Payına Ne Düşüyorsa

Hangimiz neye layıksak onunla karşılaşıyor, onun oluyorduk bir zaman sonra. Depremde yıkımın altında kalıp canını Allah'a borçlu olan üç yanlıştan biriydim ben. Kendimi karartılar içerisinde aydınlığa çıkarmaya çalışırken, ikisine birden aynı anda rastlamıştım. Her insanın bir dilediği; bir dileği vardı hayattan. Yalnız, bir de kim hayata ne borçluysa onu saçıyordu etrafına. Tek kabullenen ben olmuştum maalesef. Kabullenmek yetmiyordu yalnızlığı şaşırtmaya...

Uzun konuşmaları sevmem, gözüm aydı ki çabucak kesti ipe sapa gelmez repliklerini. Sanki hayat okulunun sınıf birinciliğini üstlenmiş de tek o masummuş gibi konuşuyor. Bakmayın siz ona! Benim payıma da onların payına düşenden bir eksiği, bir fazlası düşmedi. Herkes karşıladığı kadarını seçiyordu hayatın. Çoğu zaman yaptığım ve söylediklerim dolup taştığında acaba benim mükafatım ne olacak hayattan diyerek kendime sorardım. İşte üçümüzün de karşısına çıktı nasiplerimiz... Biz demek ki bundan başka şey değilmişiz.

Durun! Mikrofonu ben devralmalıyım bu sefer. Yapacak bir şey yoksa ve ellerimiz kollarımız bağlıysa neden üzüleceğiz ki hem? Belki de şanssız olmak hakkımızın bile şansına yenik düşmüşüzdür. Yine çok bonkörüm. Tek kaybeden tek kazanan tek üzülen tek sevinen belki de yalnızca siz ikinizsiniz, belki de benim payıma düşen sizin hep imrenerek baktığınız olmuştur.

Üçü mücadele kadehlerini kaldırıp şerefe tokuştururlarken diğer üçü de ağızları bir karış açık onların konuşmalarını dinliyorlardı. Belki deliydiler, ipe sapa gelmez, ciğeri beş para etmez ya da ne yaptıklarını bilmez divaneydiler ama yine de neticede insanlık özünün karma edilmiş halinde cismine bulaşmış insanlık mükafatı gibi gökyüzünden yeryüzüne düşmüş insanlık abidesiydiler. Her insan böyleydi belki de; tıpkı bu üçü gibi. Biri elindekini görmez, diğeri elindekiyle başkasına hava atar ve bir diğeri de başkasının elinde olanın gıybetini yapardı. Elemelere katılmış gibi birden karşımıza çıkmışlardı ve biz mi onları seçecektik yoksa onlar mı bizi hak edeceklerdi bilemiyorduk. Kavga etmelerine gerek olmadığını söylesek bizi dinlerler miydi acaba? Biz mi onları seçmeliydik yoksa onlar mı bizi? Karakterlerine bakılırsa seçilmesi gereken hep belliydi. Dış güzellik yetmezdi insanı bir başka insandan ayırmaya; zaten o insanı maskelemekten başka bir işe de yaramazdı velhasıl.

"Yürüyüş parkuruna rakip konuşma parkuru mu açtın? Çenen de bacakların gibi bir türlü hızını kesmedi."

"Bana söylediklerinin onda biriyle güzel işler yapsan seni ayakta alkışlamayı bırak, ne söylersen yapacağım ama neredeeee..."

Kavgalar lav gibiydi, insanlar arasında değil sadece; nesneler arasında da imtihanını kesmez fışkırırdı, saçılırdı etrafa. Bunu iyi niyet insanı da görmezdi bazen. Briç masasında cinayet romanının hikayesini değiştirmeye çalışıp, sorgu masasında cinayet işlemeye mi çalışıyordu bu ne idüğü belirsizler?

"Hey! Sen... Kucağıma oturdun resmen, kalk, kalk kucağımdan!"

"Sana ben düştüm; seni ben seçtim, çünkü afili karakterin senin benim için, benim de senin için yaratıldığımızı gösteriyor. Çoğul eklerimizde ikimiz bulunurken aynı zamanda başkalarını da katıyoruz yaşamımızın tuz biber katılmış yanlarına; çekiştirmeyi, çekiştirilmek kadar çok seviyoruz bizim dünyevi amacımız bu çünkü."

"Ne diyorsun sen be?! Çekil üstümden."

"Hayır. Ben gidersem sen, sen olmak görevini saçamazsın bu hayata. Ben senin için varsam sen de en az benim için benim kadar varsın. Tokalaşmayı unuttum; ben gıybet..."

