Perdedeki Gerçek
"Ne zaman seyircisiz kalırsan, o zaman en hakiki temsil başlar," demişti Muzaffer Hoca. "Kendi kendine oynadığın oyun, en gerçeğidir. Çünkü o zaman sadece kendini kandırırsın, başkalarını değil."
O gün Muzaffer Hoca'nın sözlerini tam olarak anlamamıştım. Sahne benim için her zaman seyircilerin alkışlarıyla anlam kazanan bir yerdi. Peki ya boş koltuklara oynanan oyun, kimin içindi?
Ötekiler Tiyatrosu'nda, Mayıs ayının son cumartesiydi. Sezon bitimine iki hafta kalmıştı ve "Köyün Delisi" adlı oyunumuzun son provalarını yapıyorduk. Yazarı bilinmeyen eski bir metindi ellerimizdeki. Muzaffer Hoca bir gün çantasından çıkarmış, "Bugün bunu çalışacağız," demişti. Sararmış kağıtlar, el yazısı notlarla doluydu. Sanki bir önceki sayfada yazılanların daha ilk mürekkebi kurumadan sonraki sayfa yazılmış gibiydi.
Adım Deniz On yıldır bu tiyatrodaydım. Önce figüran olarak başlamış, zamanla küçük rollere, sonra daha görünür karakterlere yükselmiştim. "Ateşle Dans"ta oynadığım Kadir karakteri ise ilk başrolümdü. Çatışma dolu bir coğrafyada, sınırın iki yanında yaşayan insanların hikâyesini anlatıyordu oyun.
Kadir, kendisinden önce sınırın öte yanındaki köyü yakıp kavuran bir askerin oğluydu. Babasının günahlarını temizlemek için ateşin sardığı köyün küllerinden yeniden inşasına yardım etmeye gidiyordu.
"Tekrar!" diye seslendi Muzaffer Hoca. "Üçüncü perde, dördüncü sahne. Deniz, bu sefer şu repliği içine sindirerek söyle: 'Babamın yaktığı ateşin sıcaklığı, benim bedenimde son bulsun. Bu küllerden doğan her ev, benim mezar taşım olsun.' Bunu söylerken gözlerini yere dikme. Dosdoğru karşına, köylülerin gözlerinin içine bak."
Sahneye çıktım. Karşımda oyunun diğer karakterleri; köyün önde gelenleri, yaşlılar, çocuklar ve beni asla affetmeyeceğini söyleyen Selma duruyordu. Selma, köydeki tek ailesi olan babaannesini kaybedenlerden biriydi. Yine de köyü terk etmemiş, yerleştiği harabe evin önünde her gün toprağa tohum ekmişti. Oyunu oynayan Elif, gözlerime dikilmiş, içi nefret dolu bakışlarını üzerimden çekmiyordu.
"Babamın yaktığı ateşin sıcaklığı, benim bedenimde son bulsun. Bu küllerden doğan her ev, benim mezar taşım olsun."
Dudaklarımdan dökülen kelimeler, boş tiyatro salonunda yankılandı. Muzaffer Hoca ilk sıradaki koltuğunda kıpırdamadan oturuyordu.
"Kabul etmiyorum!" diye haykırarak sahneye fırladı Elif. "Bu sözler senaryoda yok! Selma karakteri asla böyle yazmıyor. O daha öfkeli, daha kindar olmalı. Karşısında duran bu adamın babasının köyünü nasıl ateşe verdiğini biliyor."
Muzaffer Hoca sakince gülümsedi.
"Doğrusun Elif. Metin tam olarak öyle yazmıyor. Ama ben size ne dedim? Bu oyun, tarihte yaşanmış ama dillendirilmemiş bir olayı anlatıyor. Her biriniz kendi karakterinizin gerçeğini bulmak zorundasınız."
"Hocam, bu gerçeği nasıl bulacağız?" diye sordu Tolga. Köy muhtarını oynuyordu. "Bir yazarın hayal ettiği karakterlerin gerçeğini nasıl kavrayacağız?"
Muzaffer Hoca ayağa kalktı. "Bu karakterler hayal edilmedi," dedi. "Onlar yaşadı."
Gözlerinde gördüğüm parıltı beni ürkütmüştü. Sanki bizden çok uzaklarda, başka bir zamanda yaşıyordu.
"Mola," dedi Muzaffer Hoca. "Yarım saat sonra son sahneyi çalışacağız."
Tiyatronun küçük kafesinde otururken, Elif yanıma geldi. Kadehinde yarım kalmış bir şarap vardı.
