Ortaokulda Birinci Sınıf (b.ö.r. -6-)

İlkokul yılları bitmiş. Yeni bir okul yaşamına başlamanın arifesindeyim. Artık köy yaşantısına veda etmek zamanı gelmişti. Ortaokula kayıt oldum. Ortaokul demek baba ocağından, anne kucağından yavaş yavaş ayrılmak demekti. Evde kurulan yemek sofrasında ben olmayacaktım gelecek günlerde. Yaşam bu. Yapacak bir şey yok. Bir yerlere gelebilmek için fedakârlıklar yapmak zorunluydu.

Köyümüzde hatta Artvin ilinin tüm köylerinde ilkokulu bitiren özellikle erkek çocukların bir üst okula kaydı yaptırırdı. Bu okullarda daha çok ortaokullar olurdu. Köyde babalarımızdan şu sözü duyardık: 'Yeter ki çocuğum okusun, sırtımdan gömleğimi çıkarır satar, çocuğuma okul harçlığı yaparım.'
Büyüklerimiz kendilerinin yaşadığı zor ve çileli hayatı çocuklarımız yaşamasın istiyorlardı. Bölgemizde araziler oldukça yetersiz ve doğa koşulları da çok ağırdır. Halk, kendini bir yıl geçindirecek ürünleri çok ağır koşullarda devşirir. Örneğin, bizim kır evimizin rakımı tam bin beş yüz metredir. Hemen hemen altı ay kış mevsimi yaşarız. Ekmek aslanın ağzında değil ta midesinin derinliklerindedir. Geçinmek için çalışmak çok çalışmak zorunludur o topraklarda. Toprak artık Selçukiler dönemindeki gibi bire kırk başak veren toprak değil. Büyüklerimiz, zor koşullarda gelecek kuşaklar yaşasın istemiyordu. Kendilerinin tarlada- çayırda, bağda-bahçede toprakla güreşir gibi iptidai koşullarda çalışma günleri artık gerilerde kalsın isteniyordu. Çare, okullaşmak. En kısa yoldan bir okul bitirip memuriyete atılmamız bekleniyordu bizlerden. Biz çocuklar da öğretim hayatını sürdüren ağabeylerimize büyük hayranlık duyuyorduk. Onlar gibi öğrenci olmak, okul şapkası takmak istiyorduk kafalarımıza...

Bir uzun yaz, yayla düzlüklerinde, vadilerin derinliklerinde ortaokulların açılmasını beklemekle geçti. Nihayet Eylül geldi. Okulların açılacağını duyduk. Bu kez okula zamanında başlamalıydım. Güneşli bir sonbahar pazartesisi. Güneş ufuktan henüz yükselmeye başlamış. İlçeye yürüyorum. İki saatlik yolum var. Hızlı olmalıyım. Aklımda ve kalbimde hür maviliklerin özlemi. Daha özgürleşeceğim. Yeni kitaplarla ve öğretmenlerle tanışacağım. Ruhumda biriktirdiğim, okumaya ve öğrenmeye dair üst düzeydeki heveslerimi tatmin edebileceğim. Yürüyorum, nefes almadan, soluksuzca. Köyümüzün hudutlarını çoktan geçtim, Yavuzköy'deyim. Sol tarafımda yemyeşil ormanlarla kaplı yamaçlardan ılık ılık rüzgâr esiyor. İleride Düzenli Köyü gözüküyor. Kestirme yoldan gidiyorum. Anayola kavuştum. Arkamdan bir greyder geliyor. Sürücü durup beni yanına alıyor. Nihayet ilçedeyim. Ortaokul hemen ilçenin girişinde. Öğrenciler derse girmiş, geç kalmışım. Neyse sınıfımı bir biçimde öğreniyorum. 1-H şubesinde okuyacağım.

Babamın bir isteği vardı benden. İftihar listesine geçmem istenmişti. Bu istek hep aklımda. Dersler başladı. İlkokul yıllarındaki konulardan pek farklı bir şeyler yok öğreneceklerimizin içinde. Aynı konuları biraz daha geniş işliyoruz. İlçemizin uzak-yakın tüm köylerinden çocuklar kaydolmuşuz ortaokula. Kılık kıyafetler fazla düzgün değil. Kumaş elbise giyen sadece memur çocukları. Biz köy çocukları için kumaştan elbise, ütülü pantolon giymemiz için yıllar var daha. Ayağımızda Trabzon üretimi kara lastik fakat her öğrencinin okul kasketi giymek zorunda. Ön tarafında ayyıldızlı bir arma olan kasket bizlerin okullu olmamızın biricik simgesiydi.

