o bana alışmıştı tam olarak bilmiyorum- ama her ne olursa olsun bir an bile yanımdan ayrılmayan,beni hiç bir zaman yadırgamayan insan;şimdi eleştirici ve beğenmeyen bir şekilde bana bakıyordu.
"yüzüme hasret kaldın sanırım,"diyerek alay etmek içimde ki geceden kalma -ya da ondan önceki gecelerden kalma- kasveti eğlendiriyordu.
"Hayır yüzüne hasret kalmadım. Daha ne kadar böyle yaşamayı düşünüyorsun?" Cevap vermek istemiyorum. Boğazım düğümleniyor zaten ne zamandan beri böyle şeyler hissetsem vücudum sarsılmaya başlıyordu.
"Bu gün son!" Anlam veremediğim bir sitemkarlıkla içeri geçiyorum. Gereken havayı yeterince aldım zaten. Koltuğumdaki kıyafetleri tek bir hareketle tabakların üstüne atıp, yerdeki kitabımı okumaya başlıyorum. Kişi yanıma gelip şaşkınlıkla yere oturuyor ama ona aldırış etme tenezzülünde bile bulunmuyorum. Altı dakika sonra yavaşça bana bakıyor;
"Lütfen doğru değil der misin? Beş ay oldu mu? Bu kadar çabuk mu?" Sesindeki şaşkınlık beynimi parçalamaya başlıyor. Uyuya kalmış kıpırtılar canlanıyor,üzerlerine gitmek istemiyorum ama onlar çoktan beni esir almaya başlamışlar. Duymak; külleri tekrar canlandırmaya yetiyor. Hiç konuşmadan ayağa kalkıp kapının yanında, onun getirdiği poşeti alıyorum. Anlamsız bir şekilde içimde bu gün kendimi iyi hissetmek için yemek yeme düşüncesi var. Poşeti açtığım anda gördüğüm kutu onu yere fırlatmamı sağlıyor. Hızlı adımlarla odaya geçiyorum
"Ne yaptığını sanıyorsun?"
... 'yı sanki hipnoz etkisinden çıkarmışım gibi bir anda bana bakıyor;
"Ne gibi.."
"Senden limonlu ve frambuazlı dondurma isteyen var mı? Beş aydır onu yemediğimi biliyorsun! Lanet olsun ne zaman beni tanıyacaksın! Hiç mi düşünmedin sinirleneceği mi? Kızacağı mı? Kasten mi yapıyorsun!" Olduğum yere çöküyorum. Soğuk duvar sahipleniyor beni. Ağlamaya başlıyorum. Kalbim,midem ve aklım ortak olmuşlar kusuyorlar herşeyi göz yaşlarımla. Sesim çıkmıyor ya da çıkamıyor bu kadar üst üste gelmiş duygu yoğunluğunda. Bu kişi yanıma gelip oturuyor, sadece kolunu atıp omzuma dolaması;beni susturuyor. Gözlerimi kapatıp en içten, en saklı olanıyla nefes alıp ayağa kalkıyorum. On beş dakika sonra hazırlanıp çantamın içini kağıt ve kalemlerle doldurduktan sonra evden çıkıyorum. Kapı eşiğine geldiğimde arkamı dönüp arkadaşıma baktım. Ne yapacağımı söylemeye bile gerek yoktu. Kafasını onaylar bir şekilde eğerek, dondurma kutusunu hiç açılmamış bir şekilde çöp kutusuna atıp bana gülümsedi. İki saat boyunca yürümeme neden olan şey o gülümsememiydi? yoksa beş ay sonra yapmam gereken şey miydi? Hiç bir fikrim yok. Beyaz Huzur'a gelince her zaman ki yerimi alıyorum. Artık buranın sahibiyle bile arkadaş oldum. Oturduğum masadan dışarıyı izliyorum. Beynimi dağıtacak, kalbimin parçalanmasında son olacak bir şey arasamda beni düşündürecek hiç bir şey yok. Altı aydır çalışan kız siparişimi almaya geliyor ama ona hiçbir şey istemediğimi söylüyorum. Biraz bekledikten sonra aniden soruyor;
"Ne kadar oldu?"
Gözlerimi kapatıp dudaklarıma zoraki bir tebessüm konduruyorum.
