Saklı Deniz Ülkesi

'Arel uyan! Uyan Arel, sabah oldu!'
Bu kupkuru sesin sahibi annemdi. Kapıdan seslenip tekrar mutfağa dönmüştü.
Annemi daha fazla bekletmemek için hemen yerimden doğruldum. Yatağımın başucunda her zamanki yerinde sadık bir dost gibi beni bekleyen tekerlekli sandalyeme baktım. Kendimi bildim bileli tekerlekli sandalyem başucumda durur. Onun hayatımdaki varlığı bana güven veriyor. Bacaklarım doğuştan felçli.
İki ayağının üstünde durabilmek nasıl bir duygu hiç bilmiyorum. Ben ayak seslerini çok severim. Bazen kapının önünde durup, gelip geçenlerin çıkardıkları ayak seslerini dinlerim. İnsanlar, kimi bir yere yetişme telaşıyla aceleci, kimi yorgun yılgın tekdüze, kimi sinirli, kimi sitemli, kimi alabildiğince huzurlu ve mutlu ayak sesleriyle geçip giderler önümden. Ama ayaklarının bana anlattıklarından hiçbirinin haberi olmaz asla.


İnsanların ayakları konuşur aslında. Hepsinin dilini anlarım. Nedense en çok koşan çocukların ayak sesleri hüzün verir bana. Gökyüzüne havalanan binlerce neşeli kuşun kanat sesleri gibi yankılanır kulaklarımda. O ayak seslerinin sahipleri belki de sahip olduklarının önemini asla bilmeden büyüyecekler.
Benim ayaklarım hep suskun kalacak ama olsun, benim tekerlekli sandalyem var. Onun çıkardığı gıcırtı sesleri benim de hayatın içinde olduğumu anlatıyor bana.



Annem tekrar geldi kapıya. Bu defa seslenmek yerine içeri girdi. Her zamanki mutsuz yüzü, bugün daha bir solgun görünüyor sanki. Sonra aynı mutsuz ifadeyle pencereye yürüdü. Önce sımsıkı kapalı olan perdeyi, sonra da, 'Oda havasız kalmış,' diye söylenerek pencerenin iki kanadını açtı sonuna kadar.
Balıkçı kasabası huzur veren dinginliğini, kendine has yosun ve balık kokularıyla dolduruvermişti odamın içine.



Eskiden annemin bana, 'Arel!' diye her seslendiğinde içimde bir yerlerde denizler kabarır, martılar havalanırdı. Lirik bir şarkı gibi gelirdi annemin sesi. Sesinin tınısı yankılı berrak bir çağıltı bırakırdı kulaklarımda. O konuşunca hiç susmasın isterdim.
Güzeldi benim annem, nazenin duruşluydu. En çok özgür bıraktığında severdim kahverengi saçlarını. Topuzunu çözmeyegörsün, tutsaklığından kurtulan saçları ışıl ışıl, dalga dalga, şelale gibi dökülürdü beline. Onu görseniz denizkızının efsanelerden kaçıp bizim eve sığındığını düşünürdünüz. Nefesim kesilirdi ona bakarken. Gözlerinin içine okyanusları hapsetmişti sanki. Öyle derin bakardı ki mavi gözleri; o gözlere uzun uzun bakarken beni bilmediğim derinlere çekeceğini düşünürdüm. Huzur veren gülüşünü güneşe benzetirdim. Sıcak ve aydınlık gülerdi benim annem. Güldükçe güzelleşirdi yüzü, güldükçe yediveren gülleri açardı gamzeleri. Ruhunun aynası çiçek desenli cıvıltılı renkleri olan elbiseler giyerdi üzerine.



Nicedir eski güzelliğini yitirdi annem. Zamanından önce kırlaşan saçlarını kısacık kestirdi. Artık gülmüyor. Gerekmedikçe de konuşmuyor kimseyle, benimle bile. O konuşurken dinlediğim lirik şarkı çok zaman önce sustu. Üzerine giydiği elbiselerin rengi pastele döndü, tıpkı gözünde solarak matlaşan hayatı gibi. Deniz gözleri karardı. Nicedir büyük bir acı dalgalanıyor derinlerinde.
Ne zaman anneme baksam çırpınan karanlık bir acıyı görüyorum gözlerinde. Salt o acıyı görmemek için çoğu zaman başımı başka yöne çeviriyorum. Sanki babam giderken, anneme ait tüm güzellikleri de yanında götürdü.
Aşk mıdır insanı güzel kılan?
Annem o sabah babamı uğurladığı limanda bıraktı güneş gülücüklerini.



