Ne Tuhaf Ölüm

[Aşağıdaki parça Türkiye'nin doğu bölgelerinde yaşamış bir atın anılarından alınmıştır]

Benim bir at olmam, tanıklık ettiğim olayların değerini azaltmaz, aksine artırır. Pek çok kişi Kırgız atlarının kasıntı olduğunu, yellenmeleriyle bile böbürlendiklerini düşünür. Kısmen doğru olduğunu kabul ediyorum bu değerlendirmenin, fakat dostlarım, gerçek bir efsanedir Kırgız atları, ne büyük fetihler yaptık ne devasa orduları yendik biz. Manas destanını okuyun örneğin; Maniker, Ak Budun, Ak Kula, Aç Budun ve daha nice kahraman Kırgız atına rastlarsınız. Bu Kırgızları biz adam ettik, bir süvari, atı olmadan hiçbir şeydir, süvarisiz bir at ise eskiden ne ise odur. Böylesine bir tarihe sahip olduğumuz için biraz övünmemiz garipsenmemeli bana kalırsa. Benim bön ya da budala olduğumu düşünmeyin, bizi çekemeyenlerin hep aleyhimizde konuşacaklarının farkındayım ama asla yiğitliğimize, mertliğimize ve dürüstlüğümüze leke süremezler. Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz, denir ya, biz de Kırgız atının yüksek karakterini soylu yaşantımızla her fırsatta gösteriyoruz insanlığa.

Düşünün ki sadece benim hayatım bile, yani sıradan bir atın hayatı bile destansı olaylarla dolu. Van'a gelmeden önce Afganistan'da yaşıyordum mesela. Orada bu çekik gözlü küçük insancıkların hayatını çekilir kılmaktı işim. Fakir, pasaklı ve tembeldiler ama daha yüce bir amaç bulamadığım için kendime, eşlik ediyordum bu sefillere. Ben olmasam ne hayvanlarını otlatabiliyorlar ne şuradan buraya iki adım atıyorlar ne de evlerini taşıyabiliyorlardı. Bazen 'sen mi kurtaracaksın oğlum dünyayı' diyorum kendime, 'vur kendini çayırlara, oyna, tepin, bu insanların topunun Allah belasını versin.'

Böyle düşünsem de bizimkilerin Türkiye'ye göç edeceklerini duyduğumda hüzünlenmeden edemedim. Van-Erciş'te bir köy kuracaklarmış bizimkiler için. Ulupamir köyü, anlaşılan acımış Türk hükümeti bu zavallı insancıklara. Önceleri, 'kalırım burada, bensiz de yaşamayı öğrensinler' diye düşündüm, ancak daha sonra heyecanla yeni yaşantıları için hazırlandıklarını gördüğümde, bunun ilginç bir macera olabileceğini anladım. Kararımı verdim, ben de gidecektim Türkiye'ye. Bir kamyonun arkasına başka atlarla birlikte yerleştik ve işte buraya geldik.

İlk günler alışmakta zorlandım yeni yurduma ancak var gücümle çalıştım, çabaladım, onlar düzenlerini kuruncaya kadar hiç dinlenmedim. Ve sonun da keyifli günler geldi, huzur içinde yaşayacağım günler. Köyde kıymetim hiçbir şeyle ölçülemezdi, hakkını vermek lazım doğrusu, ne kadar bencil olursa olsun şu insanoğlu, takdir etmesini biliyor hani. Şöhretli günlerimdi bunlar benim, bir tek adıma türküler yakılmadığı kalmıştı, ne diyeyim o da nasıl olsa yakında yapılırdı.

