Nifirge

Kızlar tarafından hep kıskanıldım. Sokaklarda kolay yanan cildimle simsiyah saçlı, kara gözlü, kara kuru bir kızdım ama çok şık ve temiz giydiriyordu annem beni. Kenarları dantelli jüponlarım vardı ve bembeyazdı hep. İç çamaşırlarıma kadar dantelliydi. Kar gibi yıkanır, kaynatılır, ütülenirdi. Tafta, ipek, keten, kadife elbiseler... Annem terziydi. Renk renk, model model dikiyordu. Bazen de ablamın küçülen veya kendisinin daralan elbiselerini bozup, bana uyduruyordu.

Kırmızı topraktı oralar. Taşlara oturuveriyordum, yorulunca. Annem ya da Şermin, hemen değiştiriyordu, üstümü. Beyazlar, bahçede yakılan ocağın üzerine konan kazanlarda, öküz resimli ambalajlardan çıkan kesme şeker şeklinde, ondan biraz büyük, koyu mavi çivitlerle, küllü sularla, çamaşır sodalarıyla kaynatılıyor, sakız gibi ağartılıyor, bahçedeki ağaçlardan ağaçlara gerilen çamaşır iplerine serilerek, rüzgârda ve güneşte kurutulup, nemliyken toplanıyor, hepsi ütüden geçiyordu. Çünkü ya keten, ya yünlüydüler. Naylon daha sonraları çıkmıştı.

Kıskançlığı da öğrenmiştim, kıskanıla kıskanıla. Benim de onları kıskandığım oluyordu. Kötü örnek tez tutuluyor, kolayca yayılıyordu. Bir gün Suzan, kıskançlık damarımın kurbanı oldu. Yazlık sinemada ailecek seyrettiğimiz, çocuk filmi diye beni özellikle götürüp seyrettirdikleri, Lale Oraloğlu ve Alev Oraloğlu'un başrollerini paylaştıkları ?Kötü Tohum' isimli, unutulmaz filmde, benim yaşlarımdaki küçük bir kızın ne gibi kötülükler yapabildiğini görmüştüm.

Kötü ruhlu bir kızdı, ablam gibi... Herkesi birbirine katan, zarar üstüne zarara sebep olan, hatta babaannesinin merdivenden yuvarlanarak ölmesi için acımasızca tuzak kuracak kadar sadist bir kız canlandırılmıştı. O filmin kötü yöndeki etkisi ve özellikle, sürekli şeytan pabucu diken, muzip, mukallit, egoist, son derece kendini beğenmiş, deve gibi kin güden, intikam almazsa rahat edemeyen, eğlenmek uğruna herkesle alay eden, başkalarına acımadan zarar veren, bir eşine daha rastlanamayacak bir genç kız olan ablamın tesiri altındaydım. Kötü yönde telkinleri, yönlendirmeleri ve özellikle intikam konusunda verdiği cesaretle, onun maşası haline gelmiş, kötü ruhlu olmaya başlamış, sadistçe hareket eder olmuştum.

İyi ki, arada Ayşecik filmlerine gidiyorduk ve onunla Kötü Tohum'u mukayese ediyor, daha çok onu örnek alıyordum. Zeynep Değirmencioğlu'nun filmlerinin isimleri de bana takılan adların arasına eklenmişti. Evde, bana ablam ?Çıtı Pıtı Kız', annem ?Cimcime Hanım', babam ?Fırtına' ve ?Ateş Parçası' diyordu. Ayşeciğin muzipliklerine, yaramazlıklarına benzer şeyler de yaptığım için ?Şeytan Çekici' olduğum konusunda hemfikirdiler. Bence ablam Kötü Tohum'du. Annem bana kızınca:

_ 'Şeytanın arka bacağı!' diyordu.

Şeytan da bazı hayvanlar gibi dört ayak üstünde mi yürüyordu? Emekliyor, apalıyor muydu? Neden ?arka bacakları' demiyordu da ?arka bacağı' diyordu? Ona şeytanın nasıl olduğunu sordum:

_ 'Keçi gibi kısacık kıllı bacaklı, ayakları dışa dönük, yanpirlek, boynuzlu kulaklı, suratı çok çirkin bir adama benzeyen, ucube bir yaratık olarak tarif ediliyor.' dedi.

_ 'Gören var mı? Nereden biliyorlar, öyle olduğunu?'

_ 'Göreni çarpıyormuş. ?Şeytan çarptı' diyorlar ya, ağzı bir yana, burnu bir yana gidiyormuş! Neden sorup duruyorsun? Beni de konuşturuyorsun o mel'un hakkında. Ne kadar seviniyordur.'

_ 'Onun evi nerde?'

_ 'Pis olan her yerde... Banyo, tuvalet, küllük, pencere altları, kapı eşikleri...'

_ 'Ne yer, ne içer?'

_ 'Besmelesiz yenen her şeyi...'

_ 'Cin gibi mi?'

