Rüyam

Antalya'nın kuzeyinde bir yerdeyim. Bildiğim bir yer... Arkası dağ, önü göl... Yaklaşık otuz kilometre uzakta... Güneye dönük yüzüm. Arkamda bir dağ, önümde alabildiğine geniş bir düzlük... Karşımda beş kocaman, upuzun direk... Tepelerinde, ten rengi eşofman üstleri... Yanımda arkadaşım...

_ 'Halide, bak! Bunlar olimpiyat direkleri... Üstlerinde eşofmanlar, temsili...' derken, rüzgârla dalgalanmakta olan eşofmanlar bir döndü, beş farklı yabancı ülke bayrağı oldu. Direklere, kol kalınlığında çelik terler bağlı... Halatlar gibi... Fakat çok kalın, uzun mu uzun ve uçları gökyüzünde kaybolmuş... İlahi Âleme uzanıyorlar sanki...

_ 'Halide baksana! Görüyor musun? Beş ülke bayrağı oldu. Olimpiyat bayrakları bunlar... Katılacak beş ülkeyi temsilen dalgalanıyorlar burada.'

Sağ taraflarında yüksekçe bir tepe... Tepede bir kale, burcunda Türk Bayrağı dalgalanmakta... Fakat karanlık, eski bir yapı... Elimle işaret ediyorum:

_ 'Şehrin savunmasını bu tepeden yapmışlar.'

Sonra onunla doğuya doğru gittik. Çok değil. Bir ilçelik mesafe kadar... Uçsuz bucaksız bir ova... Git git bitmiyor! Yol boyunca ona iki taraftaki yeni sürülmüş tarlalarda diz boyu kabartılmış yeni kavrulmuş ve çekilmiş kahve rengindeki taşsız toprakları gösteriyorum.

_'Görüyor musun, ne kadar bereketli topraklar? Türkiye'nin en verimli ovası, bu!' diyorum. Sanki biliyormuşum gibi bütün bunları, ona birer birer öğretiyorum.

O hiç konuşmuyor. Ben, özümdeki benle konuşuyor gibiyim. O sadece yanımda, solumda duruyor. Birlikte bir ilçeye geliyoruz. Genel olarak tek katlı yan yana dizilmiş, beyaz badanalı yerden evler; nadiren, en fazla iki veya üç katlı binalar ve daracık sokaklar... Bahçelerde meyve ağaçları... Bir evin bahçesine giriyoruz. Üç oda, yan yana sıralanmış... Her taraf bembeyaz... Odanın birindeki ocaklık bile... Üzerinde beyaz, ucu dantelli bir örtü... Sanki içinde hiç ateş yakılmamış, isten eser yok. ?Ne kadar temiz bir ev sahibi yaşamış burada ama evin hanımı artık yok.' diye düşünüyorum.

Bahçeye çıkıyoruz; ayrılmak üzereyiz, oradan. Bahçe kapısından, esmer, uzun boylu, yaşlı bir adam giriyor, bize doğru geliyor. Elinde, küçük bir toprak saksı; içinde, üç tane yemyeşil yaprağı olan bir bitki ekili... Bana uzatıyor:

_ 'Al bunu. Götür, memleketine, bak! Senin olsun.' diyor. Alıyorum. Sonrasını hatırlamıyorum.

Sabahleyin uyandığımda rüyamı anneme anlatıyorum, yormaya başlıyor:

Beş direk, beş ders... Eşofmanlar, sıkıntıların... Onlardan kurtulacaksın. Bayrakları açacaksın beşinden de. Beşini eylülde vereceksin. Kalenin burcundaki Türk Bayrağı, Osmanlı Devletiyle ilişkili... Osmanlı tarihinden tek derse kalacak, ondan da bayrağı göndere çekecek, geçeceksin!' diyor.

_ 'Peki ya kuzeye gidişim?'

_ 'Üniversiteye gideceksin. Kuzeye... Tarif ettiğin yol, Antalya'nın kuzeydeki tek ana çıkış yolu. Ortaya otobüsle falan gitmiş olmalısınız. Demek ki yolun açıldı.'

_ 'Oradan da doğuya gittik, uçsuz bucaksız ovalara...'

_ 'Oradan da başka bir yere gideceksin demek ki!'

_ 'Nereye?'

_ 'İlk gittiğin yeri bilsem, doğudakini de söyleyeceğimde... Bilmiyorsun ki!'

_ 'Sadece o ovanın, Türkiye'nin en verimli ovası olduğunu biliyorum. Anne, öyle bir toprağı var ki harmanlanmış adeta, kan atsan, can biter!'