Bir gün uzanmış çayıra geviş getirerek az ilerdeki kısrakları izliyordum. Bir kaçıyla daha önce gönül maceram olmuştu, yanlış anlamayın övünmek için belirtmedim bunu, belki merak edersiniz diye düşündüm bu şöhretli zamanımda ne ile meşgul olduğumu. O sırada bir Arap atı peydahlandı çayırda, sırtında uzun, kara, yağız bir adamla zıplaya zıplaya bana doğru yaklaştı. Gerilmiş bir yay gibiydi, derisi yağlanmış gibi parlıyordu. 'Ulan' dedim, 'caka satıyor bizim kısraklara edepsiz'. Neyse adam uzun uzun süzdü beni, 'tamam' dedi, 'işime yararsın sen'. O zamana kadar ayağa kalkmıştım, bizim Arap genç ya, ince, uzun boynunu bükmüş yere doğru, huysuzlanıyor, kabına sığmıyor anlayacağınız. Sanki bir sinekten rahatsız olmuş gibi aniden arkamı döndüm, suratına bir şamar patlattım kuyruğumla, delirdi çöl faresi, çıldırdı. Şaha kalktı birden, az kalsın sırtından adamı düşürecekti. Ne dayak yedi ama.

Ertesi gün bir kişi geldi beni bir başka ahıra götürdü. Sabahleyin iki küçük oğlanla yine aynı adam geldiler, çocuklar sırtıma atladı, şehir merkezine doğru yola koyulduk. Yeni işim bu çocukları okula götürüp getirmekti her gün. Rahat iş, avantası bol, canıma minnet yani. Çocuklar da sevimli, güzel çocuklar, en ufak bir taşkınlıklarını görmedim onca zaman. Havuç verirler, şeker verirler, severdik karşılıklı birbirimizi. İkisi de zehir gibi zeki, 'okutacağım' demiş babaları, 'adam edeceğim bu çocukları'. Benim emeklerimi de unutmazlar diye düşünüyordum. Fakat umduğum gibi olmadı hiçbir şey.

Şehir merkezi benim yürüyüşümle iki üç saatlik mesafedeydi. Sabahleyin tipi bastırdı biz yola çıktıktan az sonra. Dönmedik, nasılsa çok sürmez şehre varırız diye düşündük. Aradan bir saat geçtiğinde artık göz gözü görmüyordu, karda yürüyemez olmuştuk. Çok geçmeden takip edildiğimizi anladık, peşimizden bir kurt geliyordu, bazen bize, gözlerini görebileceğimiz kadar yaklaşıyordu. Ardından diğer kurtlarda kendilerini gösterdiler, ikişerli üçerli gruplar halinde sağımızda solumuzda geziniyorlardı. Pusuya düştüğümüzü anladık, refakatçimiz bir kayanın arkasına mevzilenip bir el ateş etti fakat vuramadı. O an aklıma bir fikir geldi, şayet hızla koşarsam kısa sürede şehre ulaşabilirdim. Koşmaya başladım, derin karda bata çıka, bir ejderha gibi soluyarak koşuyordum, çocuklar düşmemek için birbirlerine sıkıca sarılmıştı. Bu şekilde ne kadar gittiğimi hatırlamıyorum fakat gittikçe ağırlaşması gereken yükümün aksine hafiflediğini hissediyordum. O zaman daha hızlı koştum, koştukça yorgunluğumu unuttum. Şehre ulaştığımda beni bir ahıra aldılar, sırtımda çocuklar yoktu.

'At korktu kurtlardan, huysuzlanıp kaçtı, engel olamadım' demiş refakatçimiz. Babaları elinde bir kırbaçla geliyordu ahıra, vurdukça vuruyordu, vurdukça vuruyordu 'ne ettin kuzularımı'. Kaç hafta kaç ay sürdü bu böyle, dövündüm, bağırdım, yeri göğü inlettim nafile.

Kırgız atıyım ben, asil bir ruhum var, ben öldürmedim o yavrucakları, kim öldürdü diyeceksiniz; kurtlar mı, evet, ya da fırtına, yok ama yok, biliyorum ben o çocukların neden öldüğünü; söyleyeceğim tek şey şudur; keşke köylerinde bir okulları olsaydı.

02 Haziran 2010 5-6 dakika 2 öyküsü var.
Beğenenler (3)
Yorumlar (2)
  • 15 yıl önce

    Güzel bir anlatım,final çok yakışmış. Kutlarım Sevgiler,selamlar..

  • 15 yıl önce

    Günün öyküsünü ve yazarini kutlarim. Kalemin devami dilegiyle.