Ömür

Cenazeden geldiğimiz gece, yaşadıklarımın bilinçaltına işlemesi nedeniyle gördüğüm rüyanın etkisiyle tere batmış halde uyandığımda, yatağımda döndüm durdum. Düşünce zinciri, kuyu çıkrığından boşanırcasına yerin dibine akıyor, sesi sarnıçlarda yankılanıyordu! Toprak altında kaç kademe varsa, hepsi birden dile geliyor, kabir azabında çıkan sesleri hayal ettiriyordu! Aklımdan arka arkaya; anılar, duygu ve düşünceler, kâbuslar halinde geçerken, bir sağa, bir sola kıvrılıyor, kıvranıyordum!

Yaşayıp, tüketmekte olduğum ömür, günlük hayatta hiç aklıma gelmezdi; ölümü, bugünkü kadar büyük ve kalın camlı bir büyüteç altında seyretmeden önce. Sürekli nefes alır da fark etmezdim bile, nefessiz kalan birini görmediğim için. Çünkü o kadar doğaldı ki yaşamak! Hayatın durduğu yerde, en az ömür kadar doğalken; yadırgadığım, ölümdü.

Elimi, kolumu, ayağımı, gözümü, beynimi, her organımı kullanırken de nasıl kullanabildiğim aklıma gelmezdi; istediğimde, kendiliğinden olmaktaydı; insanlar için normaldi, bütün bunlar; hareketsiz ve savunmasız yatanı görmeden önce. Yeşerteni, solduranı; yaratanı, öldüreni, bu düzeni döndüreni, canlılığın kaynağını hiç böylesine hissetmemiştim! O nasıl bir güçtü ki her an her şeye hâkim ve her yaratılan ona ramdı?

'Hayat, buza yazılı, ölüm, kayaya kazılı!'

Cenaze kalktı, yerine yerleşti ama benim aklım, allak bullaktı! Ölüm, o kadar yakınıma geldi ki hayatla yan yanaydı artık ve iki dünya arasında sadece incecik bir zardı. Artık, yaşam penceresindeki ölüm tülünün arkasındaki gerçeği rahatça seyredebiliyordum.

Yunusun, mezar taşlarına hece taşları dediği gibi gözümün önünden gitmeyen mezarlıktaki hece taşlarından ölümün öyküsünü okuyabiliyordum.

'Yûnus der ki, gör takdîrin işleri,
Dökülmüştür kirpikleri, kaşları,
Başları ucunda hece taşları,
Ne söylerler, ne bir haber verirler!..'


İnsan, yapayalnız geliyordu, o üç karanlığın içinden. Yapayalnız, aciz, zavallı, ıslak, aç ve ağlayarak... Yapayalnız çekiyordu tüm acıları. Kaderini yapayalnız yaşıyordu, kalabalıklar içinde olsa bile. Bir o vardı, bir de sahibi olan Allah...

Diğerleri mi? Canlı cansız, gördüğü görmediği, bildiği bilmediği, tanıdığı tanımadığı her şey, hiç bir şeydi. Var gibi görülenler, tümüyle yoktu. Var olmak zordu aslında; ölmek ne kadar da kolaydı! Doğmak için bile dokuz aya ihtiyaç varken ölmek tek nefeslikti, anlıktı.

Kolay kolay kendime gelebilecek gibi değildim. Ne yediğimin içtiğimin tadı tuzu vardı; ne ders çalışabiliyor, ne de hayattan zevk alabiliyordum. Ne kadar zamanda atabilirdim bu kasveti üstümden? Kim, nasıl yardım edecekti bana?

Annem çok ölüm görmüş. Zamanla kabullenmiş. 'Takdir-i İlahi!' der, geçer. Evet, öyledir de akıl nasıl alır? Nasıl dayanılır? Onu bir daha hiç göremeyeceksin. Sevdiğin varlığın, istenmeyen bir madde oluşuna tanık olacaksın ve onun da çürüyüp yok olacağını bileceksin.

Babam, dünya hayatının bir oyun, bir eğlence olduğunu söyler; cazip görünüşüne aldanmamamı, ayağımı denk almamı öğütlerdi:

_'İnsanlar, dünyayı lunapark gibi görürler. Sanki eğlenmeye gelmişler. Yer, içer, gezerler... Çarpışan otolara binmiş gibi kullanırlar, beden arabalarını. Sevinç ve coşku içinde, çılgınca sürerler. Seçtikleri müzikle, kolları camdan dışarıda, istedikleri gibi gezer tozarlar. O kadar hızlı yaşar, o kadar hızlı giderler ki ölüme, gafletteyken!

Dünya hayatı, ne kadar uzun olursa olsun; bir saman yığını gibi bir anda yanıp, bitiverir! İnsan, ne kadar yaşarsa yaşasın, hiç yaşamamış gibi hisseder: 'Daha dün çocuktum, ne çabuk bu hale geldim? Zaman nasıl da geçti!' der.

Her bebek, solucanın besini olarak doğar.

Doğar, büyür, evlenir, çocukları, torunları olur, yalandır. Ölür, yalandır. Kıyamet kopar, topraktan çıkar, yalandır. Ne zaman Allah-ü Teala'nın huzuruna gelir, işte yalnız O Gerçek'tir!.. Hak'tır, Hakikat'tir!.. Tek Hakikat vardır. O, Allah'tır!..