"Bu oyunun seni ne kadar etkilediğinin farkındayım," dedi. "Son bir aydır bambaşka biri oldun Deniz."
Ona ne diyebilirdim? Kadir karakterini canlandırmaya başladığımdan beri, sanki içimde ikinci bir kişilik filizlenmişti. Geceleri rüyalarımda kendimi yanmış köylerin, terk edilmiş evlerin arasında görüyordum. Uyanıkken bile bazen beynimde bir yerden yükselen ağıt sesleri duyuyordum.
"Anlamıyorum," dedim. "Bu oyun neden bu kadar gerçek hissettiriyor?"
Elif, kadehindeki şarabı bitirdi. "Çünkü senin baban..." diye başladı, sonra durdu. Kaşları çatıldı, yüzünden bir gölge geçti. "Boş ver."
"Babam ne?" diye sordum. "Babam ne olmuş?"
"Hiç," dedi Elif. "Sadece, Muzaffer Hoca ile konuşurken duydum. Senin baban askermişti, değil mi? Sınır bölgesinde görev yapmış."
İçimde bir şeyler kıpırdandı. "Evet, ama ben çok küçükken öldü. Onu hiç tanımadım bile."
"Hoca senin babanı tanıyormuş gibi konuşuyordu. Neyse, önemli değil."
Sözlerini bitirmeden gitmişti bile. Kafede yalnız kaldım, şaşkın ve tedirgin. Babamı hiç tanımıyordum. Annem ondan söz etmeyi sevmezdi. Sadece güçlü bir adam olduğunu, vatanı için savaştığını söylerdi. Resmi bir törende şehit düşmüştü. Annem onun yerine takdim edilen bayrağı evimizin en özel köşesine asmıştı.
"Son sahne!" diye bağırdı Muzaffer Hoca. "Herkes yerini alsın. Işıklar kısılsın, sadece sahnenin ortasında yangın efekti kalsın."
Sahnenin ortasında durdum. Kırmızı ve turuncu ışıklar üzerime yansıyordu. Karşımda Elif vardı, elinde tahta bir bıçak tutuyordu. Senaryoya göre, Selma intikam için Kadir'i öldürecek, sonra pişman olup intihar edecekti. Işıklar sönecek, perdeyle birlikte hikâye de kapanacaktı.
"Bu sefer senaryo olmadan," dedi Muzaffer Hoca. "Ne hissediyorsanız onu söyleyin. Karakterlerinizin gerçeğini bulun."
Elif bana doğru yaklaştı, gerçek gözyaşları yanaklarından süzülüyordu. Elindeki tahta bıçağı kalbime dayadı.
"Senin baban benim ailemi öldürdü," dedi. "Sadece bir oyunda değil, gerçekte."
Vücudum buz kesti. "Ne diyorsun sen?"
"Muzaffer Hoca seni seçti, çünkü babanın kim olduğunu biliyor. Onun komutanının oğlusun sen, Deniz. Mezarda yatan bir caninin oğlusun."
Nefes alamıyordum. Geri çekildim, sendeledim. "Yalan söylüyorsun."
"Muzaffer Hoca bu oyunu yazdı," dedi.
Elif. "Kendi yaşadıklarından. O yanmış köyde yaşayan çocuklardan biriydi. Senin babanın birliğinin ateşe verdiği köyden kurtulan birkaç kişiden biri."
Sanki altımdaki sahne çöküyordu. Gözlerimi kapattım. Zihnimde bir görüntü belirdi: Üniformalı bir adam, karanlıkta bir köye yürüyordu. Elinde bir meşale vardı. Yüzünü göremiyordum ama onun babam olduğunu biliyordum.
"Hayır!" diye bağırdım. "Babam vatan için savaşıyordu, o bir kahraman!"
Muzaffer Hoca sahnenin kenarında duruyordu. "Her savaş, bir taraf için kurtuluştur, diğeri için yıkım," dedi. "Bu oyun, ikisinin ortasında duran gerçeği anlatıyor."
Öfke ile ona döndüm. "Neden beni seçtiniz? Neden bana bunu yapıyorsunuz?"
Muzaffer Hoca gülümsedi, ama bu gülümseme gözlerine ulaşmadı. "Çünkü sadece senin gibi biri bu rolü oynayabilirdi, Deniz.
Gerçeği bulmak için, bazen onunla yüzleşmek gerekir."
