Mutluluk İksiri

O zamandan sonra Işıl için adeta seanslar düzenledim. Define ile kapının önünde yalnız bırakarak, konuşmasını ve içini boşaltmasına yardımcı oluyordum. Sık sık bize götürüyor, saatlerce onu dinliyordum. Elimin erdiğince, dilimin döndüğünce teselli etmeye çalışıyor, içinde bulunduğu durumu atlatabilmesi için onunla dama, kızmabirader gibi oyunlar oynuyor, başka şeyler düşünmesi için farklı konular açıyordum. Daha çok Kültür Park'a götürüyordum. Bir saatlik de olsa orada dolaşmak, içini ferahlatıyordu. Özellikle sabahları gidiyorduk. Öğleden sonraları hep beraberdik. Neşe ve diğerleri de geliyordu. Bazı günler, bütün arkadaşlar, sabahtan akşama kadar beraber geziyor, eğleniyorduk.

Kendisine yapılanları aklı almıyor, o kötülüğü yapanları asla affedemiyor, onlara beddualar ediyor, başka türlü rahatlayamıyordu. Sürekli geçmişe dönmeler, hatırlamalar, olayı güncellemek, yarayı kaşımak oluyor, iyileşmeyi öteliyordu.

O gün epey kalabalıktık. Duygu bize pırasalı gözleme yapıyordu. Bahçeye iki briketle portatif bir ocak yapmış, arasına koyduğumuz odunları, kâğıt parçaları ve çırpılarla tutuşturmuş, yan komşudan aldığımız sacı üzerine oturtmuştuk. Oklava, senit ve döndürgeç de yan taraftandı.

Duygu, kocaman bir kabın içinde sabahtan hamur yoğurmuş, kolay açılması için dinlenmeye bırakmıştı. Saat dokuzdan itibaren toplanmaya başlamıştık. Ahmet, döne döne hizmet ediyor, içecek dağıtıyor, Duygu gözleme yetiştiremiyordu. Arada duman bizi tütsülüyor, nazar, göz isabet, hiç bir şey bırakmıyor, gözlerimizden yaşlar getiriyordu ama ortalıkta, is kokusuyla karışan, iştah kabartan mis gibi bir koku vardı.

Olan, duyguyla Neşe'ye oluyordu. Yerdeki kilime oturmuş, önünde senit, karşısında ateş, tepesinde güneş, kan ter içinde kalmıştı! Buna rağmen ürettikçe mutlu olduğu, içi sevinçle dolan kan çanağına dönmüş gözlerinden anlaşılıyordu. Ahmet de aynı duygular içinde; buzlu su, meşrubat, ayran, çay koşturup duruyordu.

Neşe'nin, her işe eli yatkındı. O da Duygu'ya yardım ediyordu. Sacın yanındaki briket'e oturmuş, gözleme pişiriyordu. Öyle bir döndürgeç kullanışı vardı ki kırk yıllık yufka pişiren köylü kadınlara taş çıkartırdı. Bir taraftan yanan odunları sacın altına itiyor, bir yandan ateşin harlanması için bir karton parçasıyla yelpazeliyor, bir taraftan da döndürgeçle gözlemeyi sacın üstünde gezdiriyor, döndürüyor, adeta dans ettiriyordu.

Duygu da başa çıkamamış, bezeleri üst üste koyarak aralarına bolca ufra yayıp, üç yufkayı birden açmaya başlamıştı. Belli bir büyüklüğe geldiklerinde teker teker alıyor, biraz daha açarak, yufkanın yarısına kadar doğranmış tuzlu, kırmızıbiberli pırasaları serpiyor, boş olan diğer yarısını da bu kısmın üstüne kapatıyordu. Maharetli parmak uçlarıyla meydana gelen yarım dairenin çevresindeki açık kısımları yapıştırıyor, itinayla kaldırıp, sacın üstüne atıyordu.

Yemesi kadar, yapılışını seyretmesi de son derece zevkliydi. Yakın çevreden de kokuyu alanlar, ellerinde tepsiler, geniş ve yassı tabaklarla geldiler. Yapılanlar bize zor yetişirken, bir de onlar sıraya girdiler. Duygu:

_ 'İyi ki öğleye de yapmak düşüncesiyle hamuru fazla tutmuşum.' dedi.

Virane'de ilk kez yapıp, satışa sunduğu bu ürün çok tutulmuştu. Artık her hafta pazar günleri gözleme yapacak ve bunu etrafa da duyuracaktı.

