Şaka

Işıl'ın bir ânı bir ânını tutmaz. Ya temelli susar, ya ağzı kapanmaz. Şimdi ağlarken beş dakika sonra, sanki hiç o değildir, gülmeye başlar. Kâh hıçkıra hıçkıra ağlar, kâh kahkahalarla güler.

Derin üzüntüsünü bastırmak için mi, ağlayınca acze düştüğünü düşündüğünden, bunu gurur meselesi yapıp, ne kadar güçlü olduğunu ispatlamaya çalıştığından mı nedendir bilinmez, özellikle uzun süre ağladığı zamanlarda, aradan çok geçmeden mutlaka bir sebep bulup, çılgınca gülmeye başlar.

Ya kabuğuna çekilip ruh gibi oturur, ya mazinin derinliklerinde kendisini kaybedip anlatır da anlatır, ya da akla hayale gelmeyecek şakalar, sınır tanımaz espriler yapar. Bir türlü ortayı bulamaz. Geriye gitmediyse, aklı fikri muzipliktedir. Genelde işi gücü, şeytan pabucu dikmektir. Ne kadar hinlik varsa ondadır.

Define'nin ayakkabıları, giyilemeyecek kadar eskimişti ve hem onlar kışlık, içi miflonlu, altı keçeli botlardı. Haziranın yarısını geçmiştik. Artık onlar giyilmezdi. Orçun, babalar gününe denk getirip, ona bir çift saman rengi süet, iki parmak topuklu, hafif, bağcıksız, yazlık ayakkabı hediye etti. Garibin ayakları bayram yaptı. Çünkü takatsiz bacakları o ağır botları taşımakta güçlük çekiyordu. Zaten bir ay önce düşmüş, sağ bileği burkulmuş, ameliyatlı dizi incinmiş, şişmişti; o nedenle topallamaktaydı. Yeni ayakkabıları giyince bahçede şöyle bir yürümüş:

- 'Oh be! Dünya varmış! Hay aklınla bin yaşa! Ne iyi ettin bunu! Yalnız sana zahmet oldu. Teşekkür ederim. Bayram çocuğu gibi yastığımın yanına koyup uyumak geldi içimden.' diyerek, ne kadar hoşuna gittiğini belirtmişti.

Yeşil'e giderken de, yeni olduğundan ayaklarının arkasını fena halde vurmuştu. Bahçede oturan arkadaşların yanına döndüğümüzde bu sıkıntısını dile getirdi:

_ 'Ya çocuklar, bu ayakkabılar etti bana edeceklerini. Ayaklarımın arkası kabardı, su topladı, yanıyor! Topuklara içten bir şeyler koysak da biraz yükseltsek mi acaba?'

_ 'Kâğıt mendil koyalım. Karton falan yok.' dedi, Mahir. Işıl da:

_ 'Dede, çıkar sen onları, ayakların şişmiştir senin. Şöyle şu boş sandalyeye uzat da lenf sistemi rahat çalışsın, şişliği biraz insin.' dedi.

_ 'Size karşı ayıp olmaz mı çocuklar?'falan dedi ama gözlerinin içi parladı.

Canına minnetti aslında. Çünkü hemen çıkardı ayakkabıları, koydu sağ tarafa, ayaklarını da o sandalyeye uzattı. İyi akıldı. Nasıl olsa kalabalıktık. Boş sandalye korkuluklardan taraftaydı. Masa örtüsü de örtüyordu. Kimse onun orada o şekilde oturduğunu göremezdi. Görse ne olacaktı? Yaşlı bir adamdı. Romatizmaları falan var zannederler, hoş görürlerdi. Hem artık güneşin etkisi azalmış, batmasına az kalmıştı. Yaklaşık yarım saat kadar sonra hava kararmaya başlayacaktı. Uzun bir yolumuz vardı. Fırsattan istifade, birazcık dinlendirdiği kârdı.

Işıl, bana, ben Mahir'e, Mahir Neşe'ye fısıldadık. Kulaktan kulağa herkese haber gitti. Dede, masanın baş tarafında oturuyordu. Solunda boş sandalye, sağında Orçun vardı. Neşe Duygu'nun, o da Orçun'un yanında oturuyordu.

Ayakkabının tekini saklayacaktık. Onu almak, Orçun'a düşüyordu. O, çok sevmezdi böyle şakaları ama oyunbozanlık yapmak istemedi, yavaşça sol elini uzattı ve ayaklarının yanında duran ayakkabının sağ tekini aldı, arkadan Duygu'ya uzattı. O, sol eliyle alıp, masanın altından sağ eline geçirdi ve Neşe'yi atlayıp, Mahir'e, o da benim sandalyemin arkasından fikir anası Işıl'a verdi.

Işıl'ın çantasında bir ben eksiktim! Okul çoktan tatil olmasına rağmen; defter, kalem, silgi, şiir müsveddeleri, makyaj çantası, cüzdan, tarak, toka, çakı, poşet, mendil, tırnak makası, cımbız, ayna gibi nesnelerin yanı sıra, akla hayale gelmeyecek şeyler dahi olabiliyordu. Gerçi benim çantamın içindekiler de onunkinden farksızdır da, öyle valiz gibi kocaman değil, yarısı kadardır.

