Nasıl Bir İstanbul

Mart ayı sonunda çoktandır ertelediğim ve artık sol ayağımı atamaz hale gelinceye kadar da acısına dayandığım "bel fıtığı" sorunundan temelli kurtulmak üzere ameliyat oldum. Sabah yatağımla birlikte ameliyat odasına götürüldügümü, yarı sersem bir halde yataktan sedye gibi bir şeye alındığımı hatırlıyorum. Gözümü açtığımda ilk işim duvardaki saate bakmak, sonra da kendimi ameliyat öncesinden proğramladığım şekilde sol ayak parmağımı hareket ettirmek oldu. İki saat olmuştu ameliyata alınalı, ameliyat bitmişti ve parmağım da hareket ediyordu. Doktorlar farketti bunu. Almancada "yaşasın, başardık" anlamına gelen sağ el işaret parmağımı yukarı kaldırıp elimi de yumruk yaparak onlara içten bir teşekkür gönderdim. Güldüler hep birden. Sonra su istedim, dudaklarıma ne olduğunu anlamadığım jel gibi birşey sürdüler. Ve sonra odaya aldılar beni serum şişeleri ve takılı hortumlarla birlikte. Rahat bir pozisyonda yarı dik olarak ve sırtımı da yastıklarla epeyce besleyerek yatırdılar beni. Ellerimi gögsümde çaprazlayıp uyumuşum, ama ne uyuma... Akşam uyanabildim ancak.

Kendime gelince ilk olarak doğrulmaya çalıştım. Tabiatım gereği hemşireleri rahatsız etmek istemiyordum. Zar zor doğruldum yatağımda, sıra birşeyler giyinmeye gelmişti, çünki çırılçıplaktım. Her nasılsa onu da başardım. O sırada bir dilim ekmek, su gibi bir kepçe çorba, iki dilim peynir ve domatesten oluşan akşam yemeğimi getirdi görevli. Sıra odanın girişinde buluna tuvalete gitmeye gelmişti. Onu da başardım bir şekilde. Ağır adımlarla da olsa yürüyor ve ağrı da duymuyordum. Bu ağrılardan kurtulduğumu düşünüp derin bir "ohh" çektim şöyle şükrederek. Üç gün sonra da çıktım hastahaneden. Ancak, bağlı olduğum hastalık siğortası iyileşme dönemini evde geçirmemin sakıncalı olduğunu söyleyip bir özel tedavi merkezine sevketti beni dört hafta için. Bu süre içinde vücut kendini toparlayacak, ben eski halime kavuşacak ve işime dönecektim. Aslında yürüyordum ve ağrım da yoktu. Bu tedavi neyin nesiydi, bunu anlamamıştım.

Nürnberg yakınlarında yaklaşık onbin nüfuslu küçük bir kentte kurulu tedavi merkezine gönderdiler beni. Daha işlemleri yaparken kent hakkında bilgiler içeren birkaç tanıtıcı broşür aldım yanıma. Odama çıkıp bavulu açtım, eşyalarımı yerleştirdim. Ne de olsa dört haftalığına buralıydım. Hemşire dosyamı ve haftalık proğramı getirdi az sonra, her gün ne yapmam gerektiği hastahanenin hangi bölümünde ne işim olduğu, hangi doktorun ne yapacağı, özel jimnastik proğramının yeri gibi bir yığın ayrıntılar vardı getirdiği dosyada..Hafta sonları serbesttim bir tek. İstediğim yere gidebilir, kent gezisine ya da uzun süreli yürüyüşe çıkabilir, hatta yakındaki büyük kente bile gidebilirdim. Kabul ve kayıt sırasında yanıma aldığım broşürlerden kenti tanımaya çalıştım önce. Kuruluşu, tarihçesi, gezilecek yerleri vs.. gibi bir yığın ayrıntı veriliyor ve hiçbir soruya yer bırakmayan bir özenle hazırlandığı dikkati çekiyordu bu broşürlerin. Önce bu hafta sonu yapılacak bir kutlama proğramı gördüm. Bu küçük kente demiryolu ağı çekilişinin yüzüncü yılı kutlamaları olacaktı canlı müzik eşliğinde ve bir bayram atmosferi içinde. Gitmek için işaretledim bilgileri. Sonra dikkatimi çeken şey bu kentte bir "açık hava müzesi" bulunduğu idi. Bilmiyordum açık hava müzesinin nasıl bir şey olduğunu. Onu da işaretledim gitmek için. Epeyce müze gezmiş olmama rağmen "açık hava müzesi" ne demektir, bunu bilmiyordum.