Ahmet'in de ayran yapmak için makine alma zamanı gelmişti. Bu zamana kadar, beş kiloluk plastik bidona koyduğu yoğurdu, üstüne doldurduğu suyla, elinde sallayarak ayran haline getirmekteydi. İyice köpürttükten sonra, bardaklara koyuyor, üstüne buz parçaları atarak soğumasını sağlıyor ve isteyenlere içine tuz ilave edip, karıştırarak sunuyordu.

İkinci el buzdolabını yeni almıştı. Bir haftadır, ayran bidonunu dolapta soğutabilmenin rahatlığını yaşamaktaydı. Işıl, Neşe ve ben her gelişimizde mutlaka ve ihtiyaç halinde gidip gelerek evlerimizden buz taşımak zahmetinden kurtulmuştuk.

Hava iyice ısınmıştı. O sıcakta kendimizi zor taşıyorduk. Bir de ellerimizde ikişer üçer kilo buz; bir taraftan erir, poşet su dolar; bazen akar, yol boyu damla damla iz, geçtiğimiz yerlerde... Fakat her güçlükle beraber bir kolaylık, her zahmetin bir faydası vardı.

Virane yakındı, yol kısaydı ama avuçlarımı buz poşetiyle serinlettiğimde, sıcağın etkisi azalıyor, ellerimi yanaklarıma, alnıma sürdükçe içime bir ferahlık geliyordu. Artık buz getirmek gerekmiyordu ama ben yine de evden çıkarken elime bir parça almayı alışkanlık haline getirmiştim. Plastik bardaktaki suyu akşamdan buzluğa koyuyor, sabah alıp, çıkıyordum. Yol boyunca yanan avuçlarımı serinletiyor, eridikçe birer yudum içiyordum. Virane'de üzerine su ilave ediyor, buz az kalınca da üzerine ayran alıyordum. O bardak, elimde ve çantamda benimle gezer oldu.

Define bize küçük şeylerle mutlu olma sanatını öğretiyordu. Her halde mutlu olunabilecek bir şeyler olduğunu, bizim sadece onları bulup çıkarmaya çalışmamız gerektiğini söylüyordu. Elimizden geldiğince uygulamaya çalışıyorduk. Bu bahsettiğim olay da bunlardan biriydi.

Gözleme faslı bitti, saç duvara dayandı, senit temizlendi, döndürgeç ve oklava yıkanıp hemen kurulandı. Kap kacak eviyeye taşındı, kilim çırpıldı. Saat on bir e geliyordu. Ağaçların gölgesi azalmıştı. Masa ve sandalyeleri gölgelere çektik.

Bir gözüm Işıl'daydı. Arada bir Define'nin yanına gidiyor, kapının önünde yanına oturup konuşuyor, sinirli sinirli, el kol hareketleriyle bir şeyler anlatıyordu. Dede, işinin başında yemiş, içmiş, tezgâhını boş bırakmamıştı. Bir süre sonra masasını Ahmet'le beraber tutarak, olduğu gibi kaldırıp, içeriye çekti. Işıl'ı da alarak yanımıza geldi. Ona, bir yere oturmasını söyledi.

Bizim kız çok asabi ve hırslıydı. Dede'ye yine mutlaka geçmişle ilgili şeyler anlatmıştı. Onunla hararetli hararetli konuşurken ağlamış olacak ki gözleri kızarmış, kirpikleri ıslanmıştı. Galiba hâlâ arada gözleri yaşarıyordu. Çünkü başını evin duvarına doğru çevirerek, elinin tersiyle siliyordu. Eve en yakın olan şeftali ağacının altına bir sandalye çekip, oturdu. Dede de kapı önündeki minderli sandalyesini getirerek, bahçeye açılan kapının sağına koydu ve ayak ayaküstüne artarak oturup, başladı anlatmaya:

_ 'Gözlemelerinizi yediniz. Karnınız doydu. Şimdi artık beni, can kulağı ile dinleyebilirsiniz. Bugün size; kin, nefret, fitne, fücur, düşmanlık, haset, hâsılı birilerine duymakta olduğunuz bütün kötü duygular konusunda bir şeyler söyleyeceğim.

Işıl, bugünün konusunu belirlememe yardımcı oldu. O, onu üzen kişilerin etkisinden kendisini kurtaramamakta ve onların umurunda bile değilken, burada acılar içinde kıvranmakta!..