O an anladım. Bu oyun sadece bir temsil değildi. Bu, benim babamın, Muzaffer Hoca'nın ve belki de Elif'in gerçek hikâyesiydi. Tarih sahnesinde oynanan bir dramdı ve ben hem izleyici hem de oyuncuydum.
"Kadir'in sözleri," diye devam etti Muzaffer Hoca. "Onları söyle, ama bu sefer kendin için söyle."
Sahnenin ortasına yürüdüm, kırmızı ışıklar yüzümü aydınlatırken. İçimde bir şeyler koptu, sanki bir perde yırtıldı ve arkasındaki gerçeği gördüm.
"Babamın yaktığı ateşin sıcaklığı, benim bedenimde son bulsun," dedim. "Bu küllerden doğan her ev, benim mezar taşım olsun."
Ama bu sefer farklıydı. Bu sefer babamı düşünüyordum, annemin hiç bahsetmediği o adamı. Vatanı için savaşan kahramanı. Ya da belki de, başka insanların yuvalarını yakan caniyi.
"Ve şimdi final," dedi Muzaffer Hoca.
Elif bana doğru ilerledi, elindeki bıçağı kaldırdı. Senaryoya göre şimdi beni öldürecek, sonra kendini de...
Ama durmadı. Bıçağı indirmedi. Onun yerine elimi tuttu ve "Kabul ediyorum," dedi.
Bu, senaryoda olmayan bir sözdü.
"Kabul ediyorum, çünkü sen baban değilsin," diye devam etti. "Ve ben de artık o köyün küllerinde yaşayan kız değilim. Biz, tarihin bize yüklediği rollerden fazlasıyız."
Aydınlandım. Anladım ki, Kadir ve Selma bir senaryo değildi. Onlar, bizim içimizdeki savaş ve barışın simgeleriydi. Biz onları oynarken, aslında kendimizle hesaplaşıyorduk.
Muzaffer Hoca ayağa kalktı, alkışladı. "İşte şimdi oyun başlıyor," dedi. "Çünkü şimdi gerçeği buldunuz."
O gece, provadan sonra, Muzaffer Hoca'nın odasına gittim. Masasının üzerinde duran sararmış metne baktım. Bu sefer daha dikkatli inceledim. El yazısı babamınkiydi. Annemin sakladığı mektuplardan tanıyordum. Son sayfanın altında adı yazılıydı: "Yüzbaşı Murat Yılmaz."
"Babam yazmış bunu," dedim şaşkınlıkla.
Muzaffer Hoca başını salladı. "Evet, o yazdı. Son görevi sırasında, o köyden döndükten sonra. Bir tür günah çıkarma gibiydi. Sonra onu görevden aldılar, uzak bir karakola sürdüler. Orada öldü."
"Ama neden bana anlatmadınız?"
"Çünkü babanın günahlarını senin sırtına yüklemek istemedim," dedi. "Ben o köyde yaşayan bir çocuktum. Köyümüz yakıldığında her şeyimi kaybettim. Yıllarca nefret ettim, intikam hayalleri kurdum. Sonra bir gün bu metni buldum, babanın yazdığı oyunu. Anladım ki, o da bir kurbandı. Emirleri uygulamak zorunda kalmıştı ve sonra da bunun yükünü taşıyamamıştı."
Gözlerimden yaşlar akıyordu. Ne diyeceğimi bilemiyordum.
"Seni bu role seçtim, çünkü babanın yarım bıraktığı hikâyeyi tamamlamanı istedim," dedi Muzaffer Hoca. "O, bu oyunun sonunu yazamamıştı. Belki sen yazabilirsin."
Ve o an, Muzaffer Hoca'nın ilk günkü sözleri zihnimde yankılandı: "Ne zaman seyircisiz kalırsan, o zaman en hakiki temsil başlar."
Şimdi anlıyordum. Bazen öyle anlar vardır ki, perde açılmadan, ışıklar yanmadan, alkışlar kopmadan önce, sahne arkasında yaşanan gerçekler en büyük dramdır. Ve bazen yanan bir perdeye sığınan gerçek, en sarsıcı oyundur.
Babamın yazdığı metni elime aldım. Son sayfasını çevirdim, boş kağıda baktım. Onun bıraktığı yerden devam edecektim. Hikâyenin sonunu ben yazacaktım.
Çünkü artık biliyordum ki, gerçek bir oyun asla bitmez. Perde kapandığında bile devam eder. Tıpkı benim şimdi, babamın bıraktığı yerden devam ettiğim gibi...
Turgay Kurtuluş
Çok güzeldi.Tebrik ediyorum.🌾🥀