Merak

Karşımızda bir daire vardı, perdeleri hiç açılmayan. Zerrin Hanım'ın oturduğu evin üstü... O apartmanda herkesi tanıyordum ama orada kim ya da kimler oturuyor bilmiyordum. Önceki oturanların kızları, okul arkadaşım, Sosyal Sigortalar Kurumu'nda memur olarak çalışan Tuba'ydı. Yıldırım'da ev alıp taşındılar. On beş gün kadar boş kaldı, sonra sanki ölüm giysilerine, beyazlara büründü pencereler ve ev adeta mühürlendi. Görünürde kimseler yoktu. Acaba, içine eşya konmuş, terk edilmiş bir ev miydi?

Perdeleri bembeyaz, keten gibiydi. Patiska belki... Yıkamak için de mi çıkarmıyorlardı? Bir kere bile aralandığını görmemiştim. Camsa sanki sabitti. Ne açıldı, ne silindi. Bu daire kimindi?

Her perdeyi açışımda, pencereden bakınca gözüm o camlara takılmaya başladı. Soldaki perdenin solunda, sağdaki perdenin ortasında ve solunda dört parmak kadar aralıklar vardı ve ne artıyor ne eksiliyordu. Büzgüleri rast gele dağıtılmış, birinin alt ucunun kıvrımı sola doğru eğimliydi.

Merak ne kadar kötü bir duygu! Esir alıyor düşünceyi. İşini gücünü bıraktırıp, peşine düşürüyor insanı. O zamana kadar hiç de ilgimi çekmemişti. Kim oturursa otursun veya kim oturmuyorsa oturmasın, bana neydi? ?Şeytan dürttü' derler ya, aklıma takıldı bir kere. ?Kime sorsam' diye düşündüm. Yine anneme sormalıydım. Komşulara mı soracaktım? 'Sana ne? Ne yapacaksın?' derlerse fena bozulurdum. Nihayet bir gün dayanamadım:

_ 'Anne, çok merak ettim. Şu dairede kim oturuyor? Terk edilmiş bir ev gibi... Senin de dikkatini çekti mi?' diye sordum.

_ 'Bana ne elin evinden? Kim oturursa otursun. Beni ne ilgilendirir? Boş ver, sana ne? Başka işin yok mu senin?' dedi, bana.

_ 'Böyle şeyler değil, hiçbir şey onun dikkatini çekmezdi. Her şeye yüzeysel bakar, neyin neresinde nesi var, hiç bilmezdi. Bazen çeyiz sererler ve davet ederlerdi de sadece davete icabet etmiş olmak için giderdik. Odalara yaydıkları, iplere astıkları rengârenk çeyizlere, sergi gezer gibi bakar, salona geçer otururduk.

Yine son gittiğimiz çeyiz bakmada, kadınlar kendi aralarında konuşmaya başladılar. Birisi:

_ 'Kızın masa örtüsü ne kadar emekli değil mi? O modeli hiçbir yerde görmemiştim. Gizli gizli geceleri işlemiş, kimseye örneğini vermemek için. Bek sen şunun yaptığına!' Diğeri:

_ 'Gece, ampul ışığında göz mü dayanır ona? Hesap işi... Bir yanlışlık olsa, hepsini sökmek lazım...' Öteki:

_ 'Seccadesi çok güzel olmuş. Hani bordo saten üzerine altın sim işli Çin iğnesi... Üç tarafında dallar, çiçekler, ortasında yanan mum olan... Ben ona bayıldım! Aynısından kızıma işleyeceğim.' dedi. Beriki:

_ 'Ben pikesine bittim! Aynı modeli beyaz satenle herkes yaptı ama onunki kadar iyi olmadı! Annesi işledi onu. Çok titiz, çok! Ne kadar da güzel olmuş, ütülenince! Sanki aynı örnek değil de bambaşka! Öyle değil mi?' diye anneme sordu, tasdik ettirmek için. O hiç birini hatırlayamadı. Alıcı gözle bakmamıştır ki:

_ 'Nelerden bahsediyorsunuz siz? Hiç dikkat etmemişim. Bir ucundan girdim, bir ucundan çıktım. Gidip bakayım bari o dediklerinize.' diyerek yerinden kalktı, tekrar bakmaya gitti.

O kadar meraklıydı ki bu mahalle kadınları, gördüklerinin fotoğraflarını çekiyorlardı adeta ve her şey hakkında dakikalarca yorum yapıyorlardı. Çünkü küçücük dünyalarında bunlar çok büyük olaylardı.

