Salıncak

Giritli Mahallesi'nde, deli deli koşarken, babalarının bisikletlerine binerken, duvar tepelerinde gezerken, ağaç başlarında meyve araklarken düşen çocukların kolları, bacakları kırılıyordu. Bazen de arkadaşlarının attıkları taşla ya da darbenin etkisiyle düştüklerinde... Zaten üç yaşındayken sağ kolum kırılmış, acısı babamın yüreğine oturmuştu:

_ 'Semiray! Sen badem ağacına salıncak kurdurtmuşsun, Şermin'e. İyi de... O tahtadan bir kayarsan? Düşersen? Ağacın altındaki kayalara başın gelirse? Ne olur? Bir düşün, bakalım.' diyordu.

Ben Şermin'e, ablama badem ağacına salıncak kurmalarını söyleyip duruyordum. Badem ağacı bana Bağdemağacı'ndan gelen Parlamento'yu anımsatıyor, bir yerimi kırma olasılığını düşünüyordum ama sallanmak o kadar çekici ve vazgeçilmezlik özelliği taşıyordu ki o riski göze alıyordum.

Bir an önce kurulması için çırpınıyordum. Şöyle, havalara uça uça sallanmak istiyordum. Bebekliğimden anımsadığım, beni doktorculuk oyununda muayeneden kurtaran sallanmanın rahatlığını doya doya yaşamak...

Bizim bahçemizdeki ağaçlar yeni dikilmişti. Muşmula, erik, iğde, portakal, limon, greyfurt, incir gibi meyve fideleriydi. Üç tane de andız fidesi vardı, onların dalları kolları yoktu. Küçüktüler. Salıncak kurmaya müsait bir yerimiz yoktu, içeride de dışarıda da. Oysa ben, Karal'oğlu Parkı'ndakiler gibi büyük bir salıncak istiyordum. Hatta ondan da büyük...

Çamaşır urganını kaptığım gibi arka sokaktaki Selmaların bahçesindeki badem ağacının dallarına tırmanıyordum. Annem baktı ki olmayacak, salıncak için kalın bir urgan aldırttı. Marangoza, oturabileceğim kadar, yirmi beş santim eninde, elli santim boyunda bir tahta kestirtti. Dört köşesini matkapla deldirtti. Urganı ikiye ayırdı, dört ucunu bu deliklerden geçirerek bağladı. Düğümler, deliklerin altında kaldı. Şermin'e verdi. O da, onların badem, beni çağla dediğim ağaca çıkıp, diğer dalların engellemeyeceği ve rahatça sallanabileceğim şekilde oraya bağladı.

Fırsat buldukça, soluğu orada alıyordum. Ben yokken kim binebilirse... Geldim mi inecek! Salıncak benim. Ağaç başkalarınmış, bana ne? Hem mahallenin muhtarıyım, hem sokakların. Dövmesini de öğrendim. Taş atmasını da...

Uçurun beni! Sallayın! Ayaklarım dallara değsin! Haydi! Havalara! Bulutlara!..

Akşam olunca bitiyordu, canımdan çok sevdiğim oyun. Dört duvarın içine tıkılıyordum, herkes gibi... Bir can sıkıntısı ki sorma gitsin!..

Oyalanacak bir şey arıyorum, ampulün sarı ışığıyla aydınlanan beyaz badanalı duvarlar arasında. Okumayı bilmiyorum ki elime bir kitap alayım da diyar diyar dolaşayım. Radyoda çocuk saati yok, akşamları. Sadece cumartesi günleri, on yedide... O da hem canım oyunumu bölüyor, akşamüstü tam oyun kızıştığında hem de hemencecik bitiveriyor.

Elimde bir resim defteri, babamın dizinin dibinde:

_ 'Bana resim yapmayı öğret! Hadi, n'olursun!' diye mızırdanıyordum.

_ 'Aç bakalım defterini! Oraya, senin sallandığın ağacın resmini yap. Salıncağını, yerdeki taşları da yap. Bir de kendini... İp kopmuş, tepetakla düşmüşsün. Kafan taşlara gelmiş. Parçalanmış... Kan revan içindesin... Haydi bakalım bu resmi yap, boya, bana getir!' dedi.

_ 'Gözümün önünde bağdem ağacı... Bağdemağacı'ndan gelen Parlamento da gözümün önünde... Kol kırılırsa, alçıya alınır; kafa kırılırsa, ne olur?'

