Paradoks Hikayeleri II

Sen de aradığım neydi...
Ürküyordum dünyadan,
İçimden üşüyordum,
Belki bu yüzdendi sana sarılmam
Yetmiyordu ama...
Susuzluğumu gidermiyordu
Öpüşmemiz...
Eksik olan neydi
Eksik olanın sende olmadığı belliydi...





...

-' Söylenmesi uzun ve belli hadiseleri anlatmayacağım. Hayatımı meydana getiren bütün şeylerin anlatılması, hayatımda geçirdiğim günleri anlatmak kadar uzun olur. Fakat size, yetilerin boşuna zenginliğiyle şaşkına dönmüş, daha yaşamadan solup gitmiş, ümitle yıpranmış, belki de fazla güç yüzünden aciz bir duruma düşmüş zavallı bir kalbin hikâyesini anlatacağım.'
Melisayı anlamamakta direnen ve pek de insafsız hareket eden Damla cevap verdi:
-' İşte sizi, acınacak derecede gülünç duruma düşüren ve okuduğum bütün şairlere benzeten tarafınız... Ah Melisa, siz kendi kendinize yetinmeliydiniz. Kafanızın o verimli kabiliyetini, daha iyi takdir etmek için hadiselere şiir katmaya çalışmalıydınız. Çünkü bunları yapmadıktan sonra ışığın size ne gibi yararı dokunabilir?'
Melisa acı bir ifade ile:
-'Hakkınız var insafsız kadın! Ben bütün bunları bilmiyor muyum sanki. Evet, bunlar benim kusurumdur, işaret ettiğin gibi belki de hastalığımdır. Lakin size gelip de kendimden şikâyet edince benimle alaya başladınız. Baştanbaşa hasta ve zayıf bir kuşağın ızdırabını içinde duyan pek adi, pek bayağı bir tip olduğum için kendimi horluyorum ve cezalandırıyorum. Siz de beni hor görmekte devam ediyorsunuz. Siz insanı böyle mi teselli edersiniz?'
Bu sözleri umursamayan Damla gülümseyerek:
-' Affedersin Melisa! Devam et sözlerine.' Dedi.
Melisa tekrar anlatmaya başladı:
-' Çocukluğum ifade edilemeyen bir şiirin hatıralarından ve izlerinden ibaretti. Güzellik içimde geliştikçe insanlar ve eşyalar yani her şey bende gülüyor, etrafımda her şey aşk ve şiir halini alıyordu. Sevmek ve hayranlık duyma gücü, her gün içimde bir çiçek gibi açılıyordu. Bu güç öyle yüce öyle değerli bir şeydi ki! Aşkla beslediğim o gücün, pek hoş, pek sarhoş edici bir koku gibi, benliğimden buhar halinde yükseldiğini hissediyordum. Ondan kuşkulanmadan mümkün olan bütün çarelere başvurarak ona akacak bir yol buldum. Ben ne kadar akılsız ve zavallıymışım. Hayatımın bitmez tükenmez bir kaynağı gibi onu her şeyin üstüne yaydım. En küçük bir takdir sebebi, en küçük bir eğlence konusu, bana coşkunluk ve sarhoşluk ilham ediyordu. Fikrimce o benim her şeyimdi.'
-' O... Erva mı?'
- ' Evet... Penceremin üstünde bir çiçek açsın, beni uyandırması için bir kuşun ötüşünü göndersin diye dualar ediyordum. Hayranlığım bir coşku, mutluluğum bir sayıklamadan ibaretti. Duyarlılığımı uyandıran, altımda ve üstümde ölçüsüz bir şekilde kendini yayan gücüm, böylece günden güne büyüyor ve bütün düşüncemi o bitmez tükenmez duygularımı bana tekrar gönderen şu kavranması imkânsız evrenin boşluğuna onları tekrar fırlatarak ilerliyordum. Güneşten kamaşan görme yetisi, denizin görünüşü ile ufukların dalgalarıyla yorulan isteme yetisi, yıldızların esrarlı rakamlarıyla ve onların ötesindeki bütün varlıkların sessizliğiyle sarsılan inanma yetisi, benliğimi şaşkına çeviriyordu. Bu suretle ilk gençlikten itibaren ölümlü örtüyü yırtıp parçalamadan daha öteye gidemeyecek şu yetileri elde ettim:
Hayatın hayhuyuna karıştığım zaman, karşımda öğrenilecek birçok olaylar buldum. Fakat tekrar hissedilecek hiçbir olayla karşılaşmadım. Bu henüz büyüyen bir kuşağın hikâyesidir.
O zaman önüme bir erkek çıktı, onu sevdim. Yaratanı, yaratılanı nasıl sevdiysem onu da aynı aşkla sevdim. Yalnız artık eşyaları sevmekten vazgeçtim ve Allah'ın eserlerine duyduğum hayranlığı onun üzerinde topladım. Ne yazık! Bu erkek aynı fikirlerle yaşamamıştı. Başka zevkleri, benim o an henüz kavrayamadığım gerçek tatları tanıyordu. Onları benimle paylaşmak istedi. Bir ruh gıdasıyla beslenmiş olan, vücudu mistisizmin o ciddi ve derin düşünceleriyle zayıflamış bulunan incelemelerin hareketsizliği ile yorgun düşmüş olan ben, gençliğin kendine mahsus iğnelerini etime batırdığını hiç hissetmedim. Genç olduğumu unuttum. Hayallerim pek yüceydi; artık maddenin o kaba iştahlarına yeniden inemiyordum. Ruhumla vücudum arasında haberim olmadan kesin bir ayrılma olmuştu. İşte hazla başlayıp fikir çatışmasında bitireceğim yerde hayat kitabının bilim bölümünü açmıştım. Derin düşünceler spritüalizm beni sarhoş etmişti. Henüz denemediğim bütün şeylerin üstüne ihtiyar insanların lanetlerini savurdum. Yaşama çağına gelince, vakit çok geçmişti: Yaşamıştım.
Yakalanıp elde tutulması gereken ve bir daha geri gelmeyecek olan duygulara mahsus gençliğin ve madde ile ilgili hayatın, bir günlük ömrü olmasına karşılık ruhun gençliği uzundur ve zihin hayatı ölümsüzdür. Kafam, duyguların ölmesine rağmen hala yaşıyordu. Sararıp solarak ve gözlerimi kapatarak kendimi feda ettim.
Şiirin, insan ruhunu mahvettiğini söylemekte haklı olabilirsiniz; o, doğurduğu tatlı hülyaların bahasına pek soğuk, pek fakir, pek acınacak halde bulunan gerçek dünyadan ayrıldı. Onun delice vaatleriyle sarhoş olarak, tatlı alaylarıyla avunarak, madde ile ilgili hayata boyun eğmedim. Şiir, bende, dünya üzerinde hiçbir şeyin doyuramayacağı pek büyük ve ihtişamlı başka yetiler oluşturmuştu. Gerçek, bir an olsun, içinde dolup yayılmak için ruhumu pek geniş buldu. Her gün gururumun önünde alın yazımın mahvını, kendine mahsus zaferleri önünde kederli gururumun yıkılışını haber verecekti. Savaşım mağlubiyetim oldu. Çünkü var olan her şeyi hor görerek, onlardan parlak bir şekilde zevk almak isterken hiçbir şeyden zevk almasını bilmeyen budala ve manasız bir varlık olduğumu düşünerek kendimi horladığımı fark ettim.
