Nazar

Bir ara mahallede mevlit okutturma çoğaldı. Bazıları adak adar gibi mevlit adamaya başladılar. O işleri olunca okutturuyorlardı. Daha önceleri o kadar yaygın değildi. Moda gibi yayıldı, tuttu. Önceleri sadece doğumlarda, sünnet düğünlerinden önce, bazı nişan düğünleri yerine bazen de düğün yerine okutulurdu. Birisi hapisten çıkınca falan... Böyle yerlere gidenler de genellikle bir kutu lokum götürürlerdi ve bir masanın üstüne, tavana kadar lokum kutusu yığılırdı. Gelenlere de lokum dağıtılırdı. O nedenle mevlit ile lokum, hafızamda yan yana yer almışlar.

Annem mevlide gideceğini söylediği zaman babam uzun uzun mevlidin ne demek olduğunu anlatır, Süleyman Çelebi'nin ruhunu şad ederdi. Derdi ki:

_ 'Mevlit, şiirdir. Süleyman Çelebi, Hazreti Muhammet Sallallahü Aleyhi Vesellem Efendimizi övmek için kaleme almış. Methiyedir. Rahipler ve papazlar İsa Aleyhisselam'ı çok övünce o da Peygamber Efendimizi yazdığı bu methiyeyle övmüş. Zamanla halk tarafından çok beğenilmiş. Sık sık okunmaya başlanmış. Bir de makamla okununca daha çok tutulmuş. Bir araya gelindiğinde sesi güzel kişilere okutturulup dinlene dinlene halk arasında yaygınlaşmış. Kuran okumak, zikir çekmek gibi değildir. Sevap mıdır? Okumak da okutturmak da dinlemek de sevaptır. İnsanın Peygamber Efendimize olan sevgisinin artmasına, imanının tazelenmesine sebep olur. Ayrıca, aralarda getirilen salavatlar, okunan tekbirler, tilavet edilen aşirler, onun değerine değer katar. Topluca tefekkür edilmiş, zikredilmiş, Kuran dinlenmiş, dolayısıyla ibadet edilmiş olur.' derdi.


Herkes hoca çağırır, ona para verir, Tevhit çektirtir, ölmüşlerine. Bizde bir kere oldu, böyle bir şey. Genellikle herkes kendisi çeker. Para verip çektirmez. İbadetse herkes kendisi yapar. Bu, yetmiş bin kere 'Lâ İlâhe İllallah' diyerek olur ve kimin için okunduysa, hâsıl olan sevap, onun ruhuna bağışlanır. Babam, rüyasında rahmetli dedemi görmüş. Dedem ona:

_ 'Oğlum, benim için Tevhit çektirt!' demiş. Annem düşündü ve:

_ 'Sadece hoca hanım çekmeyecek ki! Gelen bütün kadınlar çekecek. Yazın civcivli sıcağında onlara yazık değil mi? Sadece ona para vermek, diğerlerinin hakkını yemek olmaz. Böyle hak geçer.' dedi.

O zamanlar, ?sütlü' denen karamelalar kâğıtlıydı. Her iki şekerle, o zamanlar yeni çıkan en büyük metal para olan iki tane iki buçuk lirayı ambalajladı ve onlara dağıttı. Bazıları almak istemedi.

_ 'Ben, para için değil, Allah Rızası için çektim.' diyenler oldu ama o, bir kere böyle niyetlenmişti ve paraları onlara zorla verdi:

_ 'Harcamazsanız, bir çocuk sevindirin. Atın pencereden dışarıya, bulan sevinsin.' dedi.

Bazen bize okur, üzerine ağırlık geldiğini iddia eder, esnemeye başlar:

_ 'Az daha nazardan çatlatacaklarmış seni! Esnemekten çenem ayrılacak! Gözlerimden yaşlar geldi! Aman Allah'ım! Ver bakayım oradan biraz bozuk para! Atalım dışarıya da çıksın gitsin!' derdi.

Nazarın, yani bence, negatif düşüncenin yoğunlaşmış halinin evden çıkıp gitmesi için bir avuç bozuk para alır, başımızın üstünden çevirir, pencereden sokağa atardı. Bu hareket, toplumumuzda adet haline gelmiş.

Ara sıra eline geçen küçük paraları pencereden dışarıya attığı için bizim camın önünden para toplamaya alışık olan çocuklar hemen üşüşür, bayram ederlerdi. Onların sevinçleri, mutlulukları da bize yansır, o gerginlik dağılır giderdi.

Bu pencereden para atma usulü, iyi usuldü. Kimin nasibiyse o alacak, birine verdi, birine vermedi olmayacak... Bazen de kocaman adamların, kadınların gözlerine ilişir, eğilir, alırlar, ceplerine koyarlardı. İnsanın ailesine yedirdiği içirdiği, harcadığı para, misafire ikramı, yol göstermesi, gülümsemesi bile sadaka sayılıyorsa, bu da incitmeden, gizlice verilen sadakaya giriyordu. Alan da veren de birbirini görmüyordu. Tabi ki etkisi görünecekti. Haneye ferahlık, içlerimize huzur gelecekti.

