Ölüm

Neşe eve geldiğinde kapıyı çalmış, açan olmayınca anahtarıyla içeriye girmiş. Odalara bakmış, kimse yok; mutfağa girmiş ki bir de ne görsün! Annesi oracığa düşmüş kalmış. Baygın zannetmiş. Hafifçe sarsarak: 'Anne! Anne!' diye seslenmiş. Bir tepki alamayınca ve ses gelmeyince, öldüğünü anlamış. Kapının önüne çıkarak bağırmaya başlamış! Komşular toplanmış. Yapacak bir şey yok. Olan olmuş, ölen ölmüş.

Eve döndüğümde, annem: 'Telefon geldi, Neşe'lere gittim. Annesi... Ölmüş! Başımız sağ olsun! Kalp krizi! Neşe perişan! Aile felaket yaşıyor! Yarın defnedilecek. Sabah oraya gideceğiz. İyi ki pazara denk geldi. Beraber gideriz.' dedi. Nutkum tutuldu! Olduğum yere yığıldım!

Vakit çok geçti. Telefonla başsağlığı dilenmezdi. En yakın arkadaşımdı. Annem zaten gitmiş, uzun süre yanında kalmıştı. Sabahı beklemekten başka yapılacak şey yoktu. Ne düşünebiliyor, ne rahat edebiliyordum. İçimde bir sıkıntı... Kadın gözlerimin önünden gitmiyordu. Birlikte olduğumuz zamanlar, aramızda geçen konuşmalar, gülüşü, davranışları... Bir türlü etkisinden kurtulamıyordum.

Sabah uyanır uyanmaz, hemen bir şeyler atıştırdık ve abdest alıp, onlara gittik. Evin içi dışı kadın doluydu. Bahçenin bir bölümünü çarşaflarla kapatmışlar, fakat üstü açıktı; cenaze yıkanıyordu. Merdivenleri çıktım, tam kapıdan gireceğim; kapalı bölüme doğru baktım. Oradan cenaze ve yıkayanlar görünüyordu. Bir süre duraladım ve seyrettim.

Hanife Hanım'ı teneşire upuzun uzatmışlar, üzerine bir peştamal örtmüşler; ıpıslak... Saçları, yüzü köpük içinde... Birisi su döküyor, ölü yıkayıcı, sabunlu lifle hareketsiz vücudu yıkıyordu. Kadın, tamamen savunmasızdı.

Bakma, görme, konuşma, kıpırdama ve müdahale hakkı ondan alınmıştı. Heykel gibi, cansız bir manken gibi yatıyor, ağzına, burnuna, kulaklarına köpükler, sabunlu sular doluyordu ve bu durumdan rahatsızlık duyup, duymadığı hiç belli değildi. Suyun sıcak veya soğuk oluşunu umursuyor muydu? Utanıp, örtünme ihtiyacı duyuyor muydu? Saçları dağılmıştı; ayakları, kolları öylesine zavallı duruyordu ki!

O anda ne kadar çaresiz olduğunu düşündüm. Acaba, acaba bir tek ?Kelime-i Şehadet', bir ?Estağfirullah el Azim' veya bir ?La İlahe İllallah' sözü onu cehennemden kurtarabilecek olsaydı; onun bu sözlerden gerekeni bir kez söylemesi için izin verilir miydi? Ya da bir kez tüm iman gücüyle ve samimiyetiyle, yüreğinin kökünden 'ALLAH!..' deme hakkı ona tanınır mıydı?

Süleyman Çelebi'nin 'Bir kez Allah dise aşk ile lisan, dökülür cümle günah, misli hazan!' deyişi aklıma geldi. Tut ki; böyle bir fırsatı değerlendirmek için bu hak; yani, birkaç saniyelik zaman, bir kereye mahsus olmak kaydıyla da olsa, ona verilir miydi?

O anda, aklımı oynatacak gibi oldum!.. Ürperdim ve anlatamayacağım kadar üzüldüm!..

İlk kez, ölümü bu kadar yakından gördüğümden, bir an için onun yerine kendimi koydum ve hesap vermenin haşyetiyle sarsıldım, şoka girdim!..

Oradan, merdivenlerin kalanını nasıl çıktığımı, içerdeki kalabalık arasında oturan annemi nasıl bulduğumu bilmiyorum!.. Ayağa kalkıp, kucakladı beni ve bağrına bastı:

_ 'Aman Ya Rabbi!.. Ölüm nasıl bir şey!..' diye ağlamaya başladım. Sırtımı sıvazlıyor, yatıştırmaya çalışıyordu:

_'Sakin ol! Sakin ol! Kendini bırakma!'

Bir süre öylece kaldık. Sonra o yavaşça yerine otururken, yere diz çöktüm, başımı kucağına gömüp, hıçkıra hıçkıra ağlamaya devam ettim!..