Evet, bu büyük ve çetin bir savaştı. Çünkü şiir bizi sarhoş ederken aldattığını söylemişti. O, güzel, sade, gerçek gibi ciddiydi... Birbirinden ayrı bin bir çeşit şekil alır; onu gerçek sanarak peşine takılırsın, onu kucaklarsın. Ama bu iğreti süsler çözümlemenin gözü altında lime lime olur, zavallı insanın elinde örtünmek için ancak bir paçavra kalır. Ah o zaman insan ağlar, hayal kırıklılığının hüsranıyla isyana meyleder. Kendini talana uğramış zanneder. Yerlere yatar ve ölmek ister.'
Damla:
-' Demek hayal kurmamalı, hayatın gerçekleriyle yüzleşmeli ve öyle yaşamalı. Eğer insan kendini daha az beğenir olsaydı kendisi için daha iyi olurdu. Ama insan bu, içgüdüsünde var olan okşanma ve üstün olma duygusu kendisini ıstıraba sürüklüyor.'
-' Haklısınız sevgili Damla. Erva gibi konuşuyorsunuz. Hayatın aşığı olan siz boyun eğmek bakımından hayattan kopup adeta inzivaya çekilen sevdiğim adamla aynı noktadasınız. Düzensizlik içinde nasıl bir huzur buluyorsanız, o da erdem içinde aynı huzuru buluyor. Fakat erdemi de kötülüğü de olmayan ben, yaşamak iç sıkıntısına katlanmak için ne yapacağımı bilemiyorum. Ah ne yazık! Sabrı hükmünüz altında tutmak sizin için kolaydır. Eğer benim gibi, hala yaşayanlarla ve artık yaşamayanlar arasında bulunmuş olsaydınız siz de benim gibi ümitsiz bir öfke ile çırpınır, bir şey olmak, hayata başlamak ve onunla beraber ölmek gibi doymak bilmez bir istek yüzünden azap içinde kalırdınız.'
Damla daha önce takındığı o alaycı edasını yumuşatarak ve yakınlık duygusuyla Melisa'nın ellerini tuttu ve okşayıcı sözlerle konuştu:
-' Sevdiğinizi hiç söylemediniz mi? Asıl yaşamak sevmektir, biliyorsunuz... Ve yine biliyorsunuz ki o yaşadığınızdan tat almak istiyorsanız söylemelisiniz.'
-' Oooh, aşkta bilinen sonucu aradığınız, onu gerçekleştirmeye çalıştığınız zaman hiç şüphe yok ki sonuç öyledir. Ama ben aşk bakımdan hiç kimseye benzemedim, benzeyemem de. Benimkisi acı ile sevincin, ümitle gücün bir haliydi.
Bana acı gelen neydi biliyor musunuz? Sevdiğim adamın, fedakârlıklarımın genişliğini anlamamasıydı. Sanki o, minnetten yüzü kızarıyormuş gibi, boyun eğişimin yarattığı o can sıkıcı fikri bir tarafa itiyordu. Safça bir ikiyüzlülük duygusu ile beni aldattığına inanır gibi görünüyordu. Sabırsızlık ve acı ile ağzımdan dökülen inleyişleri, bir sarhoşluk belirtileri olarak sanmaktan hoşlanıyordu. Böyleyken onu böylesine sevmem netice olarak kişisel doyma yokluğu ile arzularımın da üzerine çıkan heyecanlı bir uyanmaya sebep oldu. Onun yanında, en yetkin gücün kaynağını bularak cehennemi bir kucaklama ile doyurulması mümkün olmayan bir çeşit sayıklama halinde, garip bir hırsım vardı. Göğsümün söndürülemeyen bir ateşle parçalandığını hissediyordum. İnsanüstü bir güçle onu kollarımın arasında sıkıyordum. Coşkunluğumun ona ifade edebilecek şeklini bulamadan cesareti kırılmış, bitkin bir halde onun yanına yığılıveriyordum. İçimdeki arzu, duyuların gücünü, daha uyanmadan felce uğratan bir ruh ateşliğinden ibaretti. Bu beynimi kaplayan ve orada inatla biriken vahşi bir kızgınlıktı. İrademin bu büyük hamlesi süresince kanım güçsüz ve zavallı bir halde donup kalıyordu. İşte o zaman ölmem gerekti. Ama o beni boğmaya hiçbir zaman razı olmadı. Ölümün kolları arasında uyurken, nihayet aşkın gerçeğini tattım.
Ah Erva! Bana öyle güzel görünüyordu ki. Sakin alnının üstünde öyle bir kuvvet, öyle bir büyüklük vardı ki. Kalbim onun yanında şiddetle çarpıyordu. Heyecana gelen kanımın o ateşli dalgaları yüzüme kadar yükseliyor, sonra tahammül edilmez ürpermeler ellerimde ve ayaklarımda dolaşıyordu.'
-' Şimdi...'
Melisa bir ah çekti ve sözlerine devam etti:
-'Hayatımda hiçbir şeyi Onu anlamayı istemek kadar arzulamamışımdır. Aslında onu anlamak isteyişimin temelinde kendimi anlamak duygusu yatıyordu. Bu yüzden saatlerce onu bekledim. Perdenin arkasından beni gözetlediğini çok iyi biliyordum, ama benimle göz göze gelmemeye özen gösteriyordu. Günlerce beni kendi gurbetinde dolaştırır, kalbimden tutup beni yeryüzünün kalabalık ve gürültüsünden sessizliğine çıkarırdı. Sonra da ona dokunmak istediğim anda ellerimi bakışlarıyla dondurur ve âlemin şimdiye kadar anlayamadığım boyutlarına kaçıverirdi. Sanırım benim ona duyduğum hayranlık karşısında zayıflığımı hissediyor, benim için benden kaçıyordu.
Bazen onu sözlerimin tuzaklarına düşürmek isterdim de O bunları hiç anlamamış gibi sözlerimi emin bir anlama çeker ve beni daha fazla düşmekten korurdu. Peki, bunları niçin yapıyordum. Bilinçli yapmıyordum. Bazen bir hayranlık, bazen kıskançlık, bazen de...
Seviyordum onu... Kimseyle paylaşmak istemiyordum. Öyle ki bazen hiç kimsenin onu görmemesini, dinlenmemesini, onunla ilgili bilgilerin bilinmemesini, kimsenin ona hayran bir şekilde bakmamasını istiyordum.
Duygularımı ne güzel ifade ediyordu:
'Şefkatten bir şey beklenir, aşktan her şey. Öyle ki seven sevdiğini öldürebilir bile. Sevgi sonsuzlaştığı zaman seven sevgilisine karşı ütopik bir gizem kazanır. Bundan sonra seven sevdiğine yaklaşmaz. Onunla karşılaşmaktan çekinir.'
'En büyük âşık kimdir ?' diye sorduğumda beni derin hayrete düşüren şu cevabı verdi:
'Allah.' Ve şöyle devam etti:'Allah aşkın sonsuzluğundadır. O her an âşık olur. Bir âşık O'nun terbiyesinden geçmedikçe aşkta ilerleyemez.'
'Nereden biliyorsun?' dediğimde
'Görmüyor musun? Her an yaratıyor. Her an yeni bir var oluşa sahnedir. Bu yok oluş ve var oluş süreci o kadar kesintisizdir ki biz evreni hep var zannederiz.' Derdi.
-' Varlık sevgiden doğar, bilmiyor musun?' dedi Damla... 'Neyse sen devam et sevgili kardeşim...'