Mutlaka sizleri de üzenler, aynı duruma getirenler vardır. Hani o asla affedemedikleriz... Hani size yaptıkları, ölseniz bile kemiklerinizden çıkmayacak olanlar... Hani iliklerinize işleyen, yüreklerinize oturan laflar, hakaretler, iftiralar, karalamalar... Kısaca size de herhangi bir şekilde kötülük edenler vardır. Olmuştur, olacaktır. Kaçınılmaz. O zaman size o kötülüklerin etkisinden nasıl kurtulabileceğimiz konusunda bir şeyler anlatacağım.

Dün, yaşandı ve bitti. Bunu kaç kere tekrarladım. Geriye asla dönmeyeceğiz. Geçmiş, geçmiştir. Şimdi, şu anda ne yapabiliriz? Bunu düşünecek ve uygulamaya başlayacağız. Bunu da bilmem kaç kez tekrarladım. Siz burada kahrolurken, size kötülük edenlerin hiç umurlarında değil; onlar orada rahat ve huzur içinde yaşamaktalar. Siz kendi kendinizi yedikçe, bundan haberleri varsa zevkten dört köşe olmaktalar. Arzuları gerçekleşmiş, sizi deli etmişler, bunun tadını çıkarmakta, ?Oh!' çekmekteler. Siz de bunu bile bile kendinizi yerden yere vurmaktasınız! Yani onların ekmeklerine yağ sürmektesiniz. Demek ki onlar o kadar güçlüler ki siz onların auraları altında ezilmektesiniz. Öyle mi? Onlar sizi deli ederek muratlarına ermiş olacaklar ve siz, o zalimlere bu zevki yaşatmaya devam edeceksiniz, ha?

'Efendim, bana yapılanları unutamıyorum. Geçmişe dönmek istemiyorum ama içimde öyle bir kin ve nefret var ki bana rahat vermiyor; ister istemez o günlere gidiyor ve o olayları tekrar tekrar hatırlıyorum. Bu da beni harap ediyor. Çünkü intikamımı alamıyorum. Sadece beddua ediyorum. Ettikçe edesim geliyor; hırsım arttıkça artıyor, mahvoluyorum!.. O ise belki son derece mutlu, gezip tozuyor, keyfine bakıyor. Ben ona ulaşamıyorum, onu sadece Allah'a şikâyet ediyorum. Şikâyet ederken de içim içimi yiyor!.. İlendikçe ilenesim geliyor!' diyenleriniz var mı içinizde? Böyle bir dertten muzdarip olanlar el kaldırsın bakalım!'

On beş kişiydik, on beşimiz de el kaldırdık. Ne diyeceğini merakla beklediğimiz için hiç konuşmadık. Sadece meraklı gözlerle bir gözlerinin içine, bir ağzının içine bakıyorduk. O, bir sigara yaktı ve bir nefes aldı. Bir nefes daha aldı. Bizi bekletmesinin sebebi, iyice dikkatimizi vermemizi sağlamaktı. Bizde hareket yoktu. Acaba neler diyecekti? Tekrar başladı:

_ 'Çok eski zamanlarda, bir dergâhta, huzursuzluk ve müritler arasında anlaşmazlık had safhaya varmış. Talebeler, bir türlü ilerleme kaydedemiyorlarmış. Dışarıdakilerle olan ilişkileri de berbatmış. Her biri kin, nefret ve düşmanlık duyguları içinde sinir kesmiş! Ayrı ayrı huzura gelip, sorunlarını anlatıyor, birilerini ve birilerini şikâyet ediyorlarmış. Bu anlaşmazlıkların, huzursuzlukların ardı arkası kesilmeyince, hocaları bir sabah bunları bir araya toplamış ve:

_ 'Hemen tarlaya gideceksiniz, birer çuval patates çıkaracak, yüklenip, geleceksiniz. Şimdi, hemen! Haydi, durmayın!' demiş.

Müritler, derhal denileni yapmışlar, hep beraber gidip, sırtlarında zorla taşımakta oldukları çuvallarla dergâha dönmüşler. Bir taraftan da bu kadar patatesin ne olacağını merak ediyorlarmış. Hocaları onları kapıda beklemekteymiş. Müritler, tam çuvalları yere bırakıp, oturacaklar, onlara:

_ 'Otururken de sırtınızda taşıyacaksınız. O çuvalı gün boyu asla sırtınızdan indirmeyecek, sadece uyurken yanınıza koyacaksınız.' demiş.

Her biri, sırtlarında kocaman patates çuvallarıyla sıralanıp oturmuşlar. Bir süre dinlendikten sonra, günlük işlerini yapmak üzere kalktıklarında çuvalları bırakacak olmuşlar. Hocaları:

_ 'Her nereye giderseniz gidin, ne yaparsanız yapın, o çuvallarla gideceksiniz. Çarşıya, pazara, gezmeye, tarlaya, ayakyoluna kadar bile sırtınızda taşıyacaksınız.' demiş.

