Nimetşinas

Ailem Orta Asya'dan gelmiş. Şeceremiz, Türklerin Özbek Kolu'na dayanıyor. Dedemin dedesi İstanbul'a göçüp, Aksaray'a yerleşmiş. Mücevher ustasıymış. Elmas keser, saraya cevher işlermiş. Sultanlar gelir gidermiş yanına. Değerli taşlarla süslü takılar, eşyalar sipariş ederlermiş.

Dedemin dedesi de cevahir işlermiş. Ut ve kanun çalan musiki tutkunu bir zatmış. Babası bunları çalmayı ondan, o da babasından öğrenmiş. Musikişinas bir ailede yetişen dedem, kullandıktan sonra kanununu ortada bırakıp gider, en küçük kız kardeşi onunla oynarmış. Rasgele tıngırdata tıngırdata ilerletmiş.

Bir süre sonra, o zamanlar genç bir delikanlı olan dedem bunu fark etmiş, Fahriye'ye kızmış ve kanununu, işi bittikten sonra duvara asmaya başlamış. Fakat küçük kızın çalışı ailenin ve çevrenin hoşuna gittiği için misafirler gelince, annesi onu, asılı durduğu yerden indiriyor, küçük kıza verip çaldırtıyormuş. Dinleyenlerin şaşkınlık ve takdir dolu bakışları karşısında, Allah vergisi bir yetenekle, o işi, yaşına göre son derece başarılı bir şekilde yapıyormuş.

Zamanın sevilen parçalarını icra etmeye başladığında dört yaşındaymış. Beş yaşındayken, hayranlıkla dinlenebilen eserler çalıyormuş. Gün geçtikçe, harika çocuğun, her dinleyende büyük bir hayret uyandıran bu başarısı, sultanların kulağına gitmiş. Günün birinde dükkâna gelen bir Hanım Sultan babasına:

_ 'Küçüğü saraya getirin, sultanlar dinlemek istiyorlar.' demiş.

Babası, Fahriye'yi ve kanunu alıp, söylenilen saatte saraya gitmiş. Orada sultanların çocuklarına ders veren musiki muallimleri varmış. Önce sultanlar, sonra da onlar dinlemişler ve dedemin babasına:

_ 'Elindeki cevherin farkında mısın, cevahirci? Bu cevherin mutlaka işlenmesi gerekir. Çocuk sarayda kalsın, sultanların çocuklarla ders görsün, yetişsin!' demişler.

Yusuf Ziya Efendi, bir mücevhere sahip olduğunu biliyor ama bu en sevimli, en küçük kızına kıyamıyormuş. Bir süre düşündükten sonra karar vermiş ve onu orada bırakmış.

Fahriye orada sadece musiki dersleri almıyormuş. Saraya gelen hocalardan, adabımuaşeret ve nezaket kurallarından, matematik, fizik, kimya ve astronomiye kadar her konuda eğitim almış. Davuldan piyanoya kadar her türlü enstrümanı çalabilir hale gelmiş.

Savaş zamanında, ortada saray da saraylı da kalmamış. Herkes dağılmış gitmiş. Seferberlik zamanında, dedem, nahiye müdürü olarak taşraya tayin edilmiş, Fahriye ise elinde Türkiye Cumhuriyetinin verdiği bir belge olmadığı, mahalle okullarından eğitim almadığı için resmi bir görev alamamış.

Fahriye Hanım, babamın halasıdır. Anneannemi hiç görmedim. Ben doğmadan yıllar önce ölmüş. Annemin babası da öyle... Babam ona hala der ama annem, yıllarca ?anne' deme hasretiyle yandığından, ?anne' dediği için biz de ?anneanne' diyoruz.

Anneannem, yılda bir ay bizde kalırdı, birer ay da amcamlarda... Yetmiş yaşında olmasına rağmen, okullar açılınca Burdur'daki evine döner, ilkokul, ortaokul ve liselerde parasız öğretmenlik yapardı. Özel ders verdiği yetenekli çocuklardan dahi para almadığı gibi, eğitimlerini tamamladıklarında kullandıkları müzik aletinin en iyisini alır, onlara armağan ederdi. Yolda sokakta namaz vakti gelse de herhangi birisinin kapısını çalsa, mutlaka tanırlar, bir seccade sererler, namazını kılar, oradan minnettar olarak ayrılır, birkaç gün sonra ya bir seccade, ya bir Kur'an-ı Kerim veya bir başörtüsü alarak namaz kıldığı eve gelir, onları ziyaret eder, armağanını verirdi. Evinin yanındaki camiye her üç ayda bir muntazaman bağış yapar, ihtiyacı olan herkese el uzatırdı. Yeryüzüne saçak atan, kök salan birisi olmamış, hayatı boyunca valizi elinde yaşamıştır. Her an öteden bir ses gelecek de gidiverecekmiş gibi yaşamayı prensip edinmiştir.