Geldiğimin ikinci hafta sonu gittim bu müzeye. Gişeden bileti alırken karşıladı beni ilk sürpriz. Gişelerin bulunduğu oda rastgele bir oda değildi. Eşyalar epey eski, duvarlar kerpiç tahta karışımı, görevlilerin bilet sattığı gişeler gösterişsiz ve çok sade, kıyafetleri ise bir tuhaftı. Bir anlam veremedim ilk önce. Ve o büyük, ve yine anlayamadığım bir şekilde sanki yıkılmak üzere olan bir viraneyi andıran, ancak çok sağlam olduğu da anlaşılan büyük kemerli kapıdan girdim içeri. İlk dikkatimi çeken şey burada çalışan tüm görevlilerin kıyafeti oldu. Sonra bir tarafta eski usullerle harman dövüp savuran bir adam gördüm. Ve ona yardım eden bir kadın. Tanıtıcı levhalara bakmayı neden sonra akıl edebildim. Türkçe hariç, 12 dilden yazılmıştı levhalar. Almancaya hakim olduğum için zorluk çekmiyordum. Ve nihayet anladım ki burası Almanya'nın Bayern bölgesinde 17. yüzyılda hüküm süren FRANKEN prensliğinin yaşadığı köydü. Köy olduğu gibi korumaya alınmış, bütün evler içindeki eşyalarla birlikte müze haline getirilmiş, o günkü yaşam tarzı olduğu gibi korunmuştu. Ekmek yapılan ocaklar, köydeki demircinin atölyesi kullandığı aletler, körüğü, örsü, çekiçleri, aklınıza ne gelirse numara verilmiş ve açıklayıcı bilgiler eklenmişti. Evlerin bütün odaları sanki kullanıma hazır gibi o günkü eşyalarla birlikte koruma altındaydı. Bütün evleri gezdim, kimlerin yaşadığını not ettim, ve nihayet sıra aklıma takılan birşeyi sormaya gelmişti. Köyü gezen turistler belliydi, herşey ama herşey rehbere ihtiyaç bırakmayacak kadar düzenli ve ayrıntılıydı. Ancak dikkatimi başka bir şey çekti benim. Köyde turistlerden ayrı olarak çok eski giyimli kişiler görüyordum, kadın-erke bir şeylerle uğraşıyorlar, oradan oraya gidip geliyorlar, başlarının üzerindeki sepetlerde bir şeyler taşıyorlar, ve sohbet de ediyorlardı kendi aralarında. Evlere ya da başka yerlere girip çıkıyorlar, günlük yaşamın rahat meşgalesi içindeymiş gibi bir görüntü sunuyorlardı. Acıkmıştım köyü, daha doğrusu bu açık hava müzesini geze geze. Yol gösteren levhalardan önce tuvaletlerin yerini bulup ihtiyaç gidermek üzere yöneldim. İçeri girdigimde yine bir sürpriz karşıladı beni. Tuvaletler çok çok eski, ancak bakımlı ve tertemizdi.. İsteyen burada gideriyordu ihtiyacını, isteyen alışık olduğu modern tuvalette. Muslukları bile bir başkaydı tuvaletlerin. Sular ağaç borulardan akıyordu. Ellerimi yıkayıp çıktım ve restorantın bulunduğu yere yöneldim.

Güler yüzü ile ve yine anlam veremediğim kıyafetlerle bir genç kız karşıladı beni. Masalar, sandalyeler bu güne kadar görmediğim eski püskü ve değişik şeylerdi. Oturmadan, beni karşılayan garson kızın güleç yüzünden de cesaret alıp bu anlam veremediğim görüntülerin ne olduğunu sordum. Köy, dediğim gibi FRANKEN prensliğinin yaşadığı köymüş, ve burası CANLI BİR MÜZE işlevi görüyormuş. Bütün o gördüğüm ve beni hayret düşüren şeyler buymuş. Köyde, yani bu müzede çalışan herkes o günün kıyafetlerini giyiyormuş. Tarım o günkü usüllerle yapılıyor, hasat o gün kullanılan tarım aletleri ile yapılıyor, buğday o günün değirmeninde un haline getirilip yine o günün fırınında ekmek yapılıyormuş. Bira o günkü birahanede o günün koşulları ile elde ediliyormuş. İstediğim yemek o gün kullanılan tabaklar ve takımlar ile servis edilince daha da şaşırdım. Birayı tahta kupada ikram ettiler. O zaman anladım "açık hava müzesi" ne demektir. Ve nasıl ziyaret edilir. Bir gün içinde FRANKEN prensliğini tanımakla kalmamış yaşamlarını da görmüştüm. Yedikleri ekmekten yemiş, içtikleri biradan da içmiştim. Ve yurdum geldi aklıma ister istemez. Türkiye'm.. Anadolu'm.. Her köşesinde ayrı bir kalıntı bulunan, Efes'i ile, Bergama'sı ile, Truva'sı ile, tüm dünya uluslarının tanıyıp bildiği Gelibolu'su ile, ve tek tek saymakla bitmeyecek binlerce ören yeri, kazı yeri, antik kentleri, tiyatroları, felsefe kenti ASSOS'u ile, Zeugma'sı ile... Ve, en önemlisi de dünyanın gözdesi İSTANBUL'u ile...Ve gözlerimi kapatıp İstanbul'da düşledim kendimi.