"Bu gün son." Kız ölüm haberi almış gibi masamdan, donuk bir ifadeyle uzaklaşıyor. Tekrar gözlerim dolmaya başlıyor. İnsanlar bunu dert etmeye başlamışlar;tıpkı benim gibi... Hafifçe gözlerimin altını siliyorum. Hayatımın bir parçası bu gün gidicek, bu gün ölücek ve ben olduğum yerdeyim. Bu kadar kolay izin vermemeliydim bitmesine. Gözlerimin önünden akıp gitmesine,bu son olmamalıydı. Neyim ben? Sadist mi? Yoksa mazoşist mi? Nasıl izin veriyorum bunu kendime, etrafımdakilere, en önemlisi ona... Fakat biliyorum dik bir şekilde hareket etmeliyim yoksa herşeyi mahvedeceğim. Dikkati bir şekilde ayağa kalkıp iki masa ötemdeki gazetelerin yerine gidiyorum. Elime gelen ilk gazeteyi alıp kafam eğik bir şekilde tekrar masama oturuyorum. Saniyelerin geçmesini bekliyorum. Göz yaşlarım siper olmuş bir kılıç gibi... Gelen her bir cümlede akabilmek için. Yedinci sayfanın en başında kalın ve büyük harflerle yazılmış başlık tıpkı rüyamda ki sis gibi nefes almama engel oluyor.
Beklenen Son Bugün ...
Ünlü yazar ...'ın; "Son" adlı on iki kitaptan oluşan serisi bu gün son buluyor. Elimize geçen kaynaklara göre bu gün son satırlarını yazıyormuş.Dünya'nın her yerinden bir hayran kitlesi oluşmasını sağlayan bu serinin bu gün bitecek olması herkesi yıktı. Bu gün Balat sahilinde hayranlar tarafından yapılacak bitiş töreninde serinin yaratıcısı ...'ın da gelmesi ve son sayfayı okuması bekleniyor. Sahile Türkiye ve Dünya genelinde hayranların aynı zamanda medyanında olacağını burdan bildirelim. Bu geceyi hüzünle ve heyecanla bekleyen tüm "Son Taşıyıcılarına" geçmiş olsun demekten başka bir şey gelmiyor elimizden...
Hızlıca gazeteyi yırtıp çantama tıkıyorum. Koşar adımla sahile yürüyorum ve gördüğüm manzara beni şaşırtmıyor. Doğru herkes akın akın buraya dolmuş. Hızlıca şapkamı geçirip olduğum yere bağdaş kurarak oturuyorum. Kimse beni tanımadan saatlerce yanımdan geçip duruyorlar ama hiç birisi önemli değil ben ne yapacağımın senaryosunu kafamda kuruyorum. Kalabalığın arasında itilerek geçen dondurmacı tüm dikkatimi dağıtıyor. Aniden yerimden kalkıp onun yanında soluk alıyorum.
"Limonlu ve frambuazlı dondurma alabilir miyim?" Şapkamın altından konuşmam, dondurmacıyı meraka düşürsede bu saatte yapacağı satış için umursamamazlığa vuruyor. Dondurmamı alıp iskelenin olduğu tarafa geçiyorum. Frambuazın ardından sakince gelen limonun kokusunu tamamen beni dağıtıyor. O kalabalığın ve gürültünün içinde bile düşüncelerim beni terk etmiyor. Bu gece herşeyi bitireceğim beş ay boyunca süren bu üzüntü tamamen beni yıktı. O, artık ölücek ve o ölüyorsa ben yaşayamam. O artık bu gece den sonra tamamen ünlü bir insan olucak o bu ölümü yaşayacaksa ve tamamen ellerimden gidecekse ben bu hayatı istemiyorum. Yavaş yavaş bir geminin sandala yaklaştığını,insanların bağırmasından anlayabiliyorum. Denize vuran yakamoz, gülüşünü daha fazla parlatıyor. Gözlerindeki o hiç sönmeyen ışık onun yüzünü bu kadar mesafeden bile incelememi sağlıyor. Sandal kıyıya yaklaşınca insanlar ellerindeki mumu yakıyorlar ve o, bir mikrafon alıp elindeki kağıdı açtığı anda herkes bir anda susuyor. Elimdeki dondurma tabağını sol tarafıma bırakıp onu dinlemeye başladım. On ikinci kitabından tek yayınlamadığı sayfa. Yani herkesin beklediği o müthiş sayfayı en mükemmel bir ses tonuyla okumaya başlamıştı. Cümleler ağzından harf harf değil birer hayal gibi, birer kare gibi akıyordu. İster istemez beyinlerde o tepe canlanıyor, kalplerde ise o geçen konuşmaların verdiği heyecan doluyordu. O başladığı anda kayalara vuran dalgalardan başka hiç bir şey o sese eşlik etmedi.
" Konuşmak istemeselerde ellerinden hiç bir şey gelmezdi. Kız rüzgarda uçuşan saçlarını tek bir tarafta topladıktan sonra karşısına bakınca onun hala onu izlediğini gördü.
-Bakma bana...
-Yapabileceğim bir şey yok,bunu sen istememiş miydin?
-Neden geldin?
-Seni bırakmaktan korkuyorum
-Sis beni çağırıyor
-Kaparsan gözlerini ondan kurtulabilirsin
-Ama ben onunla gitmek istiyorum
-Beni bırakmak istiyorsun
Kız hiç bir şey söyleyemedi. Cümleler çıkmak istemiyordu ağzından. O da bunun bu kadar çabuk bitmesini istemiyordu ama gitmekten başka bir şey gelmiyordu elinden. O da en az bir kelebek gibi korkaktı. Dikkatli bir şekilde hiç bir anlam taşımasına izin vermeyen gözleriyle onun gözlerine baktı.
