Savaşı Ben Öldürdüm

Savaş ve çocuk

Güneş batmak üzereydi. Sedirin üzerine uzanmış, ağabeyimin bol resimli kitaplarını karıştırırken, iki kadının sokaktan telaşla koştuğunu gördüm. Biraz sonra mahalle halkı birden sokağa boşaldı. İnsanlar 'Vah vah!' şeklinde hayıflanarak bir birinin peşine takılıp çayırlığa doğru koşturuyordu. Annem de aceleyle kapıyı açıp komşumuz Zeliha Abla ile konuştuktan sonra, ' Vay başıma gelene...' deyip, garip bir ses çıkarıp yaşmağını yarım yamalak bağladı ve ahşap kapıyı kıracakmışçasına çarpıp dışarı çıktı.

Her ne kadar bu sıra dışı duruma kayıtsız kalmaya çalışsam da ağabeyimin kitaplarını karıştırdığım için bana kızmadan annemin peşine koşturması merakımı kabarttı. Çok sevdiğim resimli kitapları sedirin üzerine bırakıp kalabalığın arkasından yürümeye başladım. Akranlarım bir tehlike sezmiş gibi annelerinin eteğine yapışıyordu. Bense koca adamlar gibi sakin, korku ve paniğe kapılmadan, çayırlığa doru ilerliyordum. Çayırlığa geldiğimizde birkaç polis insanların olay yerine girmemesi için güvenlik şeridi çekti. Kalabalığın en arkasında olduğumdan insanların korkuyla baktığı yeri görmeme imkân yoktu. Zaten çok da merak etmiyordum.

Hayret ve korkunun tesiriyle birkaç dakika sessiz kalan kadınlar, komşumuz Sultan Teyze'nin feryadıyla kendine geldi. Feryatlar, figanlar, ahlar birbirine karışıp bir uğultu halinde rüzgâra karıştı. Sultan Teyze ağlarken yüzlerce kelime kullanıyordu ancak ben sadece uzun melodik bir vurguyla söylediği ' Oğlum' kelimesini anlayabiliyordum. Zaten ince cırtlak bir sesi vardı. Bir ara annemin de kalabalığın arasında yaşmağıyla gözlerini sildiğini gördüm.

Sıskalığım bir faydası dokunmuştu sonunda. Kalabalığın arasından bir köstebek gibi sessizce ilerleyip emniyet şeridine kadar yaklaştığımda, hiç de şaşırmadığım o manzara gözlerimin önündeydi. Gümrah otların arasında boylu boyunca uzanmış yatıyordu. Gazete kâğıdıyla üzerini kapatmışlardı ancak, yeşil otların üzerine akan kan güneş vurdukça parlayarak daha belirginleşiyordu. Hafif esen akşam rüzgârı kan kokusunu etrafa yayıyordu. Bir ara rüzgâr, başını kapatan gazeteyi kaldırınca iri siyah gözleri üzerime dikildi. Göz göze geldiğimizde ilk defa ürperdim. Yanında uzanıyormuş hissiyle bir iki adım geriye doğru çekildim. Dudaklarında hala o savaşkan tebessüm vardı. Tombul ellerini açmış, 'Haydi başla!' der gibi, gergin, gerçekliğe en yakın eda ile gardını almış karşımda dikiliyor gibiydi.

Benim arkadaşımdı o. Çayırlıkta savaş oyunu oynadığım, en güzel tahta kılıca sahip, mahalle çocuklarının daima kıskandığı, itiraf etmeliyim ki benim de zaman zaman haset ettiğim arkadaşımdı. Boğazına aldığı birkaç bıçak darbesiyle bütün savaşlarına veda etmişti. Buna rağmen üzülemiyordum. Üzülmek şöyle dursun sanki içimde gizli bir mutluluk vardı.