_ 'Ne bileyim, ne ovası? Onu sen bileceksin. Rüyayı gören sensin. Kim bilir hangi ili gördün? Hangi tepeye kurdular topları, müdafaa için? Yaşayacağız ve göreceğiz. Zamanı geldiğinde rüyanı hatırlarsın, kendin yorarsın. Kur'anda:

'Biz onların gece gördükleri rüyayı, gündüz kendilerine yordururuz.' demiyor mu?

O kadar meal okudun. Bilmiyor musun? Rüyalar, Allah tarafından gösterilir. Olacak olaylarla bağlantılı mesaj niteliğinde olanları vardır. Bu rüyan da onlardan birisine benziyor. Hatta ta kendisi! Sakın unutma! Yaz bir kenara. Rüyaları genellikle unuturuz. Aslında belki günü gününe kaydetmemiz gerekir, daha sonra yaşadıklarımızla karşılaştırmak için. Allah'ın varlığının delillerindendir, rüyalarımız.'

Üniversite giriş imtihanı zamanı geldi. Ankara'yı tercih etmiştim. Hacettepe Tıp Fakültesi Kütüphane Binası'nda gireceğim. Amcamlar orada olduğu için Ankara'yı tercih etmiştim. Beni kim götürecekti. Babam ya da annem götüremezlerdi. Yalnız da göndermezlerdi. Ne olacağını düşünürken en küçük amcamın Ankara'da halletmesi gereken bir işi varmış ve zaten gidecekmiş. Allah tarafından Ankara'da işi çıktı da babam ona:

_ 'Yakup, sana yol paralarını, harçlıklarınızı da vereceğim, Semiray'ı sınava götürüver.' dedi.

_ 'Ağabey, zaten Ankara'ya gideceğim ben de. Nadir Ağabey ve Nihat Ağabey'ime de uğrayacağım. Götüreyim. Hem gidiş gelişim bedavaya gelir.' diye güldü.

Beraber yola çıktık. Aynı otobüste hep tanıdığım kişiler vardı. Çünkü zaten Antalya'da birkaç lise vardı ve yaşıtlarım ya mahalleden, ya ilkokul, ya ortaokul ya da okumakta olduğum liseden arkadaşlarımdı. Otobüs tutmaya gerek kalmadı. Çok kişi bir aradaydık. Aynı gün ya İstanbul'a ya Ankara'ya sevkıyat vardı. Eğlenceli bir yolculuk oldu.

Sınavdan önceki gün oradaydık. Üst kattakilerde misafir kız da aynı amaçla Kayseri'den gelmişti. Yengem onunla tanıştırdı. O zamanlar sadece bir tek üniversite hazırlık kitabı vardı. Onun kitabını ödünç aldım. Onlar Gençlik Parkı'na gezmeye gideceklerdi. Üç saat kadar sorulara hızlı bir şekilde göz gezdirdim.

Edebiyattan okul birincisiydim. Tam not alırdım. Okul birincisi bile altı yedi alırdı. Sürekli okuduğum ve çok bulmaca çözdüğümden, kelimelerle yakın arkadaştım. Coğrafyayla aram pek iyi değilse de atlasla arkadaşlığım kuvvetliydi. Gözümün gördüğünün resmini çeker, asla unutmazdım. Ezbere anlatılan tarih ve coğrafyadan hiçbir şey anlamazdım. O nedenle ders anlatılırken harita veya atlastan takip eder, olayı hayal âleminde canlandırır, film şeridi gibi hafızama kaydederdim.

Sınava gideceğimde gelin gibi süslenirim. Moralim iyi olacak ki başarılı olabileyim. Belki rahat bir kot pantolon ve tişört giymem gerekirdi ama ben, o beyaz tutkum ve sınava süslü gitme merakım nedeniyle kokteyl için dikilen mini etekli elbisemi giydim. Gözlerimi belirginleştirdim. Kirpiklerimi rimelledim. Belli belirsiz açık pembe bir ruj sürdüm. Saçlarım, yaratılıştan gür ve iri dalgalıydı. Ne yana tarasam o yana yatar, istediğim şekli alır, beni hiç uğraştırmazdı. Sol tarafı içe, sağ tarafı dışa kıvırarak taradım. Bir taraf karavel oldu.

Sabah erkenden evlerinde kaldığım Nadir Amcam ve beraber geldiğimiz küçük amcamla yola birlikte çıktık. O nedenle ulaşımda güçlük çekmedik. İmtihan salonunun önünde benim tam karşımda oturacak olan kısacık boylu, zayıf, çelimsiz esmer çocukla ayaküstü konuştum.

_ 'Ben yüksek matematik okuyorum. Sadece bölüm değiştirmek için sınava giriyorum.'

_ 'Ben ilk defa gireceğim.'

_ 'Edebiyat, sosyal ve İngilizcem hiç yok. Sadece aritmetik geometrim iyi... Ne yapacağım, bilmiyorum. Bölümün ne?'