Evinde, zaruri kullanım eşyalarının dışında hiçbir şey yoktur ve birisi hediye getirir de bir eşyadan iki tane olursa, diğerini hemen birisine armağan ederdi. Bizlere geldiğinde de valizinde değiştirmelik giysileri, mendilleri, havluları vardır, o kadar. Bir de yanından hiç ayırmadığı siyah el çantası, içinde iki kitabı, gözlüğü, nüfus ve emeklilik cüzdanı...

Nereye giderse orada örmek üzere birkaç çile tire alır, kolayına giden bir model örerek oyalanır, bitirdiğinde yeni tanıdığı bir genç kıza armağan ederdi. Amacı; nefsini meşgul etmek ve gönül yaparak sevap kazanmaktı.

Her yemekten sonra, boşalan masanın üstüne siyah el çantasını koyar, yavaş yavaş fermuarını açıp, içinden iki eski kitap çıkarırdı. Birisi ince, el kadar, plastik, bordo renkli, pürüzlü bir kapağı olan; diğeri kalın, kahverengi deri kaplı, oldukça eski, dört parmak kalınlığında, lime lime... Gözlüklerini takıp, besmele ile önce kalın kitaptan, huzur içinde, sadece gözleri satırlarda dolaşarak ve dudakları belli belirsiz kıpırdayarak bir şeyler okurdu, ellerinde, yüzünde saygı dolu bir ifade, vücudunda sükûnet, büyülenmişçesine sessiz, hareketsiz ve mutlu... Okudukça sağ elini kitabın sol üst köşesine götürür, işaret parmağı ile sayfayı sağa doğru çevirirdi. Sararmış, kenarları kararmış, yaprakları güçlükle çevrilen, ?eski yazı' dedikleri Arap harfleri ile yazılan, el yazması olduğu söylenen bu kitabın neden ters tarafa çevrilerek okunduğunu merak ederdim. Bir defasında, tam karşısında oturmuş, onu seyrederken:

_ 'Neden sondan başa doğru gidiyorsunuz, anneanne?' diye sordum.

Çok onurlu ve gururlu bir hanımefendiydi. Onunla küçüklerin hepsi son derece saygılı bir şekilde konuşurdu. Sadece babam ?sen' diye hitap ederdi. Ellerini, parmaklarını, ayaklarını, vücudunu o kadar ölçülü kullanmaktaydı ki bizden, halkımızdan çok farklı olduğu hemen anlaşılırdı. Kur'an-ı Kerim'in sayfalarını açışı da çok farklıydı:

_ 'Kur'an-ı Kerim, Arapçadır. Arapça kitaplar, sağdan sola doğru yazılır ve okunur, sayfalar da soldan sağa doğru çevrilerek açılır.' dedi.

Arapça yazılar okuyordu ama Türkçe sözcükler söylüyordu. Çünkü oradan okuduklarını, bazen bize de okuyor ve hayattan örnekler vererek açıklamalar yapıyordu, biz kolayca anlayabiliyorduk. Küçükken Osmanlıca eğitim aldığı için, Türkçe okumak yazmak daha zor geliyormuş ona. Meal okuyormuş, fakat Türkçe değil, eski yazıdan...

Yarım saat kadar okuduktan sonra küçük kitapçığı açar, oradan da Yasin Suresi'ni okur, dua ederdi. Bazen duasını açıktan da yapardı, dinler, ?âmin' derdik. İlk defa duyduğumda, hâsıl olan sevabı Reşat Nuri Güntekin'in de ruhuna bağışlayınca o isim bana tanıdık geldi. Ablam onun romanlarını bazen açıktan okuyor, annemle biz dinliyorduk. Ona, onu nereden tanıdığını sordum. Onunla anneannemin ne ilgisi vardı? Bana anlattı, annem de dinledi:

_ 'Reşat Nuri Güntekin, benim velinimetimdir. Milli Eğitim Müfettişi iken ona gittim ve musiki muallimliği yapmak istediğimi, bunun için elimde bir belge olmadığını anlattım, hangi müzik aletini isterse onu çalabileceğimi, yeterli olup olmadığıma karar vermesi için beni dinlemesini rica ettim. O da musiki muallimleriyle, tüm müzik aletlerini nasıl çaldığımı gördü ve elime: 'Liselerde musiki öğretmenliği yapabilir.' diye bir belge verdi. O belgeyle Milli Eğitim Müdürlüğüne müracaat ettim ve önce Antalya Lisesi'ne, sonra da Burdur Lisesi'ne tayin edildim. Bu zamana kadar yalnız başıma hayatımı idame edebildiysem, yokluk yüzü görmediysem ve bugün bir lokma ekmek yiyorsam, onun sayesindedir.' dedi. Gözleri yaşarmıştı. Gözlüğünü çıkardı, akmak üzere olan yaşları, mendiliyle yavaşça sildi.

Sözcük dağarcığıma ?nimetşinas' kelimesi de eklendi. ?İyilikbilir' demekmiş. Savaştan yeni çıkmış gencecik bir Cumhuriyet, nerede ve ne şekilde yetişmiş olursa olsun, vatandaşına sahip çıkıyor, eline ekmek veriyordu. Nimetşinas bir idealist öğretmen, emekli olduktan sonra bile Burdur'un bütün okullarında fahri müzik öğretmenliği yaparak, yediği ekmeğin hakkını fazlasıyla vermeye çalışıyordu.

Yeni evlilerken eşi askere alınmış. Savaştan yaralı dönmüş, iki gün yaşamış, ölmüş. Bir daha da evlenmemiş. Soyadı Kanunu çıktığında:

_ 'Sülalemiz çok geniş. Belki bir akrabam yanlış bir hareket eder de şerefimize leke sürerse, yüzüm yerlere geçer! Soyadım değişik olsun. Orta Asya'dan ünlü bir hatunun adını taşıyayım, sadece kendimden mesul olayım.' demiş ve diğer kardeşlerinden farklı bir soyadı almış. İzzetinefsine, bencillik derecesinde düşkünlüğün ilk örneğidir, bu olay.

Gittiği yeri dershane haline getirir. İsteyene müzik dersi, yakınlarına Kuran dersi verirdi. Kuran dersinden kasıt, meal okuma ve anlatmadır. O nedenle onu anımsadığımda, gözlüklerinin üstünden bakarak, kalınca dudakları, biraz öne gelmiş takma dişleriyle, elleriyle de anlatıma önem katarak bize okuduğu ve açıkladığı ilk ayet gelir aklıma:

_ 'Bakın, çocuklar, ne kadar güzel bir ayet! 'Her kime uzun ömür verir isek, hilkatini nekse uğratırız; ta'kul etmezler mi?'

Yine bir yemek sonrasında Kuran'ını açmış, okuyordu. Annem, sofrayı yeni kaldırmış, mutfakta bulaşık yıkıyor, bir taraftan da onunla konuşuyordu. Okumaya başlayınca işine dalmıştı. Uyarıyla kulak verdi ve:

_ 'Anne, ne demek istiyor, burada? Hilkat, yaratılış... Nekse uğramak ne demek?'

_ 'Nekse uğramak, değişmek, tersine dönmek demek. Bak, bana uzun ömür verdi, ne kadar değişti, yaratılışım! Yaşlandım, gücüm azaldı.'

_ 'Ta'kul etmek ne demek?' diye sordum.

_ 'Akıl etmek... 'Kime uzun ömür verirsek, yaratılışını değiştiririz, akıl etmezler mi?' Burada, insanları düşünmeye sevk ediyor ve bunu kimin yaptığının merak edilip bulunmasını istiyor. Yaşlanma engellenebiliyor mu? Ölümden kurtulmak mümkün mü?' dedi.

Kuran demez, Kur'an-ı Kerim derdi. Sadece Kuran demeyi, Mukaddes Kitabımıza saygısızlık addederdi. İlk Kuran öğretmenim annem, ikincisi o mübarek kadındır. Ne olursa olsun, ona yerden göğe kadar minnettarım!.. Allah; onu, bizleri, Muhammed Ümmetini affetsin; cümlemizi, cennetine ve Cemaline lâyık, razı olduğu kullarından eylesin!

***

BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ

12 Mart 2011 9-10 dakika 92 öyküsü var.
Beğenenler (1)
Yorumlar (1)
  • 13 yıl önce

    aminnnn,teşekkürler paylaşımına..eski kadınlarımız ne kadar aydın ve sanatcı ruhluymuş....tebrikler..