Geç saatlere kadar arkadaşımın kanlı cesedini kaldırmadılar. Sonradan öğrendiğime göre, polis faili yakalamak için ceset üzerinde ve olay yerinde deliller aramış. Polis çalışmalarını tamamladığında hava iyice kararmıştı. Herkes evine çekilmeye başladı. Sultan Teyze'yi hastaneye kaldırdılar. Arkadaşımın kardeşlerini komşular götürdü. Annem ve ağabeyim önden bense arkalarından yürüyordum. Annem ellerini önden kavuşturmuş, yanaklarından sızan yaşlar yüzünde izler oluşturmuştu. Hiç korkmaz sandığım ağabeyim annemin eteğinden tutmuş, onun bir metre arkasına düşmeye cesaret edemiyordu.
Aslında o gün güzel başlamıştı. Ağabeyim kendisinden beklenmeyecek bir şey yapmıştı. Kitaplarını karıştırdığım için sırtımdan dayağı eksik etmeyen ağabeyim elimden tutup çeke çeke okula götürmüştü. Caddeden gelip geçerken hayran hayran baktığım okulun içine girmek o denli mutlu etti ki beni, anlatamam. Babam bayramlık aldığında bile bu kadar içten bir sevinç duymamıştım. Koridordan sınıfa doğru yürürken, hamim olan ağabeyimin elinden tutuyor olmamın verdiği güvenle başı dik yürüyordum. Akranlarım içinde belki de okul denen şeyin içini görebilme bahtiyarlığına erişmiş olan yalnızca bendim. Bu benim için gurur verici bir durumdu. Şimdiden, arkadaşlarıma maceramı ballandıra ballandıra anlatmanın planlarını yapıyordum.

Ağabeyim bana okul hakkında bir şeyler anlatırken, muhtemelen büyük olmanın hazzını yaşıyordu ama onun söylediklerini umursadığım yoktu. Okul heyecanı damlarlarıma kadar işlemişti ve ben küçük aklımla okulda gördüğüm her nesneye zaten kendimce bir mana yüklüyordum.

Nihayet o hayal gibi gelen sıralara oturduk. Sanki çocukluğumla vedalaşma anını yaşıyordum. Sıralar benim kısa bacaklarım için hayli yüksekti. Kendimi sıra ile masa arasında kaybolmuş hissetsem de orada bulunuyor olmam bu ezikliğimi bastırıyordu.

Öğretmen sınıfa girdiğinde herkes ayağa kalktı. Ben de onları taklit etmeye çalıştım ancak baldırlarımı sıranın üzerinden kaldırınca ayaklarım beton zemine çarpıp, ?Küt' diye ses çıkardı. Öğretmen sesi duyar duymaz benim olduğum yöne çevirdi başını. Önlüksüz, sıska bir çocuk, aynı renkte ve şekilde önlüklerle askeri bir birliği andıran sınıf içinde elbette eğreti duracaktı. Bu sebeple öğretmenin gözüne çarpmam zor olmadı. Bana doğru yürümeye başladığında kalbimin ne kadar hızla çarpmaya başladığını tarif edemem. Yüzündeki o efsunlu tebessüm olmasa oracığa yığılıp kalabilirdim.

Yanıma yaklaşınca şefkat dolu sesle:
? Senin ne işin var burada? diye sordu.

Ne söyleyebilirdim ki? Vitrinlerdeki cansız mankenler gibi donup kaldım. Ağabeyim imdadıma yetişmese dilim boğazıma kaçacaktı.

? Öğretmenim, ? Okula alışmaları için kardeşlerinizi de getirebilirsiniz.' demiştiniz ya... Bu benim kardeşim.

Bu halaskar cümle içimi öyle rahatlattı ki bir serçenin tüyü kadar hafifledim. Öğretmen üstüne üstlük bir de başımı okşayıp, 'Aferin sana!' demez mi? İşte o an, uçurtmanın kuyruğuna tutunup dolaştığım andı semayı.

Sınıf yoklaması yapıldıktan sonra öğretmen ders anlatmaya başladı. Öğrencileri boğan sınıfın kasvetli havası, ılık bir meltem olup içime akıyordu. Kimi başını sıraya koymuş, anlatılanları önemsemez bir tavırla pencereden dışarıyı seyrederken kimi de boş gözlerle öğretmene bakıp duruyordu. İhtimaldir ki o gün sınıfta kulak kesilip öğretmeni dinleyen bir kişi varsa o da bendim.