-Sakın ağlama..
Karşısındaki, bu cümleye karşı bir şey söyleyemiyordu. Saygısızlıktı ona göre gidenin arkasından ağlamamak. Ama o istemişse bunu elbet yapardı. Hafifçe kafasını onaylar bir şekilde eğdi. Tekrar onun buruk sesini duyunca kendisine geldi.
-Bana onu okur musun?
Alay ettiğini düşünmüştü. Gözlerini okudu ama evet o kahverengi gözlerde onaylıyordu ağızdan çıkan bu cümleleri. Ve okumaya başladı. Onu ilk gördüğünde okuduğu şiiri son kez göreceği gün içinde okuyordu.
-Açma pencereni,perdeleri çek:
Monna Roza seni görmemeliyim.
Bir bakışın ölmem için yetecek;
Anla Monna Roza,ben öteliyim...
Açma pencereni perdeleri çek...
Çaresiz bir şekilde hiç bir şey söyleyemeyeceğini anladığı anda gözyaşlarına boğulmuş erkeğin ellerine, limonlu ve frambuazlı dondurmayı yavaşça bıraktı. Gözlerini ondan ayırmamak için yemin etmiş gibi bir an bile arkasına dönmeden geri geri üç beş adım attı. Elini dudaklarına götürüp elveda dedi. Duyduğu tek şey onun da "elveda Monna Roza" demesi olmuştu ve kendini uçurumun tepesindeki asil bir martı gibi süzülürcesine attı."
Herkes aniden nefes almayı unutmuş gibi kaldı. O anda yerdeki dondurmayı hızlıca suya attı ve en başta onu, ardından beni görebilecek olan herkesin, olduğum tarafa dönmesini sağladı. Sadece bir anlık bakış o sessizliğin içinde, kitabın kahramanında ki kıza ve ban hep söylediği ismimi fısıldarcasına ama sesli bir şekilde söyletmişti. "Monna Roza" İsmimi duyan herkes kendi aralarında konuşmaya başladı ama hiç biri umrumda değildi. O, beni tanımıştı. Parıldayan gözlerine dikkatli bir şekilde baktım, bana yaşattığı onca şeyleri ona bu saniyelerde hissettirebilmek için. Emindim bu karanlıkta, bu mesafede bile beni hissedebildiğini.. Herkes fısıldaşmalara son verip bana ve ona bakınca normal bir ses tonuyla bağırmaya başladı.
"Dinledin mi?"
"Kelimesi kelimesine." Hafifçe yutkunduğunu düşünüyorum ya da hissediyorum. Söylememe bile gerek yoktu benden daha iyi biliyordu ne yapacağımı.
"Elveda demek istemiyorum" Gözlerim doluyor. İnsanlar neden susuyorlar onu da anlayamıyorum. Herkes kutsal cümlelere şahit olmak istiyorlarmış gibi sessizce ağzımızdan dökülen cümleleri yutuyorlardı.
"Söylemene gerek yok." Çünkü sen çoktan gitmiştin. Ben seni ellerimin arasında tutmaktan korkarken,sen farklı bir dünyanın kollarına atılmayı istemiştin. Elbet bunu onun hayranları arasında söyleyemezdim.
"Frambuazın kokusunu alıyorum." Sesinde gülümseme mi vardı? Güzel en azından kulaklarımda çınlayacak hoş bir ses yakaladım. Şu son dakikalarda; ama birden geç kaldığımı hissediyorum. Fazla zaman tanımıştım ona ve bana. Suyun karanlığı çekiyordu beni kendine. in Emindim bu kötülüğün bana oynadığı bir saflıktı. Kafamı kaldırıp ağzımdan bir kaç kelimenin çıkmasını bekleyen insanları ve son hamlemi bekleyen ona bakmıştım.
"Eğer dalgalar sana frambuazı getiriyorsa; elbet beni de bir gün sana da getiricektir."
Yanan binlerce mumun alevlerinde ve onun etrafını süsleyen meşalelerde gözlerine dikkatlice bakabilme şansını bulmuştum. Ellerimi dudaklarımda hafifçe kondurup ona doğru uzatarak;
"Elveda,"dedim. Göz kapaklarımı bir saniye bile indirmeden kendimi zifiri suya attım. Tek duyabildiğim şey onun adımı en acısıyla,en içteniyle ve en çaresizliğiyle haykırması olmuştu..Elveda diyerek kendini uçurumun tepesindeki asil bir martı gibi süzülürcesine attı...
Çok beğendim sanki..=) ilk okuduğum gibi..
Öykülerinizi yeni okuma fırsatı buldum, inanın çok güzeller, çok başarılısınız tebrik ederim,