Okul müdürü ve müdür yardımcıları ilçemizin köylerindendi. Diğer öğretenlerde çoğunluklu yine hemşerilerimizdi. İngilizce öğretmenimiz Adanalı, üçlerin Fransızcacısı bayan öğretmenimiz bir İstanbul kızıydı. Matematikçimiz Bursalıydı... Böylece yurdun farklı bölgelerinden öğretmenlerimiz vardı. Okulda katı hemide çok katı bir disiplin uygulanırdı. Okul müdüründen korktuğumuz kadar ölüm meleğinden korkmazdık. Mümessilimiz sınıf tekrarı yapan bir arkadaşımızdı. Önceki yıl müdür sınıflarına girmiş. Bazı öğrencilere ölümüne dayak atmış. Bir gün okul müdürü, okulun bahçesinde birisiyle konuşuyor. Biz de pencereden müdürü görebiliyoruz. Her nasılsa dersimize öğretmen girmemiş. Mümessil sessizce anlatıyor.

'Aman arkadaşlar sakın konuşmayın, müdür sınıfımıza gelirse hepimizi sıra dayağına çeker...' Neredeyse nefes almıyoruz. Hatta başımızı çevirip bahçeye taraf bile bakamıyoruz. Zil imdadımıza yetişti, teneffüse çıktık. Haklarını teslim etmeliyim. Köylerimizde daha bin dokuz yüz altmışlarda hemen hemen her genç ortaokul ve lise tahsili yaptı. Bu olgu ülke geneli için çok büyük bir başarıdır. Bizlerin okumasında başta okul müdürümüz olmak üzere tüm öğretmenlerin büyük katkısı olmuştur. Şimdiki okulculuk çalışmalarıyla o zamanki durumların karşılaştırılması bile yapılamaz. Gece sokağa çıkmamız kesinlikle yasaktı. Öğrenci odasında bulunup ders çalışmalıdır. Sık sık idareciler ve öğretmenler öğrencilerin odalarını ziyaret edip ders çalışmalarını kontrol ederlerdi...

Biz köy çocukları ilçede bir oda kiralayıp o odada birkaç arkadaş kalırdık. Birimizin ninesi ya da annesi yemeğimizi yapardı. Hafta sonları köyümüze gidip elbise değiştirme, banyo yapma gibi ihtiyaçlarımızı karşılardık. Okula başladığım günlerde benim ev sorunum hemen çözülmedi. Tam otuz beş gün sabah ilçeye, akşamleyin köye yürüdüm. Günler kısaldı. Yatsı vakti ancak eve dönebiliyordum. Buna karşın; on üzerinden yapılan değerlendirmelerde o günlerde iki adet sekiz bir adet dokuz almıştım. Sonunda ev sorunu çözüldü. Babaannem yemeğimizi yaptı. Dayımın kızı ve başka akrabalarla üç odalı bir evde geçti birinci sınıf günlerim.

Derslere günlük çalışıp yüzümü güldüren notlar alıyordum. Öğretmenlerimle iletişimim iyi bir düzeyde. Matematik öğretmenimiz bazen kısa kısa öyküler, kendi yaşamından anılar anlatırdı. 'Mısıra sultan olmuşsun fakat adam olamamışsın...'konulu kıssayı anlatır. Büyüklerimize saygılı olmamızı öğütlerdi.

İngilizce öğretmenimizi pek sevemedik bir türlü. Durumundan hoşnut değildi. Ara ara söylenirdi. Beraber mezun olduğu arkadaşları yurdun büyük kentlerine atanmışlar. 'Benim ne işim var bu küçük ve uzak ilçede...' Sene başında İngiliz alfabesini öğretiyor. Aynı ders içinde 'ey,bi, si, di, ef,ci...'diye bu alfabeyi okumamızı istedi. Başaramadık. Sınıf olarak sıra dayağından geçirildik. Dayağı hak etmemiştik. Ms. Ve Mrs. Bravun ailesinin yaşamını anlatan mavi ciltli bir ders kitabımız vardı. Konunun ilk sayfasını yedi kez yazmamız istenirdi. Yedi kez yazmışım. Defterim birmiş, defterime üç kez yazmışım. Biten defterimi evde bırakmışım. Yeni deftere de dört kez yazmışım. Öğretmen kontrol etti. Durumu anlattım:

'Öğretmenim üç kez yazdığım kısım bitirdiğim defterimde. O defter evde, yanımda değil,' dedim. Ayrıca her zaman ödev kontrolü yapılmazdı. Öğretmenimiz bana inanmadı. Otuz santimlik cetvelle ellerimin üstüne diklemesine vurdu. Öylesi sadistçe davranan bir öğretmenim için şimdi ne diyebilirim!

