Misafir

Toprak, o yıl yaradana küsmüştü. Ne yağmur geldi ne kar. Çatlaklar öyle derinleşti ki, sanki yer yarılıp cehennemi gösteriyordu insanlara. Köyün çınarı kuruyordu; yüz yıllık ağaç, yapraklarını dökmüş, iskelet gibi dikiliyordu meydanda. Kuşlar göçmüş, çeşme kurumuş, hayvanlar bir bir ölmüştü.

Köylüler, kuyuların başında kavga ediyordu. Herkesin elinde bir testi, gözlerinde açlık, yüreğinde korku. "Su bizim!" diye bağırıyordu biri. "Hayır, bizim!" diye karşılık geliyordu öbüründen. Daha dün kardeş olan insanlar, bugün düşman olmuştu.

İhtiyar Hasan, çınarın altında oturmuş, tespih çekiyordu. "Allah, bize merhamet et," diye mırıldanıyordu. "Çocuklar aç, hayvanlar susuz. Daha ne kadar dayanacağız?"

Ama gökyüzü dinlemiyordu.


---


İhtiyar adam köye öğle sıcağında girdi. Belki altmış, belki yetmiş yaşlarında. Yırtık kaftan, tozlu çarıklar, ceviz değneği. Yüzünde uzak diyarların yorgunluğu vardı, gözlerinde kimsenin okuyamadığı bir sır. Yürüyüşü ağırdı; her adımda duraksıyor, nefes alıyordu.


İlk kapıya vardığında tıklattı. Üç kere. Sonra bekledi.

İçeriden kadın sesi geldi: "Kim o?"

"Bir yolcuyum. Bir bardak su istiyorum."

Kapı aralandı. Kadın, adamı tepeden tırnağa süzdü. Yüzünü buruşturdu. "Suyumuz yok! Git başka yere!"

Kapıyı çarptı. Adamda yürüdü.

İkinci kapıda genç bir erkek açtı. Adam, sesini toparlayarak konuştu: "Oğul, açım. Bir lokma ekmek..."

Genç adam kaşlarını çattı: "Bizim ekmeğimiz kendimize yetmiyor! Sen kim oluyorsun da bizden dileniyorsun! Defol git!"


Üçüncü kapı. Dördüncü. Beşinci. Her kapı kapalı. Her yüz taş. Bazıları küfür etti, bazıları taş attı: "Musibet! Git buradan, başımıza bela olma!"


Adam yürüdü. Başını eğmeden, gururunu yitirmeden. Köyün ucuna kadar. Son eve kadar gitti.


---


Mehmet'in evi kerpiçten, küçüktü. Üç oda, bir avluydu. Bir ay önce evlenmişti Fatma'yla. O akşam sofrasında kuru ekmek, bir tutam bulgur, yarım tas yoğurt vardı. O kadar.

Mehmet, tarladan dönerken pencereden adamı gördü. Yaşlı, bitkin, her adımda sendeliyordu. Yüreği burkuldu.

"Hanım, dışarıda biri var. Yaşlı bir adam. Çok yorgun görünüyor."

Fatma tereddütle baktı: "Köylüler geri çevirdi onu. Biz alsak, dedikodu yaparlar."

Mehmet durdu. Düşündü. Sonra ayağa kalktı. "Köylüler değil, Allah ne der, onu düşünmeliyiz."

Kapıyı açtı. Dışarı çıktı. Adam, tam evlerinin önünden geçiyordu. Mehmet seslendi: "Amca! Amca, dur!"


Adam döndü. Gözlerinde şaşkınlık mı, yoksa rahatlama mı, belli değildi.


"Gel içeri. Bu saatte dışarıda kalınmaz."


Adam, ağır adımlarla geldi. Eşiği geçti. Fatma hemen harekete geçti. Temiz bir peştamal uzattı: "Yıkanın amca, temizlenin. Ben size temiz kıyafet getireyim."


Adam, hamama gitti. Üzerindeki kirli, tozlu kıyafetleri çıkardı. Sıcak suyla yıkandı. Fatma'nın verdiği temiz şalvar ve gömleği giydi.


Sofraya birlikte oturdular. Fatma, elindeki son ekmeği ikiye böldü. Yarısını misafire verdi. Bulgur pilavının çoğunu onun tabağına koydu. Yoğurdun tamamını koydu.


