Sanrılar Koleksiyonu

Bakışlarından üşümüştüm. Soğuktan her yanım biz tutmuştu. Hissetmiştim ne diyeceğini. Yakınımızdakini anlamak için uzaklara gitmek gerekir dedin, UZAKLARA! Beş saniye sürdü sözcüklerin. Ve ben altıncı saniyede öldüm.





Bir meleğin kıyısında bir kasaba dolusu ağaç gölgesiydik. Göklerden sarkıtılan ipe tutunurduk yeryüzünün gazabından. Şiir henüz yoktu. Sonra bir gün çıkageldi büyümek. Elinde bayrağıyla kötümserliğin formülü. Kendi çocuklarını yutan his peygamberi. Tenezzül etti berbat bir hücre; hoş geldin kirlenmek.





-çünkü oturup anlaşmalar imzaladığın o kâğıt tanrıların ağzında hep aynı slogan vardı; en iyi melek ölü melektir ,-ama yine de avucumun içinde bir çivi olmayı en iyi sen hak ediyordun. Sanrılarım ve ben, okunmuş bir kitap kadar ölüyken, sen dudaklarını çoğaltıp azgın bir koro kadar sustun. Uzaklarda bir çöl yönünü çevirdi ve bir kuyudan ses geldi; hoş geldin şiir!







Uluyan gerçekliğin dalgaları basit şeylerin güzelliğine çarptı. Dünyayı tanıdın, kötülüğün kalbini icat ettin. Törenle yerleştiniz oraya, en iyi sınır ihlali ödülüyle onaylandık paralel evrenler boyutunda. Bir şehri başka bir yere taşımayı öğrendim. Yaralarıma kuş kokusundan pencere yapmayı. Sana git demeyi öğrendim. Git şimdi ?iklim sür yüzüne, bir bulut saçlarını tarasın, bir ayna övsün seni, bir şiir, bir şiir daha marihuana gibi karışsın kanıma, şölene hazırlasın evini kendine uygun bir uçurum arayan sicili bozuk sözcükler.







Artık gece çökerken dönecek olan bir balıkçı teknesindeydim. Ama dönemedim ve kulağımda çınlayan o varoluşsal sesi ilk duyduğumda;

-Dibe vuruş için her şey tamam kaptannn!

Anlamıştım artık açık denizlerde bir yutulma ustası olduğumu. Bu maddeleşmiş sonsuz yenilgi hali, bu yanılgı evreni ve absürt tabakanın dibinde seni kendimde öldürmek için ay ışığının uyumasını beklemiyorum artık.





Sen gittiğinden beri kalbimi kitap raflarına astım. Her kitabın bir rafta kalma süresi en az bir ay. Böylece başlarda dağılıveriyor olsam da hep bir başkası olarak uyanıyordum rüyalarımdan. Haftada en az üç gün seni unutmaya gidiyoruz bütün mahalle. Ruhuma yapışmış uzlaşmayı reddeden kelimelerle egzersiz yapıyorum. Komşularım bir torba dolusu ağrı kesici bırakıyor kapıma acıdıklarından. Kuantum fiziği öğrenmeye çalışan köpeğime içiriyorum onları, bilseler çok gücenirler.

Kafka'nın böcekleri dolaşıyor içine ayakkabıyla girilebilen oturma odamda. Onlarla saklambaç oynuyorum, beni bulamıyorlar hiç. Keşke ünlü bir yazar olup göğsümdeki adayı gösterebilseydim herkese. Edebiyatın fermuarını açıp Nobel'e anlatabilseydim bir elmanın bizi nasıl kullandığını. Sonra dönüp Toz'a soruyorum*, bir dua düşüyor balkona;


'Bir dua. Neden olmasın, tek bir dua: duygusal nedenlerden ötürü. Tanrım artık bir ateist olduğum için beni bağışla, ama Nietzsche'yi okudun mu? Ne kitap! Ulu Tanrım, sana karşı dürüst olacağım. Bir teklifte bulunacağım sana. Benden büyük bir yazar yarat kiliseye döneyim. Ve lütfen tanrım, bir ricam daha olacak: annemi mutlu kıl. İhtiyar o kadar önemli değil onun şarabı var ve sıhhati yerinde, ama annem her şeye kaygılanır. Âmin.'



Seni görmeyeli din ve dünya işlerini bile birbirinden ayırdım. Çok kızdılar. Politikacılarla düşman oldum. Kendimi hayır işlerine verdim, onlar bile bana şüpheyle bakıp kimlik sordular. Senin resmini gösterip 'O' dedim O geçerken caddelerinden pul pul dökülen bir şehirim. Düşlerini çektirip gel uygun bir iş veririz dediler sonra, yüzüme şefkatle baktılar.

Seni hayattan fazla sevdiğim için, hayat hep yoluma bir muz kabuğu koyar, şiir dengesini kaybedip kayardı benim yerime, ben ayakta kalırdım. Sonra bir gün çıkıp geldin elinde anılara kıçını dönmüş bir bayrakla. Dedin ki orda hiçbir şey bulamadım, çıktığımız mezara dönelim mi? Dedim ki kurt kadınları sevmeyi öğrendim. Çünkü bir kasaba dolusu şiir gölgesiydim artık insanın kıyısında










*John Fante'nin Toza Sor kitabından(Dua bölümü)

19 Temmuz 2011 3-4 dakika 7 öyküsü var.
Beğenenler (3)
Yorumlar