Oyun

Düzlük, adı gibi dümdüz boş bir alandı. Birisinin veya birilerinin arsası... Sahipleri ortalıkta yoktu. Güneybatısında, temeli atılmış, su basmanı çıkılmış ve öylece bırakılmış bir ev... Yüksekliği, yarım metre kadar... Üstünde sadece ?köşe kapmaca' oynanabiliyordu. Arka tarafını erkekler futbol sahası yapmışlar, yan tarafında kızlar, avuçlarına ancak sığan, çok zıplayan sünger toplarla, iplerle oynarlardı. Körebe, saklambaç, tavşan kaç, kovalamaca, birdirbir... Daha çok erkekler çember çevirir, topaç döndürürlerdi.

İp atlardık. Kimseyi bulamazsak tek, birileri varsa iki kişi tutar, dönüşümlü atlardık. İpimiz uzunsa, iki ucunu bağlardık, iki arkadaş içine girer, önce gerer, hizalar, sonra bir ucunu bir ellerine, bir ucunu da diğer ellerine alarak sallarlardı. Ondan atlamak gerçekten maharet isteyen bir işti.

Birkaç yerde, yağmurdan sonra yumuşayan toprağa kazarak belirlediğimiz, her an için oynama hazır çizgilerimiz vardı. Silindikçe üzerlerinden giderek derinleştirir, yağmur yağsa da silinmeyecek hale getirirdik. Bir yerde zarf şeklindeki ?mektup', bir yerde ?kare kapmaca', bir yerde ?sek sek'... Başka başka yerlere çizdiğimiz, başka oyunları oynarken istemeyerek sildiğimiz, şimdi artık isimlerini unuttuğum diğerleri...

Her oyunun farklı sözleri vardı. Çocuklardan yükselen sesler birbirine karışırdı:

"Yağ satarım, bal satarım!.. Ustam ölmüş, ben satarım!.."

"Aç kapıyı, bezirganbaşı!.."

"Kapı hakkı ne verirsin?"

"Arkamdaki yadigar olsun!"

"Bir, ki, üç buçuk; dört, beş, altı buçuk..."

"Elim sende!.."

"Mavi!.."

"Kırmızı!.."

"İstop!.."

"Tıp!.."

İki sahanın tam ortasında çelik çomak oynardık, annelerimizden gizli. En sevdiğim oyundu. Çelik, yirmi yirmi beş santim olup, yere düştüğünde çomakla vurulunca havalanması için iki ucu sivriltilmiş; çomak, yetmiş beş seksen santim kadar aynı kalınlıkta değneklerdi.

Toprağa küçük bir çukur kazar, çeliği oraya koyar, tam ortasından, çomağın ucuyla, tüm gücümüzle karşıya fırlatır, karşımızdakinin bir yerine gelmemesi için:

'Karşıla!' diye bağırarak onu uyarırdık.

Çoğu zaman döne döne giderdi. Karşıdaki onu tutabilirse, oyun ona geçerdi. Yakalayamazsa; çeliğin düştüğü yerden atarak, kuyucuğun üzerine bırakılan çomağı vurması gerekirdi. Vuramazsa, ilk fırlatan çomağı çukurun üstünden alır, çeliğin ucuna sertçe vurarak, yerden havalanmasını sağlar, havada da vurabildiği kadar saydırır, sonra da karşıya fırlatırdı. Mesafe, çomak boyu birim alınarak, kuyucuktan itibaren çeliğin düştüğü yere kadar ölçülüp, elde edilen sayı akılda tutulurdu. Çelik, havada kaç kere sektirilirse, birim uzunluk o kadar katlanarak hesaplanırdı. Çelik, tek darbeyle karşıya gönderdiyse, aradaki mesafe çomakla ölçülürken, birer birer sayılırdı. Beş kere sektirildikten sonra atıldı da karşı taraf yine kapamadıysa, beşer beşer sayılarak puan toplanırdı. Bu ikinci atışta karşı taraf çeliği kaparsa, oyun onlara geçerdi. Çeliği tutamamak ya da çomağa vuramamak oyunu kaybettirirdi.