Müritler söylenileni yapıyorlarmış ama o kadar zorlanmışlar ki canlarından bezmişler! Ata dahi binseler, sırtlarında bir çuval patates varmış. Bir omuzları acıyıp ağrıyınca, diğerine geçiriyorlarmış. Omuzları kızarmış, çürümüş ve yara olmuş. O kadar zaman geçmiş ki aradan, patatesler de çürümeye, kokmaya başlamış aman ne koku!..

Bir gün bu duruma daha fazla dayanamayan sözü geçkin bir talebe her şeyi göze alarak öne çıkmış:

- 'Efendim, taşıdığımız patatesler çürüdü, kurtlandı, kokmaya başladı. Artık bunlardan kurtulsak! Taşımak neyse de bu kokuya katlanmak mümkün değil! Çok pis kokuyorlar. Üstümüz başımız, yerimiz yatağımız, her yer koktu! Ne yapacağız? Buna daha ne kadar dayanacağız?' demiş. Bunun üzerine hocaları:

_ 'Her biriniz kendisini yoklasın. İçindeki kin, nefret, düşmanlık, haset, fitne, fücur, her türlü kötü duyguyu çıkarıp atarsa, çuvalını götürüp atsın! Yok, atmazsa, atamıyorsa, taşımaya devam etsin!' demiş.

Her biri bir süre kendisini dinlemiş. O zamana kadar, kime düşmanlık, kin, nefret gibi kötü duygular besliyorlarsa, içlerinden silip, temizlemeye çalışmışlar; bunu başarabilenler çuvallarını alıp gitmişler, bostan kuyusuna boşaltmışlar, dönüp gelmişler, yıkanmışlar, temiz giysiler giymişler ve huzura gelmişler. Hepsi de kısa sürede bu kötü yükten kurtulabilmek için bunu bir an önce gerçekleştirmiş ve tamamı gelince hocaları onlara:

_ 'Şimdi kendinizi nasıl hissediyorsunuz?' diye sormuş. Her biri, farklı söylemlerle aynı duyguyu dile getirmiş:

_ 'Çok iyi...' 'Oh, kurtulduk!' 'Dünya varmış!' Ne kadar rahatladık!' 'O ağırlıktan ve pis kokudan usanmıştık!' demişler. Hocaları gülümsemiş ve demiş ki:

_ 'O bir çuval patates, size yapılanlar, asla unutamadığınız kötülüklerdi. Zamanla içinizde birikmiş, ağırlaşmış, giderek çürümüş, kurtlanmıştı ve sizi son derece rahatsız etmekteydi. Bana aktardığınızda beni de rahatsız ediyor ve siz onları, uyanık olduğunuz her an yüklenip taşıyor, o ağırlık altında mahvoluyordunuz! Ben size o yükün ne kadar ağır ve rahatsız edici olduğunu gösterdim. Şimdi, o yükten ve sizi huzursuz eden sıkıntısından kurtuldunuz, hafiflediniz. Artık mutlu olmamanız için bir neden kalmadı.'

Şimdi ben de sizden, artık patates çuvallarınızı boşaltmanızı ve yıkanıp temizlenmenizi, üstünüzü başınızı da değiştirmenizi istiyorum. Bunu yapabilecek misiniz? Yoksa kokmuş, kurtlanmış patatesleri taşımaya devam mı edeceksiniz? Taşımak isteyenler el kaldırsın!'

Birbirimize baktık. Kimsenin eli kalkmadı. Bir süre düşündük. ?Çıt' yoktu. İçimizde hesaplaşmaya başladık. Son derece çetin birer savaş vermekteydik! Kolay değildi ama mümkündü. Arada birbirimizle göz göze geliyorduk. O anda karşılaşan bakışlarımız, doğru olanın, atıp kurtulmak olduğunu tasdik ediyordu.

Artık, kötü duygular kalmayacak, şikâyet nedeni de ortadan kalkmış olacaktı. İçimizden attığımız o kokuşmuş duyguların yeri boş kalmayacak, yerlerine huzur ve mutluluk gelip yerleşecekti.

Önce ben teşekkür ettim, Define'ye. Sonra da diğer on dört genç... Ruh sağlığımız için hiçbir ilaç bu kadar faydalı, iç huzurumuz ve mutluluğumuz için hiçbir iksir, bu denli etkin olamazdı!

***
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 30

06 Haziran 2010 12-13 dakika 92 öyküsü var.
Beğenenler (3)
Yorumlar