Bu merakla acaba ben de onlar gibi mi olacaktım, zamanla? Fakat bende bu huy ta çocukluğumdan beri vardı. Ben beş yaşındayken taşınmıştık kendi evimize. O zamandan beri mahalledeki herkesi adıyla soyadıyla bilirdim. Evde birinden bahsederken adını hatırlayamayan bana sorardı. Çünkü onların çocuklarıyla tanıştığımda adlarını soyadlarını öğrenirdim. Annelerinin babalarının adlarını da aklıma yazardım. Birisinin adı sorulunca hemen o kişiyi hayalimde canlandırır, adını hatırlardım, sonuna çocuğun soyadını getirir, söylerdim. O nedenle babam bana ?mahallenin muhtarı' derdi.

Bir düğüne gitsek, ben kimin ne giydiğine, ayakkabısın rengine, şekline kadar inceler, hafızama resmederdim; annem saatlerce gelinle damada bakar, gelinliğin modelini, kızın saç ya da duvağının şeklini aklında tutamazdı.

Bakmak başka, görmek başkadır da bana çok mu lazımdı? Hayır, hiç de gerekmiyordu ama belleğim ister istemez gördüğünün resmini çekip arşive gönderiverirdi.

Ders anlatılırken de anlatılanlar hayalimde canlanıyorsa söylenilenler aklıma giriyor ve orada kalıyor, aksi halde duyduklarım uçup gidiyordu. Gördüğümü ise asla unutmuyordum.

_ 'Anne, her bakışımda dakikalarca aklımı meşgul ediyor; bir sor öğren bakalım, kim ya da kimler oturuyor orada? O perdeler günlerdir aynı şekilde duruyor. Bir milim olsun kıpırdamaz mı? Her bakışımda, görüntüsü bir önceki gün bıraktığım gibi... Merakım vaktimi alıyor ve beynimi lüzumsuz yere işgal ediyor.'

_ 'Aman Ya Rabbi! Merak edecek başka bir şey bulamadın mı? İyi, tamam, sorup öğreneyim de için rahatlasın!

_ 'Oh be! Şimdi bile biraz rahatladım. Akşam gelince soracağım sana. Ona göre...'

Aradan günler geçti, daha annem öğrenecek de bana söyleyecek... Epey geç uyandım. Kahvaltı ettik, biraz babamla konuştuk, derken baktım, saat ona geliyor; acele giyinmeye başladım.

Bakalım, bu günümüz nasıl geçecekti? Nerelere gidecek, neler yapacaktık? Ders mers kalmamış, sonuçlar çoktan açıklanmış; kalan kalmış, geçen geçmiş, çoğu arkadaşımız yaz tatilinde memleketlerine dönmüştü. Burada kalanlar ya yerliler ya herhangi bir işte çalışanlar ya da benim gibi aileleriyle gelenlerdi. Onlar sılada hasret giderecek, gezip eğleneceklerdi. Biz de Bursa'nın tadını çıkarmaya çalışıyorduk.

_ 'Bugün, saat onda Virane'de buluşacağız, bizimkilerle. Duruma göre artık nereye gideceksek, orada kararlaştıracağız.' dedim, kapıya kadar gelen, beni geçiren anneme.

Tam kapıdan çıkıyordum ki karşı apartmanın kapısından bir genç çıktı. Bir an göz göze geldik. Başını çevirdi, çiçeklerle oyalanır gibi yaptı. Ben gidinceye kadar, vakit geçirmek istiyor gibiydi. Sağ tarafa doğru yürüdüm. Kaç gündür orayla ilgiliyim ya, aklım arkada kaldı.

Biraz uzaklaştım ki o apartmanın demir bahçe kapısının mandalının açılıp kapanma sesleri geldi. Sessizce yürüyordu ama sanki ayak sesini duyuyordum. Karşı kaldırımda, benimle aynı yöne gidiyordu. Acaba o muydu orada oturanlardan biri? Yani gizlenenlerden? Belki de kimse gizlenmiyordu da bana öyle geliyordu.

Geçen arabaya bakıyor gibi sol omzumun üzerinden baktım. O da aynı arabanın arkasından bakar gibi yaptı ben bakınca. İkinci defadır başını çeviriyordu. Bakmak yasak mıydı? Hatta gülümser, selamlaşırdı insanlar.

O ev üzerine varsayımlar çoğalttığım için onu da bir an o evin sakinlerinden olarak düşündüm. Acaba doğru muydu?