Nazar, denediğim bir etki. Beyinde olumsuz düşünceyi biriktirip, gözlerden ya da dille ağızdan ses olarak çıkarınca, gayet tesirli bir silah... Kültür Park'ta gezerken yeni yürüyen çocuklara baktığımda:

_ 'Şimdi düşecek!' dediğim her bebek tökezledi, düştü.

Onlar düşe kalka yürümeyi öğreniyorlar, düşmeleri normal... Desem de düşecekler, demesem de... Fakat başka olaylar da var.

Adam beyin gücüyle daldan üzüm salkımını kesip, yere düşürüyor. Ya da koşarak gelen bir atı bir nazarla çatlatabiliyor. Hatta tasavvufi kitaplarda: 'Nazar, deveyi çömleğe, adamı mezara koyar.' yazar.

Nazar gerçekten var olmasaydı, Nazarı Yaratan, ayetler indirir miydi? Kur'an- ı Kerim'de sekiz ayet vardır ki onlar, nazarın kötü tesirini yok ederler. Bunların birisi Ayet- el Kürsü'dür. Diğeri de yedi ayetli Fatiha Suresi'dir.

Geçenlerde bir sabah annemin sağ ayağının başparmağına gözüm takıldı. Kötü bir düşünceyle mi baktım, baktığımda kötü şeyler mi düşündüm, nedendir; tırnağı kopuyor, gördüm. Ona kıyamadım ve bakışlarımı hemen kendi sağ ayağımın baş parmağının tırnağının üstüne çevirdim. Kem düşüncelerimi beynimden atmaya çalışarak:

_ 'Allah korusun!' dedim, sesli olarak.

İkimiz de ayakta, boy aynasının önünde yan yanaydık ama aynaya bakmıyorduk. Hemen kendi sağ ayağımın başparmağına baktım.

_ 'Sana olmasın, bana olsun!' dedim.

Kendi kendime neler söylediğimi sordu. Bir anda aklımdan geçenleri anlattım.

_ 'Senin parmağına gelecek sanırım. Galiba olay çok yakın ki sadece dua payı bırakılmış. Çünkü bana öyle malum oldu.' dedim.

Annemle aramızdaki telepatik bağı bilmeyen yoktur. Ya ona olacaktı da ben hissettim ve bakışımı kendime yönlendirerek, olacak olanı üzerime çektim ya da ben, belki şuuraltında kalan bir düşmanca duygu nedeniyle bir anda istemsiz kötü bir düşünce yoğunlaştırdım, anneme karşı ve akabinde kıyamadım ve olacağına yüzde yüz inandığım olayı kendime yönlendirdim.

Eskiden, çok hasta kişilerin dayanılmaz ağrılarını acılarını paylaşarak azaltırlarmış. Ne derece mümkün? İlerde anlatacağım. Sadece, o toplantılarda beni tepeden tırnağa titreten, bir bakışıyla halden hale geçiren yaşlı hanımın dayanılmaz ayak ağrılarını, çevresindekiler paylaşırlar:

_ 'Ya Rabbi! Onun hastalığının bir kısmını bize ver. Yardımımız olsun! Nasıl sevaplarımızı paylaşıyorsak, hastalıklarımızı da paylaşmamıza izin ver. Onun ağrıları sızıları hafiflesin!' diye dua ederlerdi.

Bir ankette görevliydim. Bir haftalık çalışmanın ikinci günüydü. Aynı gün Ertuğrul Gazi'de anket yaptığımız evlerin arasındaki bir arıktan atlarken uzun ve ojeli olan ayak tırnaklarımdan, sağ başparmağımınki, pantolonumun paçasının içindeki el dikişine takıldı, tırnak kalktı. Zaten kısa sürecekti çalışmamız, onda da izin almak istemedim, o durumda çalışmaya devam ettim.

Belki, olacak olan yine oluyor da, duayla sapabiliyor. Belki bir kötü düşüncelerimiz nedeniyle, ilerde sorgulanacağımız kötülüklerin yaratılmasına zemin hazırlıyoruz. Belki büyü de bunun bir derece daha yoğun olarak aktarımıdır. Doğrusunu Allah bilir.

Saatler durur ya... Takvim de dursaydı ve ben beş buçuk yaşımda kalsaydım! O zamanlar ne kadar katıksız severdim ablamı! Küçükken, zaman zaman bana yaptırdıklarını hatırladıkça kızsam da yine de çok severdim. O, eşinin görevi gereği Yozgat'taydı. Babamın sol gözü seğrir, ablamın hastalanabileceğine yorardı. Ben de:

_ 'O hasta olacağına ben hastalanayım. Çünkü o uzakta; gidip, bakamazsınız. Ben gözünüzün önündeyim.' derdim.

Yirmi dört saati bulmazdı. Ateşlenir, yatakalara düşerdim. Bir gün annem bana kızdı:

_ 'Sen neden alıp duruyorsun, herkesin hastalığını üstüne? Herkes kendi hastalığını kendisi çeksin!' dedi. O günden sonra bir daha öyle dua etmedim.

***

BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 89

02 Ağustos 2010 7-8 dakika 92 öyküsü var.
Beğenenler (4)
Yorumlar