_ 'Öf, ne bileyim ben? Amma da sordun ha!'

_ 'Bir soru daha soracağım, tamam... Sen hiç şeytan gördün mü?'

_ 'Hem de doğurdum. Sen varsın ya! Başkasına ne hacet?'

_ 'Bence olsa olsa ablam şeytan olabilir. Bildiğim bütün şeytanlıkları ondan öğrendim.'

_ 'Sus! Ayıp! Hiç insan ablası için öyle der mi?'

Bir bayram günüydü. Yağmur yeni dinmiş. Yerler kırmızı çamur! Bahçemiz krizma yapılmış ve üzerine yeni toprak dökülmüş. Yere basınca, ayakkabılar iki üç santim gömülüyor, kırmızı çamura. Bir ilkbahar sabahı... Suzan bayramlık çiçekli beyaz basma elbisesini giymiş, omzunda hasır çantası, bir de hasır şapka, başında... Bembeyaz çoraplar, kırmızı rugan ayakkabılarla el öpmeye ya da benimle oynamaya geliyor. Tam bahçeye girdi, karşıladım. Uzaktan görmüştüm evlerinden çıktığını, bize doğru geldiğini. Yanına yaklaşınca bir görüverdim şıklığını, nasıl kıskandım! Üstüne yürüdüm! Suçu, daha önce bana: 'Gözünün üstünde kaşın var.' demesi... Hafif bir şaplak atması, falan... Bir suçu olması da gerekmiyor, üstelik.

O, giyinmiş kuşanmış, sevinçle evden çıkmış, bayram sabahı mutluluğuyla gülümsüyordu. Ben yeni banyodan çıkmışım, saçlarım kurumamış, daha bayramlığımı giymemiştim. Nasıl benden cici olabilirdi? Hem o bana bir keresinde vurmuştu da hıncımı alamamıştım. Hırsım, kursağımda kalmıştı. Çünkü boyu benim kadar olmasına rağmen benden üç yaş büyüktü. İkinci sınıfa gidecekti. Olayı ablam biliyordu. Günlük rapor alırdı sokakta olanlar hakkında benden ve yol gösterirdi, aklı sıra:

_ 'Kart Küçük!' demişti, onun için. 'Tut saçından, indir yere! Alaşağı et! Vur kafasına, gözüne! Gözü görmesin karakolu!'

Ablamın, vurdulu kırdılı Türk filmlerinden öğrendiği külhanbeyi sözleriydi bunlar. Onun sesini, bu dediklerini işitir gibi oldum, kıskançlığım artıp, intikam duygum depreşince. Yanına yaklaştım ve ansızın iki elimle göğsünden ittim!

_ 'Git kız buradan! Ben seninle oynamam! Cadı! Bücür! Yer cücesi! Kart küçük! Yerden bitme! Cüce!' dedim.

Zaten yerler kaygan, çamur... Yere sırtüstü düştü ve yıldız oldu! Ne şapkası kaldı, ne ayakkabısı, çantası, ne çorabı, elbisesi, ne saçı başı! Kolları bacakları iki yana açıldı. Beş köşe oldu. Boynunun altındaki lastikten kurtulamayan şapkası yamyassı, vıcık vıcık... Çantası bir yana gitti, kirlendi. İkisi de kirazlıydı, üstelik. Yeşil yapraklar arasından kırmızı dudaklarıyla gülümseyerek bakan birer çift kiraz... Kaldırmadım da elinden tutup... Ağlayarak yavaş yavaş doğruldu, elleriyle çamurlu yerlere dayanarak kalktı, evlerine geri gitti. Bir de annesinden dayak yiyecekti, üstünü kirlettiği için. İçeriye gittim ve rasgele bizimkilere bağırdım:

_ 'Giyinmiş de gelmiş bile elin kızı! Beni hâlâ giydirmediniz! Hani maşayla saçlarım kıvrılacaktı? Herkesten güzel olacaktım? Ben de onu yere attım. Çamura uzattım, iki seksen! Oh olsun! O da bana vurmuştu, geçenlerde.' diye vicdanımı rahatlatmaya çalıştım ama Allah içimize öyle güzel duygu koymuş ki öyle güçlü bir muhafız; hâlâ vicdan azabı duymaktayım. Çünkü Suzan, bir de annesinden dayak yemiştir, söylemedi ama... Annesi onu yıkayacak, üstünü başını da... Hemen kurumaz, kolay kolay. Hava rutubetli... Herkes bayram yaparken o ağlayacak, evden çıkamayacak bir süre. Belki de annesi epey bir zaman sokağa bırakmayacak... Yapmamalıydım. Hayatımın ilk pişmanlığıdır. Kötü Tohum, kötü örnek olmuş, ablam önümden kaçmıştı.

_ 'Suzan bana vurdu. Oyunda hep mızıyor. Cadılık yapıyor. Bana da vurdu.' dediğimde ablam:

_ 'Çokbilmiş o! Senin elin armut mu taşlıyordu? Sen de ona vursaydın!' demişti.