Yeryüzünde, gökyüzünde ne varsa, yalandır, yoktur, yok olmaya mahkûmdur. Bir tek Kalıcı vardır, Yalan Olmayan, O, Allah'tır.' derdi, sohbetlerinde.

O kadar çok dinlemiştim ki ondan bu sözleri, artık ezberlemiştim ama hiçbir zaman, bugünkü kadar iyi anlayamamıştım.

İnsan ölünce neler olduğu geldi aklıma. Kendi kendime mırıldandım:

_'Hiç ölmeyecekmiş gibi çalışacaksın, kazanacaksın, biriktireceksin; yaşayıp, bir ömrü tüketeceksin, bir de bakacaksın ki elinde hiç bir şey kalmamış!

Önce, takılarını, mücevherlerini, paranı alacaklar; sonra da giysilerini çıkaracaklar; doğduğun gibi soyacaklar, çırılçıplak bırakacaklar. Doğarken kundağa sardıkları gibi, kefene saracaklar; kokmasın diye çıkarıp atacaklar, kendi evinden.

Arsalar, tarlalar, yapılar, tapular, yeryüzündeki bütün kapılar arkanda kalacak. Bir tek kapı olacak önünde; kabir kapısı! Ruhun, Berzah Âlemine; bedenin toprağa... Ne kaldı senden ki ?Ben! Ben!' diyorsun benlik içinde?'

Küçükken çok canım sıkılırdı. Annem, şarkı türkü söyleyerek dikiş dikerdi, onu seyrederdim. Çok mutlu görünürdü, hiç canı sıkılmazdı. İşlerini yetiştiremezdi ki! Benimse hiç işim yoktu. Ne yapacağımı bilmezdim:

_'Canım sıkılıyor!' diye sızlanırdım:

_'Canını geniş yere koy; sıkılmaz o zaman.' derdi.

_'Oda dar mı? Bahçeye koyayım o zaman.'

_'Burada kal. Orada sana bakamam. Ablan gelinceye kadar bekle. O çıkarır seni.'

_'O geç gelir. Arkadaşım da yok. Çok canım sıkılıyor!'

_'Bir şeyler yap. O zaman canın sıkılmaz. Bak, benim hiç canım sıkılıyor mu?'

_'Ne yapayım? Babam gibi gazete, kitap okuyamam; okumayı bilmiyorum. Senin gibi dikiş dikemem; onu da bilmiyorum. Oynamak istiyorum, arkadaşım yok. Canım sıkılıyor.'

_'Yani ne olsun isterdin?'

_'Büyümek!'

_'Keşke ben hiç büyümeseydim, hep senin kadar kalsaydım! Neden istiyorsun büyümeyi? Acelen ne?'

_'Büyüklerin canları sıkılmıyor da ondan. Her şeyi yapabiliyorlar. Ben hiçbir şey yapamıyorum. Canım sıkılıyor.'

_'Vaktin çabuk geçmesini isteme. Büyümek için acele etme. Hayat bitiverir, sonra. Çocukluğunun tadını çıkar. Hep çocuk kal. Nasıl anlatsam sana? Bu yaşlarını çok arayacaksın!'

_'Neden arayacağım? Ablamla ağabeyim her yere gidebiliyor. Siz de gidiyorsunuz, istediğinizde. Ben, şuradan şuraya gidemiyorum. Canım sıkılıyor işte. Çocuk olmaktan bıktım!'

_'Bak sana bir masal anlatayım: Bir şehzade varmış. Çok canı sıkılırmış. Padişah, oğlunun can sıkıntısını giderecek kişiye, istediğini her şeyi vereceğini söylemiş. Her yerde tellallar, davullar çalarak, bunu ilan etmiş:

_'Ey ahali! Duyduk duymadık demeyin! Şehzademizin can sıkıntısın giderene ne isterse verilecektir!'

Bunu duyan bir ihtiyar çıkmış gelmiş, saraya. Padişaha, oğlunun derdine derman bulduğunu söylemiş. Denemesi için kendisine fırsat verilmiş. Şehzade ile karşılaştırılmış. Adam ona, üzerine altın sim sarılı bir makara vermiş:

_'Canın sıkıldıkça bu ipi çekeceksin, hayatın renklenecek. Ne kadar hızlı çekersen, o kadar hızlı ve güzel yaşayacaksın. Fakat dikkatli ol! Bu makaradaki değerli iplik, senin bütün ömründür. Hızlı çekip de çabucak bitirme! Sim biterse, hayatın bitmiş olacak!' demiş.

Şehzade sevinçle makarayı almış. İpi biraz çekmiş, can sıkıntısı geçmiş. Biraz daha çekmiş:

_'Oh!..' demiş. 'Hayat ne kadar güzel!..'

Çektikçe renklenmiş, hayatı. Çektikçe mutluluktan mutluluğa koşmuş. Fakat bir de bakmış ki bobinin sonu gelmiş! Makaranın tahtası görünüvermiş. O zaman ihtiyarın sözlerini hatırlamış. Artık, yapılacak bir şey yokmuş. Ölüm gelmiş, kapıya dayanmış!

_'Ama ben daha hiç yaşamadım ki!' diyebilmiş.

Karabasanlar içinde ne kadar boğuştuğumu bilmiyorum; hafızamda tekrarladığım masal bitince, birazcık huzur buldum ve içimi döküp, rahatlamak için bir şeyler yazmak üzere kalktım.

22 Mayıs 2010 7-8 dakika 92 öyküsü var.
Beğenenler (1)
Yorumlar