Öğretmen, insanlık tarihine yön veren savaşlardan bahsederken ?Habil- Kabil' meselesinden başladı. İlk cinayeti öğretmenin ağzından duymam hiç de müspet bir durum değildi benim için. Gayet ciddi bir tavırla bu ayıbı beyan ederken, ben sıraya sinmiş öğretmenin ağzından çıkan her kelimeyi dikkatle dinliyordum.
? Habil ile Kabil olayı insanlık tarihinin ilk savaşına örnek teşkil eder. Her savaşta olduğu gibi iki kardeş arasındaki husumet de menfaat üzerinden cereyan etmiştir. Âdem babamızdan olan Kabil, kardeşi Habil'i nefsine uyarak öldürdü...

Öğretmen'in kullandığı kelli felli kelimeleri o zaman çok iyi anlayamasam da şimdi buna benzer ifadeler olduğunu düşünüyorum. Anlatılanlar kanımı dondurmuştu. 'Nasıl olurda bir insan kardeşini öldürebilir?' diye kendime sormadan edemedim doğrusu. Öğretmen Habil-Kabil vakasını anlattıkça, bana hamilik yapan ağabeyime bile şüpheyle bakmaya başladım. Bugün elimden tutarken yarın bıçağı boğazıma dayayabilirdi.

Konu, tek celsede iki yüz elli bin insanı mezara gömen Hiroşima katliamına gelmişti. Öğretmen konuyu anlatırken o kadar gerilmişti ki adeta o anı yaşıyor ve yaşatıyordu. Yıllar öncesinde kalan bu olaydan muzdaripmiş gibi hissettiriyordu.

? Hiroşima insanlık tarihinin en trajik sayfasıdır. Amerika başkanının bir anda aldığı kararla iki yüz elli bin insan can verdi. Bir ağızdan çıkan tek kelime savaşın manasını değiştirdi...'

Ben ancak yirmiye kadar sayabiliyordum. İki yüz elli bin sayarak biter miydi? Tahayyülüm bu sayının boyutlarını kavrayabilecek genişlikte değildi. Acaba bizim ilçenin nüfusundan daha mı büyük bir sayıydı bu? Yirmi beş bin mi büyüktü, iki yüz elli bin mi? Bunca insana nasıl cenaze namazı kılınabilir, nasıl onların gömülmesine yetecek büyüklükte bir mezarlık bulunabilirdi? Bütün bu sorular beynimde sıralanırken öğretmen anlatmaya devam ediyordu.

? Bundan elli sekiz yıl önce, Ağustos ayında, Amerika başkanı Japonya'ya ?Teslim ol' çağrısında bulundu. Japonya bu ihtara kulak asmadı. Masum insanlarla dolu bir şehrin tepesinde uçmaya başlayan demir bir canavar ağzından iki yüz elli bin eceli birden bıraktı. Gündelik işlerle meşgul masum insanlar ansızın gelen bu saldırı karşında çaresizdi. Kaçacak, sığınacak yerleri yoktu. Savaşın soğuk çehresi şehrin semalarında belirince ona teslim olmaktan öte yol kalmamıştı artık...

Kimdi bu tek kelimesiyle bunca insanı ölüme götüren adam? Bir bomba nasıl olurdu da yüz binlerle telaffuz edilen sayıda insanı öldürebilirdi? Dudaklarım uçuklayacaktı. İnsan için, başına ateş yağarken, kaçacak, sığınacak bir yerinin, merhamet dilenecek kimsesinin olmaması ne kadar da acıydı kim bilir.

Öğretmen anlatmaya devam etti:

? Yalnızca bu kadar insanın ölümü ile sonuçlanmadı katliam. Nükleer gazdan etkilenen binlerce insan sakat kaldı. Evini barkını yitirenler, anne-babasız kalan çocuklar, çocuklarını kaybeden anne-babalar...