Annemle karşılıklı susarak yaptığımız kahvaltıdan sonra her zamanki gibi tekerlekli sandalyemle sokağa çıktım.
Yaşadığımız balıkçı kasabasını çok seviyorum. Arnavutkaldırımı döşeli çarşısında ve dar sokaklarında dolaşırken buldum kendimi. Yeşil, mavi, sarı renge boyanmış iki katlı taş evlerin sıra sıra dizildiği inişli yokuşlu, dolambaçlı yollarında dolaşmak benim için zor olsa da pek aldırmıyorum. Saksılarından rengârenk begonyaların, sardunyaların sarktığı balkonlarında kâh dalgın dalgın sokağı seyreden beyaz tülbentli yaşlı teyzelerle selamlaşıp kâh kapı önlerinde kıkırdayarak birbirlerine sevdalılarını anlatan genç kızları kızdırarak ilerliyorum. Hepsi de beni çok seviyorlar.


Top oynayan mutlu oğlan çocukları yine içimi acıttıklarından habersiz kendi oyunlarına dalmışlar.

Kasabanın denize bakan burnundaki sur kalıntıları arasında açan akşamsefası kadar hüzün kokuyor bugün rüzgâr. Buraya geldiğimi kimse bilmiyor. Babamın balığa çıkıp bir daha dönmediği o günden beri hep buraya geliyor, saatlerce bekliyorum. Bir gün deniz onu geri verecek biliyorum.



Annem kumsalda yine aynı yerinde duruyor. Bilmem kaçıncı gündür inatla bekleyen annem, benim kendisini kuşbakışı seyrettiğimden habersiz. Bulunduğu kıyıda milim kıpırdamadan gözünü denize dikmiş, balığa çıkan ve bir daha geri gelmeyen sevdiği adamın dönüşünü bekliyor. Uzaktan yaklaşan her teknede heyecanla yerinden fırlıyor. Teknenin babama ait olmadığını anlayınca da bir öncesinden daha büyük bir kederle yığılıyor olduğu yere.



Oysa birkaç ay önce ne çok mutluyduk. Mütevazı evimizde kahkaha sesleri hiç eksik olmazdı.Eski bir balıkçı teknemiz vardı. Babam sık sık bu tekneyle denize açılır ve ağlarıyla kısmet çekerdi. Ağlara dolanan balıklar bizim kısmetimizdi. Bazen tekne tıka basa kısmetle dolu yanaşırdı limana. O zaman babam bir başka coşkulu sarılırdı kıyıda bekleyen anneme. Sonra da beni kucağına alıp havalara fırlatarak kutlardı zaferini.



Annemse babamın her balığa çıkışını ilk defa ayrılıyorlarmışçasına hüzünlü bir seremoniye dönüştürür, dönüşünü ise ilk kavuşmalarıymışçasına mutluluk gözyaşlarıyla taçlandırırdı. Kocasını mutlaka limandan uğurlar, dönüşüne kadar da evimizin küçük bahçesinde yetiştirdiği sebzeleriyle uğraşarak, yemek pişirerek ve benimle ilgilenerek zaman öldürürdü. Zaman öldürürdü diyorum zira şimdi geçmişe dönüp düşündüğümde çok iyi görebiliyorum bunu. Annem için yaşam babam balığa çıktığında duruyor, babamın eve döndüğü anlarda kaldığı yerden devam ediyordu.



Burunun tam ucunda durmuş babamın adını 'Mavi Sevdam' koyduğu balıkçı teknesinin dalgaların üzerinde yalpalayarak kıyaya yanaşacağı anı bekliyorum. Ceplerim kumsaldan topladığım denizyıldızı ve istiridye kabuklarıyla dolu. O istiridye kabukları ise tıka basa hayallerimle.



Bir istiridye kabuğuna kocaman bir gemiyi sığdırdım bugün. Büyüyünce onunla denizlere açılacağım, hatta okyanuslara. Okyanus diplerinde mercan bahçelerine ulaşıp mercanların arasından en güzellerini seçeceğim. Kırmızı mercan kolye anneme çok yakışır. Dünyanın en iri inci tanelerini de bulup getireceğim anneme.



Cebimdeki diğer istiridye kabuğunun içinde bir denizkızı uyuyor, tıpkı annem gibi deniz bakışlı. Gece uyumadan önce istiridye kabuğunu açtığımda denizkızı uyanıp bana okyanusun derinlerindeki Saklı Deniz Ülkesi'ni anlatıyor. Kötülerin ulaşmaması için etrafı görünmezlik surlarıyla örülüymüş. O surların içini ancak yüreğinde bir zerre bile kötülük taşımayanlar görebilirmiş.
Ben kötü değilim.