Bir süre sonra, sakinleştim. Fakat hâlâ gözlerimi kocaman kocaman açıp, ölümün dehşetini seyretmekte olduğumu fark ettim! 'Ölüm, en iyi vaazdır!' sözünü anımsadım. Teneşirde, insanın aczini düşündüm.

Artık, arkadaşımın annesinin ölümüne üzülmüyordum. Ne kadar aciz, ne kadar acınacak halde olduğuna ve olduğumuza ağlıyordum! İşte, Rabb'imin huzuruna çıkmaya hazırlanıyordu; yapayalnız, güçsüz ve son derece zavallı!..

Yapayalnız dünyaya geliyoruz. Doğarken başlıyor sıkıntımız, acılarımız. Ruhsal ve bedensel acılarımızı yapayalnız çekiyoruz. Üzüntülerimizi yapayalnız yaşıyoruz. Yapayalnız can verip, kabre yapayalnız giriyoruz. Yapayalnız haşr olacağız. Hesap vermek için, Allah'ın huzuruna yapayalnız çıkacağız. O huzurda yapayalnız, çaresiz, aciz, en acınacak durumda olacağız.

Elimizde ne var? Ne yapabiliriz? Nereye kadar? Teslim olmaktan başka çaremiz var mı?

Babamın halasının dedikleri geldi aklıma:

_'İslamiyet, teslimiyettir! Allah'ın iradesi karşısında, kulun iradesinden söz edilebilir mi? Olacak olan olur, ölecek olan ölür! Neyi, ne kadar değiştirebiliriz? Kabullenmekten başka çare var mı?

Körü körüne kadercilik değil, bahsettiğim. Akıntının kuvvetli oluşu, insanın aczi...

İnsan, merhamete muhtaç... Allah'ın merhametiyle yaşanabilir. Kurulu bir düzene doğan insan, yaşam için gereken ortam sağlanmış olduğu halde, ihtiyaç sahibidir. Bütün ihtiyaçlarından Allah haberdardır, onları Allah giderir. Ne kalbini çalıştırabilir, ne de beynini... İlahi elektrik kesiliverirse? Oysa her an kalbini bir attıran, hücrelerini yenilettiren vardır. Allah, her an insanladır. İnsansa başkalarıyla... Gafil!..

Sanki Allah, bizi nimetlerle donatmaya mecburmuş gibi, hamd etmeyi bilmeyiz. Birisi hatırımızı sorsa, teşekkür ederiz. Kulun Allah'a borcu, tüm yakınlığıyla 'Hamd olsun!..' demektir.

'Hamd olsun!..' diyen, Allah'tan razı olduğunu bildirmiş olur. Elindeki nimetleri görür. Neler vardır elinde! 'Hamd olsun!..' diyerek, hoşnutluğunu bildirir, nimetlerin şükrünü yapmış olur. Elindekilerin farkına vardığı için mutluluk duyar. Bu, bardağın dolu kısmını görmek demektir. İnsan, iki cihanda da mutluluğu ister. Mutluluk, hissedebilenindir. Mutluluğu hissedebilmenin yolu, nelere sahip olduğumuzun farkına varmak, Nimetleri Veren'i görmek, nimetlerin inmiş olması, devamı ve artması için hamd olarak karşılığını sunmaktır. Allah'tan razı olduğumuzu bildirdiğimiz zaman, Allah da bizden razı olur. Maksat bu değil midir?'

Bu düşünceler içindeyken cemaattekiler, bir bayan idaresinde Tevhit'e başladılar. Ben de katıldım. Bir ben mi? Tam arkamdaki üstü örtülü kafeste iki muhabbet kuşu vardı, onlar da bizimle başladı, hiç susmamacasına! Durduğumuz zaman susuyorlar, başladığımızda yine aynı coşkuyla adeta zikrediyorlardı.

O gece, günlük olayların etkisiyle olacak, o kadını kabirde gördüm. Her tarafı tesettüre girenler gibi örtülüydü. Bir ses, korkunç bir biçimde şöyle dedi:

_'SOYUN!..'

Zaten örtülü bir hanımdı. İbadetlerini yapmaya çalışıyordu. Kim soyacaktı? Neden? Kimdi sesin sahibi? Bilmiyorum. Kan ter içinde uyandım!.. Bir daha da uyku tutmadı. Haşyetullah, bu olsa gerekti. Aklıma, bir caminin önündeki karatahtadan okuduğum, kısacık bir ayet geldi:

_'Allah'tan, gerektiği gibi korkun!..'

***

16 Mayıs 2010 6-7 dakika 92 öyküsü var.
Beğenenler (1)
Yorumlar