Eski İstanbul diye tanımladığımız bölge Yedikule'ye kadar iskandan ve işyerinden arındırılmış, surlar aslına uygun onarılıp temizlenmiş, su kemerleri işler hale getirilmiş, Sultanahmet ve çevresi tamamen boşaltılmış, kısaca İstanbul'un orta yerinde ikinci bir İstanbul açılmış ve burası çok büyük bir açık hava müzesi haline getirilmişti. Topkapı sarayı bütün ihtişamı ile ziyarete açılmış, çalışanların hepsi, ama hepsi ortaçağ kıyafetleri giymişti. Ulaşım atlı faytonlarla sağlanıyor, tüm çalışanlar iki, üç dil bilen turizm ve tarih bilinci ile dolu pırıl pırıl Türk kızları ve delikanlıları idi. Oteller bu bölgenin tamamen dışına çıkarılmış, konaklamaya izin verilmiyordu. Ayasofya'yı her dilde tanıtan broşürleri her köşede bulmak mümkündü. Bir tarafta Yeniçeri Bölüğünü görüyordum, bir tarafta Mehter Takımını. Büyük çadırlarda hem bale gösterileri düzenleniyor, hem Karağöz gösterileri sunuluyordu ziyaretçilere. Espriyi aptal sarışın fıkraları ve erotik içerikli şakalardan ibaret zanneden batılılara zeka ve espri dersi verircesine Nasreddin Hoca eşeğine ters binmiş haliyle bir tarafta gülümsüyor, İsmail Dümbüllü kavuğuyla öbür tarafta selamlıyordu bizleri.İstanbul'un tam da ortasına kurulu bu büyük açık hava müzesi ortaçağı modern çağla birleştiriyordu sanki. Ve işi salt turizm olan bakanlığın çalışmaları sonucu yılda elli milyon turist çekiyordu. Tüm dünya Türkiye'yi salt kebaptan, rakıdan, lokumdan ve dansözden değil iSTANBUL'dan tanıyor, görmek için koşuyordu. Bununla kalmayıp Efes'e gidiyor ve milattan öncenin havasını soluyordu. Truva'ya gidip Paris ve Hektor yapılı garsonların, Elena güzelliğinde kızların hizmet verdiği restorantta yemeğini yerken, ya da bir ağaç altında birasını yudumlarken karşısındaki Gelibolu'ya da gitmenin planlarını yapıyordu. Efes'i ve Bergama'yı ziyaret edip Alman'ların tırlara yükleyerek kaçırdığı ve yıllarca Berlin Müzesinde sergilenen Anadolu kaynaklı eserlere gıpta ile bakıyor, kendi ülkesinde böyle bir müzenin olmayışına hayıflanıyordu için için. Haçlı seferleri ile çalınan bir medeniyetin ferdi olarak Anadolu medeniyetine bakıp iç geçiriyordu.

Çok mu zor böyle bir İstanbul,, ya da böyle bir Anadolu? Elbette değil. Çalmayalım ve kaldırım söküp yaparak yandaş yalaka zengin etmeyelim yeter. Belediye olmanın kentin giriş ve çıkışına HOŞGELDİNİZ-GÜLEGÜLE yazmaktan ibaret olmadığını farkedelim yeter. Ülkeyi ve toprağımızı sevelim yeter. Binlerce yıldan beri bu topraklarda hüküm sürenlerin mirasçısı olarak o medeniyetlere de sahip çıkalım, bizlenelim, benimseyelim, koruyalım yeter.. Velhasıl..... Adam olalım yeter.

30 Ağustos 2011 10-11 dakika 14 öyküsü var.
Beğenenler (3)
Yorumlar (2)
  • 12 yıl önce

    Güzel ve didaktik bir yazı kaleme almışsınız Mehmet bey öncelikle kutlarım. Tanımadığımız , bilmediğimiz bir Alman şehrini ve orada yapılan turizm ve sağlık adına olumlu işleri, daha sonra yurdumuz ile de irtibatlandırarak güzel harmanlamışsınız yazınızı. Biz de neden olmasın? Olur mu olur, zaman bırakalım.👍

    Tebriklerim sayfanızda...

  • 12 yıl önce

    😊Aynı acıyı şuan ben çekiyorum😊sol ayağım dayanılmaz ağrıyor😊

    😊Sanırım bende sona geldim?iyne ilaçlar fayda etmiyor artık😊

    👧 Çeken bilir acının derdini,çok geçmiş olsun ve çokta güzel dile getirmişsiniz 👍👍👍👑