_ 'Edebiyat... Yardım ederim ben sana.'

_ 'Üç metre masa... Sen bir ucunda, ben bir ucunda... Nasıl konuşacağız?'

_ 'Bak; bu başparmağım a, işaret parmağım b, orta c, yüzük d, küçük e... Tamam mı?'

_ 'Tamam. Anladım. Sen bildiklerini yap, matematiği bana bırak. Sonra değişelim.'

_ 'Sosyal, edebiyat ve İngilizce benden... İngilizceden özel ders aldım. Çok iyiyim. Merak etme.'

Sınav başladı. Kâğıtlar dağıtıldı. Sorular kolaydı. Edebiyat ve İngilizceden hepsini yaptım. Coğrafya ve tarihten bildiklerimi anında işaretledim, diğerlerinden iki mantıksızı eledim, kalanlardan en akla yatkınını işaretledim. Bir buçuk saatte bitti. O da harıl harıl yazıyor, problem çözüyordu. Biraz onu bekledim. Bu arada yaptıklarıma yalandan bir göz gezdirdim.
Nihayet başını kaldırdı ve bana kopya vermemi işaret etti. Ben de aynı yöntemle önce onun vermesini istediğimi bildirdim. 'Bir' dediğini dudak hareketlerinden anladım. Masanın üzerinde kapalı tuttuğu parmaklarından işaret parmağını açtı. 'İki' dedi ve küçük, 'üç' orta, 'dört' başparmak derken, tüm fen ve matematik sorularını verdi. Ben de ona Edebiyat sosyal ve İngilizce sorularının cevaplarını aynı şekilde verdim ve iki saatte çıktık.

Amcamlar kapının önündeydi. Terden eteğim ıpıslak olmuştu. Oturduğumuz sandalyeler marokendi. Bizimle çıkanların da arkaları ıslaktı. Onlar, yapamayarak kâğıdı boş verenlerdi. Küçük amcam, nasıl geçtiğini sordu. Çok iyi geçmişti. Allah, birbirimizin eksiğini birbirimize tamamlatmıştı ama o benden çok daha şanslıydı. Benim ona sağlamış olduğum fayda, onun bana sağlamış olduğunun tam üç katıydı. İlerde gelecek olan sınav sonuçları bu düşüncemi kanıtlayacaktı.

Aradan bir süre geçti. Sınav sonuçları gelmeye başladı. Arkadaşlar birer ikişer hayal kırıklığına uğradıklarını telefonla bildiriyorlardı. Telefonlar geliyor, üzüntülerini bildiriyorlardı. Ben de teselli ediyordum ama artık bana yarım düzinelik demez olmuşlardı. Ben onlara hatırlatıyor:

_ 'Ben yarım düzineliğim. Fakat kazanacağım, göreceksiniz. Çünkü siz okulun son zamanlarına doğru kitaplarınızı yırtıp parçaladınız. Bense cezalarımı önüme koyup, onlarla kozlarımı paylaşmaya başladım.

Gözlerim yollarda postacı bekliyordu. Sabahın sekizinden akşamüstüne kadar kapının önünde oturuyor, dolaşıyor, yollara bakıyordu. Nihayet, bir öğleden sonra bisikletiyle köşeyi dönüp, doğru bizim evin önüne geldi.

_ 'Semiray...' demeden, elindeki mektuba atladım ama vermeden önce:

_ 'Kazanırsan, müjdeme ne vereceksin? Bir Bafra alırsın artık!'

_ 'Tamam, ver!' dedim, açar açmaz havalara hopladım!..

_ 'İngilizce süperdi. Edebiyat da ona yakın... Sonra sosyal de idare ederdi. Matematik en düşüktü. Fakat toplam puan yeterliydi. Pek çok yere ön kayıt yaptırabilecektim. Sevinçle en yakın bakkala uçtum, sigarayı alıp verdim. O kadar sevindi ki pedala tüm gücüyle basıp, uzaklaştı.

Ankara, Adana, İzmir, İstanbul ve Bursa'daki üniversitelerden tam on altı üniversiteye ön kayıt yaptırdım. Her gün puanlar düşmekteydi. Günlük gazetelerden bu durumu takip ediyor, uygun bir yer arıyorduk. Sonra araştırdık ve Bursa'yı seçtik, en uygun il olarak. Aslında bize Bursa seçtirildi. İlerdeki olaylar, bunun böyle olması gerektiğini ortaya koyacaktı. Henüz her şey sır perdesinin arkasındaydı.

O yıl bir okul birincisi, istediği üniversiteye girebilme hakkını kullandı ve eczacılığı seçti. Bir arkadaş da üç yıllık eğitim enstitüsü Almanca bölümü kazandı. Sadece ben gidebilecektim ama altı dersim vardı. Bu olay, okulda sansasyon yarattı.