Oyun, tehlikeli olduğu için çok zevkliydi! Belki de Orta Asya'dan beri oynanmakta olduğu için ona olan düşkünlüğümüz, genetiğimizde vardı. Bence, yabancıların bizden alıp, biraz değiştirerek kendilerine mal ettikleri sopalarla oynanan oyunların aslıydı.

Çeliğin, ok gibi, mızrak gibi ıslık çalarak gidişini seyretmek de uçarak gelişi sırasında yakalayabilmek ve kazanmanın mutluluğuyla onu avuçlarda tutmak da çok keyif vericiydi. Çomak vurulamadığında, puan almak gayesiyle yerden kaldırıp sektirmek ve olanca gücümüzle vurarak uzaklara fırlatmak kadar güzel bir şey yoktu! Yakalamanın da hazzı bambaşkaydı! Çelik avuçlarında, sen muzaffer bir edayla çukura doğru ilerlemektesin... Ya da yakalayamamışsın ama vurabilme umuduyla çomağa atmaktasın... Her birisi apayrı mutluluk nedeniydi.

Çomağın zararı yoktu ama çelik, kaç çocuğun yüzünü gözünü yaralamıştı. Anlatılanlara göre çok kişinin gözünü kör etmişti. Bu yüzden anneler tarafından şiddetle yasaklanmış, buna rağmen azami dikkatle oynanmaya devam ediliyordu. Genelde erkekler oynardı ama ben onlardan çok seviyordum bu oyunu. Bulduğum değneklerden çelik çomak yapıyordum.

Kovalamaca, körebe, saklambaç, istop, birdirbir, saymalı, dönmeli, çelme, çizgi, köşe kapmaca... Bilye bulamayanlar ortaya kalem veya çivi koyuyor, taşla vurarak çizgiden dışarıya çıkarmaya çalışıyorlardı.

Uçurtma mevsimi demek, rüzgârlı havalar demekti. Rüzgar gülü yapardık. Pervane derdik, onlara. Dönüşlerini seyrederdik. Bayrak, üçgen, kasnaklı, şeytanlı, altı köşe, beş köşe diye adlandırılan uçurtmalar, kalamalara sarılan ipler salınarak uçurulur, gökyüzünde hep aynı yöne gönderilerek yarıştırılırdı. Bazıları, bazılarının uçurtmalarını düşürmeye çalışırdı. Uçurtması düşürülen onu kaybederdi. İpi kıranlar, yere düşüp parçalananlar da olurdu. Bunların ipleri yağmalanırdı. En kötüsü, ağaçlara veya elektrik tellerine takılmalarıydı. Düşenler bulunup onarılabiliyordu ama onlara ulaşılamıyordu.

Göklerde allı yeşilli uçurtmalar, yerlerde dolaşan ipler, kopan kuyruklar, koşuşan çocuklar, bağıranlar çağıranlar... Yırtılan, ipini kıran, çakılan, takla atan, süzülen, ağaçlara, elektrik tellerine takılıp kalanlar... Ziyan olan ipler, ağlayan gülen çocuklar... Tecrübelilerin ellerindeki iplerin uçlarında gelinler gibi salınanlar... Bembeyaz bulutlar, masmavi gök, hafif rüzgâr... Cıvıl cıvıl arkadaşlarım... Tanıdığım tanımadığım can yoldaşlarım... Küssek de barışsak da vazgeçemediğimiz, birlikte oynamayı mecbur bildiğimiz, ?biz' diyebildiğimiz kişilerdik, birbirimiz için.