_ 'Ama o benden büyük ve kuvvetli...'

_ 'O zaman kaktır, düşsün, vur vurabildiğin kadar! Korkma!' demişti.

O zamana kadar hiç bilmediğim intikam duygusuyla böylece tanıştım. Hâlbuki yaratılışımda insanca duygular vardı, taş atana ekmek atmak gibi...

Bu eve gelmeden önce, Sofular'saki evimizdeyken, öğleyin babam, getirdiği yeni gazetenin bulmacasına yazı yazmaya başladığımı fark etti ve elimden çekerek aldı. Dışarıdan sinirli gelmişti galiba.

_ 'Ne yapıyorsun sen? Yapma! Karalama onu!' dedi. Kalemi elimden aldı, sedire oturdu ve çözmeye başladı. Tesadüfen ilk kareye doğru harfi yazmışım. Bu defa da gülerek, anneme:

_ 'İlk kareye A yazmış. A yazılacak zaten. Tesadüfe bak! Ne yaman şey bu!' demişti.

Bir süre sonra başının ağrıdığını söylemişti. Hepsi hepsi yirmi beş kuruşum vardı. Onu veren de oydu, az önce, gelir gelmez. Hemen bakkala gidip, baş ağrısı için bir ilaç istemiştim de Gripin vermişti, Kambur Bakkal. Kutuyu açtım ve içine baktım. Paradan büyük, kocaman bir haptı, hapların devi... Dışı kâğıt gibi, içinde beyaz bir toz... Bir bardak su doldurarak yanına geldim, gözlerine bakıp, gülümseyerek. O bilmece çözmekteydi. Başını kaldırıp baktı:

_ 'Al, iç de başının ağrısı geçsin! Benim yüzümden oldu, değil mi?' diyerek ilaçla suyu uzattım, kendimi affettirmek istercesine gözlerinin içine bakarak.

Onun yaramazlık olduğunu bilmiyordum. Bilseydim yapar mıydım? Üstüme titreyen, geceleri değişik masallar anlatarak beni uyutan babamı? Ben ona kıyabilir miydim? Karalamamıştım. Aklım sıra bulmaca çözecektim. Okumam yoktu. Beş yaşından küçüktüm.

_ 'Nereden buldun o ilacı?'

_ 'Kambur Bakkal'dan aldım.'

_ 'Parasız mı verdi?'

_ 'Senin verdiğin parayla aldım.'

_ 'Ben sana onu beş tane balıklı çikolata alman için verdim. Sen Gripin aldın benim için, öyle mi?' dedi, gözleri yaşararak.

Suyla ilaç ellerimde beklerken, elimdekileri almadan, az önceki azarlama olayına da şahit olan annemi çağırdı, onun da bu manzarayı görmesi için:

_ 'Annesi, kızına bakar mısın? Ben ona kızdım, bağırdım, gazeteyi kalemi elinden çekip aldım; o gitmiş, harçlığıyla bana ilaç almış, su getirmiş. Hiç gücenmemiş. Ne kadar berrak, saf ve temiz, çocuk ruhu! Bu kızı bir melek!' dedi.

_ 'Çocuk, öyle doğar, tertemiz... İnsan, mükemmel duygularla donanımlı gelir, dünyaya. Onu; önce aile, sonra yakın çevre, okul ve toplum şekiller. Zamanla ortama göre ister istemez kirlenen, iyiliğiyle kötülüğüyle, günahıyla sevabıyla, Huzur-u Mahşer'de hesaba çekilmesi gereken bir yaratık haline gelir.' dedi, annem.

İyilik yapma isteği özümden geliyordu, kötülük yapma isteği ve usulleri, yeri geldikçe ve zamanla öğretiliyordu. Uğradığım haksızlıklar nedeniyle mağdur durumda kaldığımda; hırsım, intikam almamı emrederken; vicdanım, yapmamam gerektiğini söylüyordu. İnsanların birbirlerini yediği ortama adım atmıştım, Giritli Mahallesi'nde. Ayakta kalmaya çalışacak, hakkımı mutlaka alacak, üstelik iyi insan ve makbul kul olacaktım.

?Nifirge' diyordu babam bana. Nifirge; ağaçların arasında kalmış, eselememiş fidan demekti. Kayalık, çalılık yanlış arazide, her türlü tabiat şartlarına dayanıklı hale gelmeli, kurumamalı, çürümemeli, her şeye rağmen büyümeli, ulu ve verimli duruma geçmeliydim. Etrafımdaki yabani ve arsız ağaçların gölgelerinden sıyrılmalı, güneşe ulaşmalı, güçlü kollara sahip, inadına gümrah ve yemyeşil, aşılı dallarından hevenk hevenk olgunlaşmış meyveler sarkan çok güzel bir ağaç olmalıydım.

***
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 80

23 Temmuz 2010 10-11 dakika 92 öyküsü var.
Beğenenler (1)
Yorumlar