Kendime kızmaya başladım. Bir yandan tahmin yürütüyor, bir yandan da kendimle kavga ediyordum. Bir aklım da hâlâ arkamdaydı.

Beni izliyor olabilir miydi? Tanıyor muydu? Neden izlesin? Belki onun da bu tarafta bir işi vardı. Öyleyse, artık belli olacaktı. Önüme gelen ilk sokağa saptım. Nasıl olsa her yol Roma'ya çıkıyordu. Beni takip ediyorsa, mutlaka o da sapacaktı.

Sokakta, oynayan çocuklar ve oynayamadıkları için oynayanları kenardan seyreden minikler vardı. Seyredenlerden bir tanesini okşar gibi yaptım ve arkaya baktım. Görünürlerde yoktu. Belki biraz uzaktaydı da ancak dönecekti. O sırada, top peşinde koşan çocuğun biriyle çarpıştım. Fırsat bu fırsat, rahatça sola dönerek baktım. Kimsecikler yoktu. Bana öyle gelmişti. Arka sokaktan Virane'ye çıktım.

Tam zamanında gelmiştim. Teleferik'e gitmeye karar verilmiş. Ben de kabul ettim. Neşe hariç, herkes hazırdı. Bir süre onu bekleyecektik. Galiba ev işlerini bitirememişti. Artık hacıyatmaz değil, hacıuykusunualamaz olmuştu. Anneciğinin kıymetini öğrenmişti ama iş işten geçmişti.

Öğrendiğime göre, Define'yi sabahın erken saatlerinde alıp gitmişler. Arabayla gittikleri için belki de çoktan memleketine varmıştır bile. Buralar boşalıvermişti sanki. Oysa tam on iki kişiydik. Ahmet, her zamanki gibi Virane'de kalacaktı. Ekmek teknesi, ne yapsın? Duygu bizimle geliyordu.

Işıl Akan Hazretleri çok asabiydi yine. Sınavlarda başarılı olamadığı için aşağılık duygusu içine girmiş, her fırsatta ona buna sataşıp duruyor, kudurmuş gibi hepimize saldırıyordu! Durumunu biliyordum. Arkadaşlara onu idare etmelerini söyledim. Açıklama yapmadım, başından geçenler dedeyle bende emanetti, sırdı. Sadece hatırım için sabretmelerini, ona mümkün olduğu kadar hoşgörüyle davranmalarını rica ettim. Üstüne varmıyorduk. Yoksa iyice delirecekti! Beş yaşında çocuk muamelesi yapıyorduk. Galiba artık Bakırköy'e yatma zamanı gelmişti.

Aradan bir süre geçti. Bizimki nefes nefese geldi. Nerede kaldığını sorduğumuzda, gülerek:

_ 'Ay, çocuklar! Sormayın, nerde kaldığımı! Nereye gittiğimi...'

_' Merak ettik. Sormayacaktık ama madem bir yere gittiğini söyledin, artık sormamız lazım. Nereye gittin, Neşe?' dedim.

_ 'Hani bizde kalan akraba kadınlar var ya... Onlardan Fatma Teyze'm var bu aralar, yanımızda. Fala, cine, büyüye çok meraklıdır. Onunla, Fomara'da bir cinci hocaya gittik. Ay! Çok tuhaf! Değişik şeyler hissettim orada.'

_ 'Ne gibi şeyler?' 'Neden gittiniz oraya?' 'Ne yapıyor?' 'Nerde o hoca?' 'Nasıl bakıyor?' 'Suda mı bakıyor?' 'Nasıl topluyor?' 'Caminin ilersindeki mi?' 'Ona inanıyor musun?' 'Peki, ne dedi size?' 'Sana da baktı mı?' 'Sana ne dedi, mesela?' gibi bir sürü sorduk bir anda. Hangimize cevap vereceğini şaşırdı.

_ 'Birer birer sorun ya! Hepinize nasıl cevap vereceğim? Zaten nefes nefeseyim.'

_ 'Haydi, çocuklar! Oyalanmayalım. Laflamanın sırası değil şimdi. Orada konuşursunuz. Madem gideceğiz, hava iyice ısınmadan yola çıkalım. Teleferik epey uzak... Öğle sıcağına kalmayalım. Daha yolda alışveriş edeceğiz.' dedi, Orçun.

***
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 44

17 Haziran 2010 9-10 dakika 92 öyküsü var.
Beğenenler (2)
Yorumlar