Valizimsiyi masanın altında yavaşça açtı ve içinden buruşturulup kıvrılarak hacmi küçültülmüş bir poşet çıkardı. Ayakkabıyı ona koydu ve çantaya indirip, fermuarı çekti.

O sırada, önünde ?Çanakkale Meslek Lisesi' yazılı bir gezi otobüsü gelmiş, bahçe bir anda liseli öğrencilerle dolmuştu. Maksatları, oturup bir şeyler içmek değil, sadece buradan Bursa'nın görünümünü seyretmek ve resim çekmekti. O nedenle korkuluklara doğru ilerlediler ve bir süre aşağıyı seyrettiler. Güneş batmadan resim çekme telaşındaydılar. Bir grup da dedenin sağ tarafından yanaştı. Beş dakika kadar sonra geldikleri gibi otobüslerine doluşup, Emir Sultan'a doğru gittiler.

Bu defa konu futboldu ve Beşiktaş, Fenerbahçe, Galatasaray tartışılıyordu. O kadar hararetli bir konuşma vardı ki erkeklerin hiçbiri etrafla ilgilenecek durumda değildi. Kızlar, aralarda kaldıkları için kendi aralarında konuşamıyor, biraz sonra olacakları hayal edip, işaretleşerek eğleniyorlardı.

Karnımız acıkmaya başlamıştı. Akşam, Romans Aile Çay Bahçesi'nin arkasındaki İnegöl Köftecisi'ne gidecektik. O leziz köftelerin içine karbonat ilave edildiği kesindi de o kokuyu veren otun adı neydi, bilmiyorum. Bu tür şeyleri devlet sırrı gibi gizliyorlardı. Kızlarla, karşıdan karşıya, sessiz film oynar gibi yemeklerden bahsediyorduk. Ne zaman acıksak, yemek tariflerine başlardık.

Güneş sararmış, kızarmış, batmak üzereydi. Bursa, gerçekten her haliyle bambaşka güzeldi. Çok geçmeden karanlık inmeye, evlerin ışıkları, sokak lambaları birer birer yanmaya başladı. Nihayet hatlar silindi, sadece sarı ve beyaz ışıklar, ateşböcekleri gibi yanıp sönen, hareketli araba farları kaldı. Bir yarım saat kadar da şehrin bu halini seyrettik. Bizimkilerin maç sohbetleri nihayet sona erdi. Acıktıklarını fark ettiler. Mahir:

_ 'Yavaş yavaş kalksak?' dedi. 'Ben acıktım.'

_ 'Doğru İnegöl Köftecisi'ne!' dedi Orçun.

Herkes yerinden kalktı, birbirine bakarak. Hepimiz, dedenin ne yapacağının merakındaydık. Ayaklarını yavaş yavaş indirdi ve sağ eliyle yeri yoklamaya başladı. Ayakkabının sol tekini aldı, giyerken:

_ 'Bir teki nerede bunun? Hey, çocuklar, bakın bakayım şuna, nereye gitmiş?'

_ 'Nereye gidecek dede? Ayakları mı var onun? Oradadır. İyice baksana.' dedi, Işıl.

_ 'Karanlık da değil. Olsa burada olacak. Biri var, biri yok. Çok biliyorsan, gel de sen bak!'

Hepimiz eğildik; arar gibi yerlere bakmaya, etrafa bakınmaya başladık. Bir taraftan da: 'Nereye gider bu?' 'A a, gerçekten de yok!' 'Birisi mi aldı acaba?' 'Tek bir ayakkabı kimin işine yarar ki?' 'Arkadaşlar, bakın, sakladıysanız çıkarın.' 'Böyle şaka olmaz. Eşek şakası bu!' 'Saklamadınız dediği mi?' 'Belki de başkası aldı.' 'Neden alsın? Tek ayakkabıyı ne yapacak? Arabasına mı asacak?' 'Koca ayakkabı... Bebek patiği mi bu?' 'Assa, önünü göremez!' 'Ya kokusu?' 'Acaba korkuluklardan aşağıya mı düştü? Bir bakın bakalım.' 'Aşağıya düşemez. Arada yükseklik var. Ancak birisi kaldırıp atarsa, düşebilir. Yoksa mümkün değil.' ' O da olmayacağına göre...'

_ 'Bırakın çocuklar, gidelim. Sakladıysanız, halime bakıp, insafa gelir de çıkarır, getirirsiniz. Yok, saklamadıysanız, o gezi otobüsüyle gelen kafileden birisi aldı.'

_ 'Ne yapacak, dede? Bursa hatırası olarak mı saklayacak?' dedi Akif.

_ 'Ulan, ne kadar da hoşuma gitmişti! Eh, ne yapalım, nasip değilmiş giymek. Hadi, yürüyün! Böyle de giderim ben.' diye devam etti.