Melisa, sevgisinden eridiği Erva'dan bahsettikçe yüzü daha bir aydınlanıyordu. Ellerini göğsünde birleştirerek konuşmasını sürdürdü:
-' Ah... Şu ihtiyaç duygusu yok mu? Çok değil bir an olsun bana muhtaç olduğunu hissedebilseydim. Ne garip! Bir insanın bize sığınması, başını omzumuza dayayıp huzur bulması ne kadar da mutlu ediyor bizi. Acaba güçlü oluşumuz bir başkasının zayıflığına mı bağlıdır. Ah şu duygular... Fiziğin ve kimyanın karmaşık formüllerini bildiğim kadar iç dünyamın da formüllerini çözebilseydim, her şey bambaşka olurdu eminim.
Şu sözlerinde haklı mıydı acaba:
'Ancak güçlü insanlar sevebilir. Zayıflar sevdiklerinde ya köle olurlar ya da sevdiklerini kendilerine köle yaparlar. Hâlbuki sevgi öyle bir çiçektir ki saksıyı kendine yer kabul etmez. Çünkü sevgi direk Allah'tandır. Bu yüzden sevgi zamandan ve mekândan münezzehtir. Zamanın ve mekânın kanunları onu etkilemez. Aksine o zamanı ve mekânı etkiler... Özgür insanların sevgisi anlamlıdır... Bana olan aşkının isyanı, mecbur olacağın kölelikle sadakatinden daha hayırlıdır. Zaten bu yüzden Allah'a şüphesiz inanan bir insanın O'na isyanı, O'na tam inanamamış bir insanın ömrü boyunca yaptığı kölelikten daha değerlidir.'