"Buyrun amca, az ama helalinden."


Adam, her lokmada "Ellerinize sağlık" diyordu. Sonra aniden durdu. Mehmet ile Fatma'ya baktı. Gözlerinde parlayan bir ışık vardı.


"Oğul, kız," dedi kısık sesle. "Size bir şey söyleyeceğim. Korkmayın. Size bir zarar gelmeyecek."


İkisi de şaştılar ama sustular.


Yemek bittikten sonra Mehmet, misafire temiz bir yatak hazırladı. Adam, yatağa uzandı. Birkaç dakika sonra derin bir uykuya daldı.


---


Gece yarısı, köyde çığlık yükseldi.


"YANGIN! YANGIN VAR!"


Mehmet uyandı. Dışarıdan duman kokusu geliyordu. Pencereye koştu. Köy yanıyordu. Evler, ahırlar, samanlıklar... Alevler göğe yükseliyordu. Köylüler çığlık çığlığa kaçışıyordu.


Fatma korkuyla kocasına sarıldı: "Mehmet! Ne yapacağız?"


Mehmet kapıya koştu. Dışarı baktı. Ateş, evlerine doğru geliyordu. Sağdan, soldan, her yönden. Ama bir tuhaftı sanki evlerinin önünde görünmez bir duvar vardı. Alevler yaklaşıyor, ama tam kapılarının önünde dönüyordu.


Köylüler, Mehmet'in evinin önünden geçerken şaşkınlıkla duruyorlardı: "Nasıl oluyor da bu ev yanmıyor?"


Sabaha kadar sürdü yangın. Sonra birden durdu. Alevler söndü. Geriye kül, duman ve gözyaşı kaldı. Köyün yarısı yanmıştı. Ama Mehmet'in evi sapasağlamdı.


---


Sabah, Fatma kahvaltıyı hazırladı. "Mehmet, misafiri çağır."


Mehmet, adamın odasına gitti. Kapıyı tıklattı. Cevap gelmedi. Açtı. Oda boştu. Yatak bozulmamış, minderler düzgün. Pencere açık.


Yastığın üzerinde bir not vardı. Mehmet aldı, okudu:


"Oğul, kız. Allah sizden razı olsun. Bu köy, kibir yüzünden ceza gördü. Ama sizin eviniz, misafirperverlik yüzünden korundu. Söyleyin köye: İnsan, paylaştıkça çoğalır. Tutkundukça yanar."


Mehmet, notu Fatma'ya gösterdi. İkisi de gözyaşlarına boğuldu.


O sırada gökyüzü karardı. İlk damla düştü. Sonra ikincisi. Üçüncüsü. Birden yağmur başladı. Ama bu sıradan bir yağmur değildi gül kokuyordu. Toprak, o kokuyu içine çekti. Çatlaklar kapandı. Otlar bitti. Ağaçlar yeşerdi.


Köylüler meydanda toplandı. Mehmet, o geceyi anlattı. Misafiri, sofrası, notu...


İhtiyar Hasan ağladı: "Biz lanet ettik ona. Taş attık. Kapımızı çarptık. Ama o... O belki melekti, belki evliyaydı. Biz kibirle yandık. Siz cömertlikle kurtuldunuz."


Köylüler utandı. Başlarını eğdiler. O gün, hep birlikte, yanan evleri yeniden inşa etmeye başladılar. Ama bu sefer, farklıydılar. Paylaşıyorlardı. Yardımlaşıyorlardı.


---


O günden sonra köyde bir kural kondu: Hiçbir kapı misafire kapalı olmayacak. Çünkü anladılar ki, misafir sadece insan değildir. Bazen rahmet, bazen imtihan, bazen mucizedir.


Mehmet'in evine "Misafir Evi" dediler. Yıllar geçti, ev ayakta kaldı. Çocukları oldu, torunları. Ama o ihtiyar bir daha hiç görünmedi.


Sadece bazen, yağmurlu gecelerde, rüzgâr kapıyı çaldığında, Fatma fısıldardı: "Belki o..."


Ve Mehmet gülümserdi: "Belki."


Turgay Kurtuluş 


12 Ekim 2025 5-6 dakika 17 öyküsü var.
Yorumlar