Annemin dediği oldu. Beş dersi eylülde verdim, Osmanlı Tarihi tek derse kaldı. Onu da verdim ve mezun oldun. Bir Ramazan akşamı, babamla birlikte kayıt için Bursa'ya hareket ettik. Sabaha karşı indik. Garaja en yakın bir otele, Sedir Otel'e girdik. Ben odamızda kaldım. Babam aşağı yukarı dolaştı durdu. Sabaha karşı o da biraz uyudu.

Sabah dokuz gibi otelden çıktık. İlk cadde olan Fomara'ya geldik. Etrafı tanımaya çalışarak yürüyordum, bir ara karşıma baktım ki ne göreyim? Rüyamdaki teller... Fakat uzakta... Beş değil, sayısı farklı ama beşte de giz var. Şaşkınlıktan caddenin ortasında yüksek sesle:

_ 'Baba, bak! Bu teller, rüyamda gördüğüm teller... İşte aynı böyleydi ama uçları çok yükseğe ve daha dik gidiyordu. Tellerin bağlı olduğu yeri göz göremiyordu. Sonsuzlukta kayboluyordu uçları. İlâhi âleme uzanır gibi...'

_ 'Teleferik, o.'

_ 'Biliyorum. Fakat ben böyle teller gördüğümde Bursa hiç aklımızda yoktu. Amcamlarda kalacak, Ankara'da okuyacaktım.'

_ 'Evet, nasip... Kısmet burayaymış demek.'

Biraz daha ilerledik. Üçgen şeklindeki bir yeşil alan vardı ortada. Ortasında küçücük bir cami vardı. Burası da çok önemli bir yermiş. Hayatımın en büyük derslerinden birisini aldığım iki katlı ahşap ev de tam karşısındaymış. O gün ve daha kim bilir kaç kere habersizce yanından geçip gittim, bir viranenin ve bir definenin daha farkında olamadan. Başımı kaldırıp, rüyamdaki tepeyi ve üzerindeki kaleyi ararken şaşkınlıktan dilim tutulacaktı! Sağ tarafta bir tepe, orada eski bir kule, tepesinde Türk Bayrağı vardı!

_ 'Baba baksana! İşte o bahsettiğim tepe! Gördün mü kuleyi? Bayrağı? Hani, 'Eskiden şehrin savunmasını buradan yapıyorlarmış.' dediğim... Demek ki o şehir burasıymış. Gerçekten oradan mı savunuluyordu acaba eskiden bu şehir?'

_ 'Bilmem ama mümkün. Ovaya hâkim bir yer orası. Gezer, bakarız. Şu kayıt işini halledelim!'

Sağa, Altıparmak Caddesi'ne saptık. Okul, biraz ilerdeydi. Babam, ayniyat memuruna, kaydımı yapması için evrakları bıraktı ve emeğinin karşılığını vereceğini söyledi. Sıraya girmedik, beklemedik, uğraşmadık. Şehri dolaşmaya çıktık.

İlk gitmek ve görmek istediğim yer, kule ve civarıydı. Çatalfırın'a doğru yürüdük. Sağdaki merdivenlerden çıkarak kulenin yanına gittik ki orada da beni büyük bir sürpriz bekliyordu. Burada bir türbe vardı. İçinde Osmanlı İmparatorluğu'nun kurucuları yatmaktaydı. Osman Bey ve Orhan Bey'in türbeleri vardı. Onları ziyaret ettik. Osmanlı tarihi dersini temsil edenler...

Kulenin dibine geldiğimizde oradaki topları gördük. Halen Ramazan aylarında bu toplar kurusıkı ateşlenmekteymiş. Sahurda, otelde duyduğumuz top sesleri buradan gelmiş. Önceden şehrin savunması buradan yapılmakta olduğu için bu tepe Tophane adını almış. Bir süre aşağıları seyrettik. O zamanlarda yapılan savaşları anlattı babam. Osman Bey'i, Orhan Bey'i anlattı. Şeyh Edebali'den bahsetti. O da büyük bir evliya idi belki ama benim aklım Tezveren Baba'daydı. Özüme onu soruyordum. Kimdi o? Nasıl bir şahsiyetti ki hürmetine edilen dualar kabule giriveriyordu? Mademki ölmeden önce ölenlerdendi ve şehitler gibi başka bir boyutta yaşamaya hak kazanmıştı, bir an önce açılsaydı, sır perdesi de görebilseydim onu, tüm canlılığıyla! Fakat Allah, olaylar için bir zaman sıralaması yapmıştı. Vakti geldiğinde saç kesilip, kucağına düşüyor, ancak o zaman yakından görebiliyordun gerçek rengini.

***
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ

04 Temmuz 2010 12-13 dakika 92 öyküsü var.
Beğenenler (1)
Yorumlar