Melisa ıslanan gözlerini gizlemeye çalışarak konuşmasını sürdürdü:
-' Ah o günler...
Konuşarak bir tek sözün söylenmek istendiği yerde, konuşmadan binlerce sözün söylendiği...
Söylenmek istenen her şeyin yalnız sayfalara saklandığı o günler... Çoğu zaman onu görünce de ne söyleyeceğimi unutuyordum. Yazmadan çizmeden Ona söyleyeceklerimin hesabını yapıyor, elime kalemi alınca da hiçbir şey hatırlamıyordum.
Aslında ne söyleyeceğim önemli değildi. Hatta Onun ne söyleyeceği de önemli değildi çoğu zaman. Buluşuyorduk ya... O yetiyordu.
'En büyük aşklar gizlenen aşklardır' demişti de sitem etmiştim O'na.
Ne garip fikirleri vardı aşk hakkında...
'Aşk hakkında bilinmesi gereken tek şey onun ne olduğu bilinmeyeceğidir' der sonra dayanamaz konuşurdu:
'Aşkta şiddetli bir evet bazen hayır'a, Şiddetli bir hayır da evet'e dönüşür. İşte bu aşkın akla kafa tutmasıdır.'
Evet haklıydı.
Günlerce beni aramasını, mesajlarıma cevap vermesini bekledim... Onunla konuşmaya, yürümeye can atıyordum da bana yaptıklarına bir türlü anlam veremiyordum.
'Aşk Allah'ın hiçbir zaman çözülemeyecek bir bilmecesidir. Aşk Allah'ın kimseyle paylaşmadığı sırrıdır.' Derdi.
Sen çözdün mü diye sorduğumda:
'O'nu çözemezsin ki; O sadece yaşanır. Çözmeye kalkışan elinden kaçırır. O her şeyi bir görür. Aşkın bir diğer niteliği de insanın önünden faydacı, nedenselliğe bağlı akıl engelini kaldırmasıdır.'
'Öyleyse aklı ne yapmalı?'
'Akıl kalpte bir nur olmalı. Akıl kalbe göre olmalı, kalpte akla rağmen...'
'Zaten delilik de insanın aklıyla değil, duygularıyla yaşama hali değil midir? Bu yüzden âşık delidir. Âşıklarla deliler arasındaki fark, delilerde aklın bir daha dönmemek üzere gitmesi, âşıklarda ise aklın geri dönüşünün mümkün olmasıdır. Zaten insanın aklı başına gelince aşk intihar eder...'