Of, hadi itiraf edeyim aslında o kadar da iyi sayılmam. Ahmet Amca'nın bahçesindeki o çiçekleri anneme vermek için ben yolmuştum. Çiçekleri görünce önce nasıl da sevinmiş, sonrasında nasıl da çatmıştı kaşlarını. 'Nereden buldun? Bunlar kır çiçeği değiller, kesin birinin bahçesine girdin sen!' diye azarlamıştı beni.
'Neden çiçeklerin bir sahibi olsun ki? Çiçekleri Allah baba çocuklara hediye etmişti hani? Neden çitlerle çeviriyorlar dünyayı? Neden bölüp parçalıyorlar yeryüzünü? Çiçekleri niye hapsediyorlar bahçelere? Oysa tüm çiçekler özgür olmak istemezler mi, tıpkı benim gibi?' diye sormak istedim. Ama asla duymak istediğim cevabı alamayacaktım annemden. O nedenle sustum. 'Amacım senin güneş gülücüklerinle ısınmaktı...' demedim, diyemedim. Başkasının bahçesinden çiçek aşırmamın üstüne bir de anneme yalan söyledim.



Ha, aşırmak deyince aklıma geldi. Bir defasında bakkal amca görmeden şeker çaldım. O tam arkasını dönmüş raflara mal diziyordu. Beni görmedi. Doğrusu bu başarım içimde farklı bir heyecan yarattı. Köşe başında suç aleti ellerimle şekeri ağzıma attığımda damağımda eriyen şekerle birlikte suç delilini de ortadan kaldırıyordum. Ve de kendimi kötü hissetmek yerine damağımda eriyen şekerin tadını çıkartıyordum. Ne yapayım, o da bir kerecik olsun param olmadan bir şeyler verseydi.



Para denilen şey neden yeterince yok herkeste? Babam bir keresinde, 'En çok para, para babalarında olur,' demişti.



Ben hiç para babası görmemiştim. Meğer paranın da babası varmış. Kâğıttan bir sürü para yaptım. Yaptığım tüm paraların babası olmuştum ama bakkal amca alay etti benimle. Öyle kolay değilmiş bu işler.
Neden ki? Para dedikleri de kâğıttı işte.



Geçen gece denizkızı bir şey daha söyledi bana. Onun ülkesinde para yokmuş. Kimse tanımıyormuş parayı. Saklı Deniz Ülkesi'nde yaşayanların yürekleri sevgi, cepleri de ağzına kadar mutluluk doluymuş. Hem orada bacaklarıma da ihtiyacım yokmuş. Ben büyüyünce bu denizkızıyla evlenip Saklı Deniz Ülkesi'nin kralı olacağım.



Bu denizkızı yalan mı söylüyor ne?
İşte bugün de gelmedi babam. Denizle anlaştığını söylemişti oysa. Babamı geri verecekti bana. Ey rüzgâr, sen bari denize söyle. Babam dönsün artık. Çünkü ben annemi çok özledim.



Acaba ben büyümeyi beklemesem de şimdi mi gitsem Saklı Deniz Ülkesi'ne? Belki annemin kaybettiği güneş gülüşünü bulurum derinlerinde. Bunu daha önce neden düşünmemiştim ki?



İşte annem ayrılıyor kumsaldan ona görünmeden gitmeliyim.
Yüreğimde binlerce ayak sesi yükseliyor, mutlu ayak sesleri. Çok mutluyum, çok mutluyum. Tekerlekli sandalyemi zorlanarak çıktığım tepeden son hızla aşağı sürüyorum. Denize doğru kanatlandım mı ne? Uçuyorum adeta.
Annemin güneş gülüşü denizin üstünü boydan boya kaplamış, ışıl ışıl beni çağırıyor.
'Arel... Areeelll...'


24 Mart 2013 Braunschweig

15 Ağustos 2013 9-10 dakika 3 öyküsü var.
Beğenenler (2)
Yorumlar (1)
  • 10 yıl önce

    Biraz hüzünlü, ibretlik bir hikaye. Bu durumda çoğu anne evladını bir şekilde avutuyor avutmasına da o da bir yere kadar. Çocuk iyice büyüyünce acı gerçeği öğreniyor. Hikayelerinizin her zaman takipçisiyim. Daha çok paylaşmanız temennisi ile sevgi saygı...👍