Resmi yaptım, boyadım, gösterdim:

_ 'Aferin! Bak, düşersen, böyle olursun! Her gün ipi kontrol et. Yavaş sallan! Yerdeki taşları temizlettir. Ne olur, ne olmaz! Bu resmi hafızana nakşet! Sallanırken hatırla! Tamam mı? Sana nasıl resim öğreteyim ben? Gayet güzel bir kompozisyon... Okula gidenlerden iyi yapmışsın. Allah vergisi bir kabiliyet!' dedi.

Resmi yaparken olay yerine gidiyorum. Kâğıdın tamamı, ağaç ve altı... Güzelim çağla ağacını çizerken, boyarken, dallarında sallanmayı, havalara uçmayı tasavvur ediyorum. Gökyüzünü boyuyorum, açık maviye... Sapsarı bir de güneş çevresi ve ortasında portakal rengi güneş... O mutlaka olmalı, mutluluk resimlerinde. Gülümseyerek parlamalı. Değil mi ya?

Her kalem oynatışımda ve her fırça darbesinde resmin içine girip, resmetmekte olduğum olayı yaşıyorum. Çizdiğim çizgilerle kurduğum salıncakta çılgınca sallanırken, ağacın altında beni bekleyen tehlikelerden en büyüğünü düşünüyorum. Oraya, salıncağın altına kocaman bir kaya çiziyorum. Kaya, halamın oğlu... Kocaman taşla onun arasında bağlantı kurmaya çalışırken, onu beyaz suluboyaya batırdığım fırçayla boyayıp, mermer görüntüsü vermek için kullanılan siyah renge birazcık değdirip, gölgelendiriyorum. Eğri büğrü olmasını sağlıyorum.

_ 'Kaya, kaldırabileceğimiz taşlardan büyük olur, değil mi?'

_ 'Evet. Kocaman... Hatta yere çakılı... Yarısı toprağın içinde falan...'

_ 'Halamın oğluyla ne ilgisi var? Ona neden ?Kaya' adını koymuşlar? O, şimdi böyle mi sanki?'

_ 'Kaya gibi sağlam, güçlü kuvvetli anlamında...'

Hem gazetesini okuyor hem bana cevap veriyor, bekletmeden. Bizi susturan bir baba olmadı. Kendi rahatını düşünen, evde kafasını dinlemek isteyen babalar gibi:

_ 'Dur, sus, otur, yapma, etme!' demedi. Annem bize:

_ 'Gürültü etmeyin! Çok konuşmayın!' dediği zaman:

_ 'Bırak, konuşsunlar! Susturma çocukları! Ben konuşan, tartışan, hakkını arayan güçlü karakterli fertler yetiştirmeye çalışıyorum. Sınıfımda da susturmuyorum çocukları. Kişiliklerini baltalama! Konuşma hürriyetlerini gasp etme! Asla!' derdi.

Bazen de arkasından susturulanlarının ileriki yaşamlarında nasıl kişiler olduklarını, ezik büzük, sümsük, itilen kakılan, hakkını arayamayan ya da iki lafı bir araya getiremeyen zavallılar haline geldiklerini örneklerle anlatırdı. Bir tez ortaya attıysa, mutlaka ispatlamaya uğraşır, aksi halde rahat edemezdi. İddiacı bir tipti.

Sonra ipin aniden kırıldığını, tepe takla düştüğümü, kafamın tam da bu kayaya çarptığını ve kırıldığını hayal ediyorum. Acısını içimde hissederek kendi resmimi yapıyorum. Kafam kanlar içinde!.. Taştan kanlar sızıyor, yerlere kadar... Çimenler de kan rengine boyanmış...

Resim bitiyor ama ben de bitiyorum. Manzara korkunç! Eğitimcilik bu olsa gerek. O kadar tema varken, olması muhtemel olaya dikkat çekmenin en iyi usulü... Hem benim arzum gerçekleşiyor, bana resim yapmayı öğretmiş oluyor, bir kompozisyonu işleterek, hem de onun uyarısı resmediliyor ve beyne nakış nakış işleniyor.