...
Bu sözleri söyler, sonra da: 'Anlıyorsun değil mi?' derdi. Ne kadar anladığımı sormazdı. Ben de ne kadar anladığımı söylemezdim.
Sonradan anladım ki...
O bana yıldızlardan bahsederken gözlerimin parıltısını anlattığını zannederdim.
O bana denizleri anlatırken gözlerimdeki yaşları anlattığını zannederdim.
Bir keresinde de insanları buzdağlarına benzetmişti de ben üzerime alınıp ona anlatmadığım yönlerimi anlatmamı istediğini düşünmüştüm. Ben onu yerde ararken O beni göklere çıkarmak istiyordu da ben direniyordum sanki...'
...


Melisa sustu. Uzun bir sessizlik oldu. Kan çanağına dönmüş gözlerini avuçlarına yedirirken:
-' Gidiniz artık kardeşim. Vakit geç oldu.' Dedi.
Damla beklenmedik bu sözle irkildi. Bir süre Melissaya baktı, sonra kapıya yönelirken, hiç görmediği Erva'yı garip bir merak duygusuyla düşünmeye başladı. Kimdi bu adam, toplumdan kendini soyutlamış adeta inzivaya çekilmiş bir adama böylesine bir sevgi, ona enteresan gelmişti... Melisa ile onu bir türlü bağdaştıramamanın ikilemlerini kuşanarak Melisa'nın yanından ayrıldı. Evinin yolunu tutarken 'onu mutlaka tanımalıyım' diye düşünüyordu.
Hava kararmış, hafiften yağmur çiselemeye başlamıştı...
...



_______Sessiz Yürüyüş ( Bölüm II/I)

( Devam edecek )

06 Ocak 2010 15-16 dakika 2 öyküsü var.
Yorumlar