Öylece ağzı açık bakıyordu insan; gıybete... Gıybet onu seçmişti çünkü çekiştirmek ve çekiştirilmek doğasında vardı onun. Onun hayattan alacağı tek mükafat; ettiği gıybetler kadar gıybet olurdu ancak. Evet, üç insan ve üç keşifçi bir aradaydı. Gıybet edenin payına ettiği gıybetler kadar gıybet düşerdi. Günahtı, insanın doğasında tabiatın mis kokulu çiçekleri kadar gerçek, öz ve bir o kadar da büyüleyici; çokça da yavandı. Gıybet, insanın kucağından kalkıp insanın elini tuttu. Göz kırptı ve onu götürmek istediği yere götürmek için adımını attı. İnsan, başkalarını çekiştirdiği dilbazlığını gıybete söktüremedi, gıkını çıkaramadı bile. Öylece, sakince ve mecburi kabullenmelerce gitti gıybetin peşi sıra...

Nispet ile kısmet birbirlerinin gözlerinin içine anlamlıca baktılar. Onların da burada var olmak görevleri vardı elbet; sonra başlarını karşılarında bulunan iki insana çevirdiler.

"Arkadaşımızı götürdü, ama o... O... Arkadaşımızı öylece götürdü. Nereye götürdü arkadaşımızı?"

"Sen... En son bir depremin yıkımından bahsediyordun, öyle değil mi?"

Kısmet bu kez sadece bakmakla yetinmemiş, karşısındaki insana teskin edici bir gülümseme ile gülümsemişti.

"E... Evet... Ne alaka olduğunu öğrenebilir miyim?"

"Kimsesiz kalmışsın, zorluklar yaşamışsın ama yaşamın pembe gözlüklerinden ayrılmamışsın öğrendiğim kadarıyla. Senin için de ben buradayım, senin kısmetin de benim; senin için temiz kısmetler dağıtıp gölgeli hayatını bundan sonrası için aydınlatmaya geldim."

Kısmet, insana doğru topallayarak adım atarken insan korkuya kapıldı.

"Bir dakika... Bir dakika... Sen topallıyorsun ama; sağlam değilsin ki."

"Karşımıza çıkan kısmetlerin hayır mı şer mi olduğunu onları yaşamak için adım atmadan bilemeyiz. Bu yüzden bir ayağım topaldır benim; çünkü şerde hayır, hayırda şer görebilirsin. Ben sadece kısmetinim... Senin doğru adımlar attığında doğrularla karşılaşman için çabalayacak olan; yanlış adımlarınla kaderine isyan edip kaderini suçlayacak olduğun ama aslında yanlış kararlarını şutlaman gereken... Haydi gel, gidiyoruz."

Kısmet, insanın elini tutup onu topal ihtimallere sürükler gibi sürükledi peşi sıra... Bilmiyordu insan; bilmiyordu kısmetinde karşısına neler çıkacağını ama denemek zorundaydı. Yaşamın altın kuralı buydu çünkü. Kadere razı gelmek, ya da kendi öz benliğine mahkum olup seyirci olmak zamanı değildi.

Nispet ile bir insan kalmıştı şimdi karşı karşıya.

"Sen az önce arkadaşlarına durumun ne kadar kötü olursa olsun nispet yapıyor böbürleniyordun değil mi?"

"Şey... Ha...hayır..."

"Aa, bir de yalan var sende. Sırf nispet yapmak için olmayanları da olmuş gösteriyorsun demek. Ben de nispetim ama; senin kadar yalancısına ilk kez şahit oluyorum. Pes"

"Terbiyeni takın lütfen. Benimle böyle konuşamazsın, arkadaşlarım nereye gittiler? Onları görmek istiyorum."

"Onları artık göremezsin. Çünkü kısmette olan şey nispetle olmaz; gıybetle yapılan şeyler insanı mutluluğa ulaştırmaz. Üçü birbirinden ayrı yerde olmak zorundadır."

"İmdat! Kurtarın beni, imdat!"

"Ne o? Korktun mu benden? Ama senin içinde de ben varım zaten. Başarılarınla, sevgilinle, işinle ve bazen sadece hayal edip kavuşamadıklarınla böbürlenerek nispet yapmıyor muydun etrafındakilere? Şimdi benden korkmana ne gerek var? Haydi, gidiyoruz..."

Nispet, insanı zorla sürüklerken kısmet ve gıybetin yakalandıkları; yakaladıkları insanlarla karşılaştılar. Aynı yere denk düşemezlerdi hani? Nedenini niçinini sorgulayıp altısı birlikte kavga ederlerken bir kamyon sürücüsü hızla onlara çarptı adı ismet...

Artık nispet yoktu; gıybet yoktu; kısmet ise insanın iradesinin gücüyle yaralı halde yaşıyordu. İsmet'in bu dünyadaki görevi adı gibi etrafa temizlik ve dürüstlük saçmaktı. Çünkü esasında insan olmak ve yaşamak özü dürüstlükle başlayıp dürüstlükle son buluyordu. Dürüstlük hakim ise insanoğlunda; mutluluk, başarı, saflık; temizlik ve en mühimi sevgi yaşamak için hep direnirdi. İsmet bu kazadan sorumlu tutulmadı; çünkü ismet'in görevi kirlileri temizlemekti. Adı gibi temizlik yapıp temizliğini sonlandırdıktan sonra dürüst insanı kollarının arasına almak için yola çıktı...

12 Ağustos 2016 7-8 dakika 77 öyküsü var.
Yorumlar