Maraton

Vapura bindim. İnsanın ruhunu donduran bir rüzgar esiyordu. Ruhuma dokunulmasına izin veremezdim. Bu yüzden oturmak için vapurun kapalı kısmını tercih ettim. Cam kenarında bir yer buldum, kulaklığımı taktım ve diğer insanlarla ilgilenmiyormuş gibi yapmaya başladım. Hangi şarkıyı dinlediğimi bilmiyordum bile. Mühim olan o kulaklığı taktıktan sonra insanlardan soyutlanmışlık hissini yaşamamdır benim için. Müzik bahanedir, bazen şarkı açmayı unuttuğum bile olur. Müziğin sesini sonuna kadar açtım ve camdan şehrin ihtişamını izlemeye koyuldum. Bir ara dalmışım. İstanbul'un ışıltılı çehresi yorar bazen insanı. Öyle durumlarda gözlerimi kapayıp kendi karanlığıma gömülür, gözbebeğimdeki karanlığı ışıklardan korurum. Ama bunu yaparken, boğazın, kız kulesinin , tarihi yarımadanın silüetini düşünmekten kendimi alamam yine de. Dedim ya, dalmışım...








Birden irkildim. Nasıl oldu bilmiyorum. Vapurun kıç kısmında bir hareketlenme olduğunu gördüm. Kesinlikle dehşet verici bir şeyler oluyordu, bundan emindim. O gece bir şeyler olacağı en başından belliydi. Bir kere metroda sarı çizginin önünde bekleyen herifler, inenlere, yani bize öncelik vermişti. Şaşırtıcıydı. Metro çıkışındaki sokak müzisyenlerine ayrılmış sahnedeki herif, Hande Yener şarkısı söylemek yerine, Teoman'dan ‘'Rüzgar Gülü''nü söylüyordu. Bu son derece enterasan bir durumdu. En şaşırtıcı olanı ise vapurun ben biner binmez hareket etmesiydi... Normal zamanlarda -her şeyi olduğu gibi- vapuru da kıl payı kaçırır, sonra yarım saat bir sonraki vapuru beklerdim. O gece öyle olmamıştı... Bütün bunların üstüne deli gibi bir fırtına başladı. Dalgalar vapuru gururla sallıyor, vapur arada bir kafasını öne eğip merhamet diliyordu. Kısaca; bir bokluk olacağı belliydi, ve vapurun kıç kısmına doğru koşuşan inanlar bu felaketi haber veriyordu.








Kulaklığı ait olduğu yerden -kulağımdan- çıkarıp ben de insanların akın ettiği o bölgeye doğru koşmaya başladım. Normal bir zamanda olsa bu kadar umursamazdım herhalde; ama o gece başkaydı... Vapurun kıçına ulaştığımda ‘'Allahını seven yardım etsin, yüzme bilen yok mu?'' diye inleyen, sağa sola koşuşturan, yaptığı her hareketten çaresizlik fışkıran o adamı gördüm. Kalabalığın uğultusuna kulak kesilip, olanları anlamaya çalıştım. ‘'Adamın karısı kendini denize atmış'' dediler. İnsanlar yalan söyleyebilirler, ama kalabalığın uğultusu yalan söylemezdi.








Şok olmuştum. Kadın, benim yıllardır yapmak isteyip de bir türlü cesaret edemediğim şeyi yapmıştı. Ben olsam güneşli bir gün, daha mavi bir deniz tercih ederdim. Ama olsun, yapmıştı, başarabilmişti, önemli olan buydu. ‘Ne kadar cesur bir kadınmış' diye geçirdim içimden. Bu cesaretin son haddiydi, bundan bir adım ötesi yoktu: ölüme meydan okumak... Kabaran dalgalara, azgın fırtınaya, eşinin ardından dökeceği gözyaşlarına rağmen... İnanılmaz bir şeydi! Ama ölüm o kadar da kolay değildi, ölmek de öyle... Kadın denize atlamıştı ve vapur tüm hızıyla ilerliyordu.








Koşarak vapuru kullanan kaptanın yanına gittik. Telaşla durumu anlattıktan sonra kaptan geriye doğru bir manevra yaptı. Kadının atladığı yere doğru sürdü. Karanlıktan hiçbir şey gözükmüyordu. Hem fırtınanın ve dev dalgaların etkisiyle sürüklenmiş olmalıydı. Sağa sola bakıyorduk, ama göremiyorduk. Ölüme meydan okumuş bir kadını fark edemeyeceğiniz kadar karanlık bir geceydi... On dakika kadar aradık. Daha sonra denizin içinden bir yerlerden çığlık sesi geldi. Aman Allah'ım, o nasıl bir bağırtıydı!








Karanlığın içinden, dev dalgaların arasından öyle bir bağırtı geliyordu ki... Ben ömrümde böyle irkildiğimi hatırlamıyorum.O çığlıklarda ölümün bütün hiddetini iliklerime kadar hissettim. Ben o çığlıklarda azrailin hiddetle, bir kadının boğazını sıkışını gördüm. Ben o çığlıklarda ölümden çok daha fazlasını gördüm...








Daha sonra kadını gördüm. Dalgaların arasında savruluyordu. Ama suyun üstündeydi, yüzme biliyor olmalıydı. Yine o boşluğu darmadağın eden, karanlığı yarıp geçen -ama karanlığa ait olduğu apaçık belli olan- çığlıklardan atıyordu. İzledik. O ara sahil güvenlik geldi kadını aldılar, sürat teknesine bindirdiler . Mutluyduk.Kadının ölmesine izin vermemiştik. İnsanların ‘ölmek isteme' gibi bir hakkı yoktu, olsaydı ben kullanırdım. Bu şekilde kendi korkaklığıma kılıf aramaya çalışırken saniyeler içinde gözden kaybolan sürat teknesinin ardından bakıyordum. İstanbul'un o parıl parıl ışıltılı çehresine, Azrail'den bile daha süratli olan bir sürat teknesinin kırmızı ışığı da katıldı.










Ama ben bitmiştim. Psikolojim alt üst olmuştu. Bu yalnızca bir kadının basit bir intihar olayı değildi. O gece kendi kendimi hesaba çekip, yaşamın ve ölümün varlığını sorgulayıp sabaha kadar uykusuz kalmam için yeterince neden vardı. Vapurdan indim. Dolmuştum. Bir sigara yaktım. Kulağımda kadının çığlıkları, gözlerimde sürat teknesinin kaybolan ışığı, vicdanımda kendisini karısının ölümünden suçlu hisseden bir adamın çaresiz çırpınışı vardı. Ama zihnimde ne kadar zavallı bir yaratık olduğum düşüncesinden başka bir şey yoktu.








Dolmuştum. Gırtlağıma kadar acı dolmuştum, öfkeliydim. Eve gidince ya ağlamalıydım, ya da şiir yazmalıydım. Bunun başka çaresi yoktu. Eve gittim. İkisini de yapmadım. Ama eve koşar adım ilerlerken, bir şişe şarap almayı da unutmamıştım...

09 Ekim 2015 5-6 dakika 4 öyküsü var.
Yorumlar