Babam, ileriki yıllarda sözlerin bir kulağımdan girip, bir kulağımdan çıkması, fakat gözümün gördüğünü asla unutmayışımın temelini atmış oluyor. Öğrenme usullerinin en sağlamıyla tanıştırıyor beni. Bir akşam yemeğinden sonra evimizde yaşadığımız, sıradan gibi görünen bu muazzam olayla, daha sonraki öğrenim hayatımda, tahtaya dikkat, haritayla arkadaşlık, sözlükle dostluk, olayları ve kişileri gözlemleme alışkanlığı kazanmama zemin hazırlamış oluyor.

Bir gece de şiir öğrenmek istediğimi söyledim. Babam, ablamı görevlendirdi. Bu defa ablamın etrafında dört dönmeye başladım. O da bana Arif Nihat Asya'nın Bayrak isimli şiirini söylemeye başladı. O kadar içten, öylesine duyarak okuyordu ki bu şiir içime işledi:

_ 'Ey,mavi göklerin beyaz ve kızıl süsü,
....Kız kardeşimin gelinliği, şehidimin son örtüsü!
....Işık ışık, dalga dalga bayrağım,
....Senin destanını okudum, senin destanını yazacağım.'

_ 'Abla, ezberleyemiyorum. Söylediklerinin sırasını aklımda tutamıyorum. Boşuna okuma. Önce nasıl ezberleyeceğimi söyle.'

_ 'Aklına masmavi bir gökyüzü getir. Beyaz ay yıldızlı, kırmızı bayrağımızı... Ben senin kızkardeşinim ya... Bir de benim gelinliğimin bayrak olduğunu ve onun da şehidin üstüne örtülmüş olduğunu... Işıklar çıksın bayraktan. Dalgalansın... Gözünün önünde canlandır. Destan satıyorlar ya kapıya gelip... Üzerinde şiir yazılı bir kâğıt hayal et. Bayrak destanı okuyor ve yazıyorsun. Tamam mı? Söylediklerim aklında kaldı mı?'

_ 'Hayalimde canlandı. Bir daha oku şimdi. Nasıl sıralayacağımı öğrendim.'

_ 'Sana benim gözümle bakmayanın
....Mezarını kazacağım.
....Seni selamlamadan uçan kuşun
....Yuvasını bozacağım.'

_ 'Burada bayrak gönderde dalgalanıyor. Ona bakıyorum. Kötü gözle bakan birisi var. Bayrak direğinin altına onun mezarını kazıyorum. O sırada bir kuş uçuyor bayrağımı selamlamadan. Ağaçta yuvası var. Ağaca çıkıyorum, yuvasını bozuyorum. Tamam. Oldu. Sıraladım. Oku.'

Ablam bana bir şiiri nasıl anlayacağımı, onun röntgenini nasıl çekebileceğimi öğretmiş oldu, ezberleme tekniğini öğretirken. Şiiri birkaç kere daha okuduktan sonra ben ona okudum. Arada üç yerde takıldım. Yardım etti, hatırlattı. Ben şiire, Arif Nihat Asya'nın Bayrak isimli, şiirini duyduğum anda âşık oldum.

O gece o şiiri ezberlemeden, baştan sona kadar hatasız okumadan uyumadım. Bir şey kazanmıştım. Konuşan, yürüyen, dalga dalga upuzun saçlı, masmavi gözlerini, yatırınca kapatan, kaldırınca açan ve gözlerime gülümseyerek bakan bir bebek gibi bir şey... Kırmızı üçtekerli bisiklet gibi... En güzel oyuncak gibi yani... Artık hafızamda bir şiir vardı ki onu okuduğumda tüylerim diken diken oluyordu! İçime Ülkem doluyordu. Türkiye'm... Özgürlüğüm...

Ben bir öğretmen kızıydım. Her şeyi öğrenmek istiyordum. Milli duygularla büyüyordum. Bu şiirde, tümünü buluyordum.

İlk ezberlediğim şiir, bir masal şiirdi. Geceleri babamın, kulağımın dibinde okuya okuya ezberlettiği... Fakat onu duyduğumda heyecanlanmıyordum. Ürpermiyordum. Bu şiir başkaydı. Bambaşkaydı. Şiirdi.

***

BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ

29 Temmuz 2010 8-9 dakika 92 öyküsü var.
Beğenenler (3)
Yorumlar (2)
  • 13 yıl önce

    düzyazı yazmak incelik ister... özlem ve özgürlük temaları da başarılıydı...tebrik ederim.

  • 13 yıl önce

    👍ne söylesem emeğeinizin hakkını vermek çok zor ..

    çok güzel yazıyorsunuz tebriklerimle dost kalem