Karne tatili geldi. Okulun önünde tüm sınıflar sıraya geçmişiz. Okul müdürü iftihara geçen öğrencileri okuyor. Adı okunan öğrenci sınıfından ayrılıp herkesin görebileceği bir yere geçiyor. Her sınıftan iki öğrencinin ancak iftihara geçme kontenjanı var. Benim de adım okundu. Heyecanla ve göğsümü gere gere öne çıktım. Annemden yeniden doğmuşçasına çok mutlu olmuştum. Köye, evime döndüğümde evde bir bayram havası oluştu. Ortaokul yaşamım başarılı bir biçimde başlamıştı. Kır evinden annemle köye gittik. Hala anımsarım. İftihara geçmem köyde de duyulmuş. Rastlaştığımız amcalar, dayılar beni tebrik ediyordu. Başarılı olmak güzel bir şey. Mutluydum, çalışıp başarmıştım.

İki haftalık ara tatili çok kısa sürdü. İkinci dönem için yine ilçeye döndüm. Karneler toplandı. Bazı arkadaşlar idareye çağırıldı. Bu arkadaşlarımız karnelerinde notlarla oynamışlar. Örneğin üçleri dokuza çevirmişler. Babalarına karnelerinin iyi olduğunu göstermekmiş amaçları. Karneler okula verilirken bir düzeltme daha yapınca idare durumu hemen kavramış. O arkadaşlar birer hafta okuldan uzaklaştırma cezası aldılar. O yıllarda orta öğretim kurumlarında çok ağır cezalar vardı. Cezayı hak edenin gözünün yaşına bakılmazdı. Okuldan tasdikname ile uzaklaştırma cezası olduğunu da öğrenmiştik. Çok ağır kusuru olan bu cezaya muhatap olurdu. Bu cezayı alan öğrencinin hiçbir okulda okuma şansı olmaksızın okuldan uzaklaştırılırdı.

Bazı geceler müdürümüz okulda eğitsel değeri olan kısa filimler gösterirdi. Film gösterileceğini duyunca akşam yemeğinden sonra okula gidip film izlerdik. Yine bir gün okulda film gösterisi var diye haber alıp okula gittim. Okulda kimse yoktu. Eve dönüyorum. Sokakta bir derslerimize girmeyen bir öğretmenimizi gördüm. Sokağa çıkmak yasak ya geceleri. Eve kadar koştum. Oturduğumuz binanın alt katında bir odada oturan iki kardeş vardı. Küçük kardeş son sınıf ağabeysisi ikinci sınıfta okuyordu. Onlara gittim. Sokakta öğretmenin beni gördüğünü anlattım. Durumum ne olur yarın diye sordum, korkarak. Dersle fazla ilgisi olmayan büyük ağabey:

'Seni o öğretmen kesin idareye bildirir. İyi bir cezaya hazırlan...' diyerek yüreğime kor düşürdü. Hâlbuki şakaymış o sözler. Henüz on iki yaşında kitaplardan başını kaldırmayan bir çocuk. Öylesi şakaları anlayacak durumda değildim.
İkinci dönemde de başarılarım sürdü. İlkbahar geldi. Çevresi meyve bahçeleriyle süslü ilçemizde ağaçlar çiçek açtı. Doğa canlandı. Havalar ısındı. Yaz tatili yaklaştı. Heyecanla karnelerimizi bekliyoruz. Nihayet okulun son günü geldi. Aynı birinci dönem sonundaki seremoni. İftihar listesine geçen öğrencilerin adlarını okuyor okul müdürümüz. Listede yine varım. Bu kez biraz daha normal yürüyorum arkadaşlarımın önünde. Kendimi fazla kasmıyorum. Sevinç içinde köye döndüm. Mayıs sonu çayırlarda çimenler diz boyu. Koyun kuzu yaylalara gitmiş çoktan. Evde annem var sadece. Karne notlarımı anneme okuyorum. Birde okul müdürünün velilerimize iftihar nedeniyle yazdığı bir teşekkür mektubu var. Onu da anneme okuyorum. Köy yaşamının en zor koşullarında yaşayan biz altı çocuğuna kol kanat geren sevgili annemin yüzündeki mutluluğu, gözlerindeki parlayan ışığı hala anımsarım. Çilekeş annemi bir nense mutlu ettiğim o dakikaları her anımsadığımda gözlerim yaşarım o güzel anı bir kez daha yaşarım.

09 Mayıs 2016 9-10 dakika 205 öyküsü var.
Yorumlar