Zaten aksak yürüyordu, bir ayağında ayakkabı, bir ayağında çorap; topallaya topallaya başladı yürümeye. Çay bahçesinden çıkarken millet yerlere yatıyordu, gülmekten! O hiç bozuntuya vermiyor, gülemiyordu da üzüntüsünden. Yerler çakıllı, ayaklar bir sağa, bir sola... Arada oflamalar... Çok yürümediği için incelen ayak tabanına taşlar battıkça söylenmeler...

Yola çıkınca iş değişti. Yokuşta bir ayakta iki parmak topuklu ayakkabı, diğeri yalın... Baktı ki dengeyi bulamıyor, olmayacak; diğer tekini eline aldı. Bir süre de sadece çoraplarla yürümeye devam etti. Sonra sol elinde sallaya sallaya götürdüğü ayakkabı tekiyle ne kadar komik olduğunu düşünmüş olacak ki:

_ 'Ulan, madem teki yok. Olsaydı şimdiye kadar gelirdi. Bu bir teki ben ne yapacağım? Orçun, evladım, kusura bakma. Bana nasip değilmiş. Giyemedim.' diye sol elindeki sol teki sağ eline aldı ve atabildi kadar uzağa fırlattı.

_ 'Atma dede. Hatıra olarak saklarız. Ben götürürüm. Bahçeye asarız. Baktıkça bu günü anımsar, güleriz.' dedi, Mahir:

_ 'Gülün siz gülün! Tabi sizin ayakkabılarınız var.'

_ 'Dedeciğim. Biraz bekle. Camiden bir çift takunya alıp geleyim. En azından ayaklarına taşlar batmaz.' dedi Akif.

_ 'Oğlum, siz benimle kafa mı buluyorsunuz? Ben Bursa caddelerinde takunyayla gezecek adam mıyım?'

_ 'Tıkırık tık! Tıkırık tık!' dedi Neşe.

_ 'Dede, senin bacakların eğri miydi? Sonradan mı oldu? Çarpık duruyor da...' dedim.

_ 'Sen de o ayakkabıları çıkar, eline al da, bak bakalım, taşlar battıkça ne olacak? Skoda olursun.'

_ 'Gençliğinde çok futbol oynamış da... Öyle değil mi dede? Futbolcuların öyle olur da...' dedi Akif.

_ 'Yürü ulan, kafa bulma benimle! Hadi, işine bak sen! Bak postaneye geldik. Burcu'ya bir telefon aç da hasret gider, hadi!'

Masadan kalktığımızdan beri katıla katıla gülüyorduk. Kimimiz dizlerine, kimimiz birbirlerine vurarak... Hayatımda o kadar güldüğümü hatırlamıyorum. Gülmekten nefes alacak halimiz kalmadı! Karnımıza ağrılar girdi! Açlığımızı falan çoktan unuttuk. Ah, bir kamera olacaktı da olayı başından sonuna kadar çekecekti!

Mahir yavaşladı, biz ilerledikçe geride kalan ayakkabı tekini aldı, arkasına sakladı. Tabi Define oflayıp puflamakta, topallamakta... Setbaşını geçtik, Heykel'e geldik, Işıl:

_ 'Dedeciğim. Ben yanlışlıkla poşete koymuşum da çantama indirmişim. Buradaymış. Bak!' diye sağ teki poşetle ona uzattı ve kaçtı. Define bir anda kızgınlığını unuttu ve sevinçle aldı, sağ eliyle poşetten çıkardı ve ayağına giymeye davrandı ama aklına geldi:

_'Ne işe yarar artık bu? Ötekini attım ya.' dedi ve onu da heykelin bulunduğu bahçedeki çimenlere fırlattı.

Bu olay üzerine arkada kalan ve yavaş yavaş gelmekte olan Akif, biz epey ilerledikten sonra, onu da hissettirmeden alıp getirdi. Karşıya geçtik ve tam Romans Aile Çay Bahçesi'nin önüne geldik ki Mahir ve Akif, iki teki birden dedeye uzattı. Define, pabuçların birini bir eline diğerini öteki eline alır almaz peşlerine düştü! Yakalasa kafalarına geçirecekti. Sonra nefes nefese durdu, bahçe duvarının dibine çömeldi. Kirlenen, belki de delinen çoraplarını çıkarıp, ayaklarının altlarını silerek, ayakkabıları giydi. Eşeğini kaybeder de bulunca nasıl sevinirse insan, işte aynı öyleydi. Arkasının vurmasına dahi aldırdığı yoktu:

_ 'Dede, çorapları katla da topuklarının altına koy.' dedi Işıl. 'Ayakların yükselsin de yaralı yer yukarıda kalsın, acımasın!'

_ 'İyi akıl, köftecide yaparım ama sen gözüme görünme!' dedi Define, son derece kızmış gibi görünerek.

***
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 29

05 Haziran 2010 10-11 dakika 92 öyküsü var.
Beğenenler (3)
Yorumlar