Oyun alanımızın batısında iki metre kadar yükseklikte bir taş duvar vardı ki içi dışı sıvalı; üstü beşikörtüsü, betona çakılı, üçgen şeklinde, sivri uçları tehlike arz eden cam kırıklarıyla dolu. Çocuklar turmanıp, tutunup çıkmasın, bahçeye girip meyveleri aşırmasınlar diye. Buna araklamak da deniyor. Çalmak yani... O duvarın üstüne ?benim' diyenler zor çıkabiliyor, oradaki camlar zamanla kırılmış olduğu için sadece kuzeybatı köşesinden... İlk öğretmenimin bahçesi bu! Babamın en yakın arkadaşı, Sadri Bey'e ait... Öğretmenim, çocuklarla iç içe... Acımasız mı? Gaddar mı? Canları mı yansın çocukların? Camlar bir yerlerini mi yaralasın? Nasıl kıyar, öğretmenim? Altmış yaşlarında... Emekliliği çoktan gelmiş olduğu halde, yapacak başka bir işi olmadığı için çalışmaya devam etmekte... Esmer, uzun boylu, vaktiyle çok yakışıklı olduğu anlaşılan, Aksekili bir beyefendi... Nezih bir hanımı var. Fakat aklını kaybetmiş. Öğretmen arkadaşlarıyla pikniğe gitmişler. O da su almaya çaya doğru gitmiş, orada ne gördüyse, aklı almamış, çıldırmış!.. Bahçede narenciye, muşmula, nar, erik, şeftali ağaçları, aralarında yürüme yolları var. Etrafı upuzun servilerle çevrilmiş.

Aksekililer, cimrilikleriyle ün salmış. Fakat öğretmenim cimri değil... Acaba neden geçmesin çocuklar o tarafa? Canları çektiğinde birkaç meyve koparıp yemesinler diye mi? Belki de çocuklar ağaçlara tırmanıp, düşmesin diye böyle bir önlem almışlardır. Okuma kitaplarımızda öyle bir öykü vardı.

Çoluk çocuk, torun; herkes ayrılmış, yanlarından. Karı koca kalmışlar. Devletten aylık, Allah'tan sağlık, yaşayıp gitmekteler. Çok az kişiyle görüşmekteler. Daha çok öğretmenim... Dışarıda; okulda, kahvede falan... Onlara hiç gitmedik. Onlar da gelmediler. Pembe boyalı evlerinde, kendi hallerinde, acımasız duvarların arkasında yaşıyorlar, o yaşamaksa...

İstesek, taşlarla kırarız bu camları, duvara tırmanmanın ve arkaya geçmenin değişik yolları var. İçinde meyvelerden başka hiçbir şey yok ki! Hayat yani... Meyvelere kadar her şey ölü! Kırmızı çatılı pembe betonarme ev, renginin aksine, kabir gibi... Sık ağaçlı karanlık, loş ve insandan, canlılıktan yana bomboş, bahçesi de öyle... Mezarlığımsı... En çok ıssızlığını anımsıyorum.

Kapalı yerler merak uyandırır ya... 'Acaba duvarın arkasında ne var?' diye düşünmekten kendimizi alamıyorduk. Ben de bir gün o camları kırık köşeye kadar tırmanıp içeriye baktım. Aksi halde içeriyi tasvir edemeyecektim. Ölüm de o duvar gibidir. Arkası merak edilir. Duvarların arkasında cennet de olabilir, cehennem de... Ne olursa olsun, aşılacaktır. Çünkü ölüm, hayatın devamından başka bir şey değildir.

Aklıma bir Ayet-i Kerime geldi: 'Dünya hayatı, bir oyun, bir eğlenceden ibarettir.' Oyunun ortasında bir ses geliyordu kulağıma:

'Semiray'cığım!..'

Şermin'in sesi... Annemin çağırdığını söylüyordu. Onun sesini duyduğumda; oyunu, olduğu gibi bırakıyor, sesin geldiği tarafa doğru isteksizce yürüyordum. Azrail çağırdığı zaman da dünya oyununu olduğu gibi bırakıp, duvarın arkasında beni neyin beklediğini bilmediğim için sanırım aynı şekilde isteksizce gideceğim.

***


BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 100

19 Nisan 2011 8-9 dakika 92 öyküsü var.
Beğenenler (2)
Yorumlar (1)
  • 13 yıl önce

    Güzeldi, bir kaç dakika da olsa, bir kez daha yaşadım çocukluğumu.