Annesizliğin ne demek olduğunu çok iyi biliyordum. Ağabeyimin dersine katılma maceramdan birkaç hafta önce annem hastalanmış ve yaklaşık on gün hastanede yatmıştı. On gün boyunca yalnızlığımı, sevgiye muhtaçlığımı, yaslanacak bir sineye olan ihtiyacımı en derinlerimde hissettim. Kuytularda kimseye görünmeden ağlayışımı hiç unutmam.

Öğretmen anlattıkça, annesiz kalan çocukların solgun bakışları canlanıvermişti gözlerimde. Şu savaşın ne melun bir şey olduğunu düşünmeye başladım. Gücüm yetse de sıkıp boğazından öldürseydim.

Öğretmen anlatıyordu:

? Bombanın düştüğü alanda hiçbir canlı yaşayamayacağı gibi artık hiçbir bit ki de yetişmeyecek. Aradan bunca zaman geçmesine rağmen hala bombanın yaydığı radyasyondan etkilenenler olduğu söylenir...

Bu nasıl bir bombadır ki toprağa işleyip, bir daha asla bitki yetişmeyecek derecede tahrip eder onu? Benim havsalama sığmıyordu söylenenler. Teneffüs zili yetişti imdadıma. Ağabeyime haber vermeden kaçtım okuldan. Eve doğru yürürken gözlerimin önünde canlanıyordu dinlediklerim. O gün beynime kazınan en önemli şey ise ?Tarih'in ? Savaş' demek olduğuydu. Bütün tarih kitaplarının savaşlarla dolu olması, tarih derslerinde savaşların anlatılması insanlığın geçmişinin savaştan başka bir şey olmadığına işaret etmiyor mu?

Eve gelip, küçük kalbime çöreklenen yeisi bertaraf etmek için televizyonu açtım. Evde benden başka kimse yoktu. Annem komşularımıza gitmişti hatırladığım kadarıyla. Hemen her kanalda haber bülteni vardı ki ne olmuş ne bitmiş beni hiç ama hiç ilgilendirmiyordu. Fakat spikerin söylediklerine kayıtsız kalamadım. Amerikan uçakları Irak'a bomba yağdırmıştı. Yüzlerce sivilin ölmüş olabileceğinden haber veriliyordu. Sokaklardan yükselen dumanlar, enkazlardaki cesetler, hurdaya dönen araçlar... Savaşın soğuk yüzü bir kez daha gözlerimdeki gün ışığını kararttı. Irak haberleri yetmiyormuş gibi bir sonraki haber Filistin'den bahsediyordu. İsrail askerlerinin Filistinli gençlere ateş açtığı sahneler ardı ardına ekrandan içime doğru aktı.

Okula gitmeseydim, öğretmeni dinlemeseydim, dünyanın hangi köşesinde neler yaşandığı, hele de savaş gibi tahayyülümü zorlayan bir olgunun varlığı hiç de umurumda olmayacak, gündelik yaşantımda tahta kılıcımı arkadaşlarımı alt etmek için kullanacak ve onları yendiğimde sevinçle eve koşacaktım. Fakat artık ?Savaş'ın bir isimden daha öte bir şey olduğu beynime kazınmıştı.

Televizyona iyice yaklaşıp savaş haberlerini dinlerken babam hükmeden edasıyla içeri girdi. Evdeki bütün eylemlerimiz onun tahakkümündeydi. O yüzden, bu celil adam içerde olduğu sürece, çıt çıkarmadan köşemize oturup emirlerini beklemekten başka çaremiz olamazdı. Annem bile onun emrine amade idi. Ağzından çıkacak tek kelime annemi yerinden kaldırmaya yetiyordu. İtiraz hakkımız asla yoktu.

Ceketini kanepeye gelişigüzel savurduktan sonra elimdeki kumandayı çekip aldı. Koca göbeğini yayarak, televizyonun tam karşısındaki koltuğa oturdu. Kanalları değiştirirken birisinde karar kıldı ve izlemeye başladı. Ben de gayri ihtiyari onun izlediği kanala odakladım gözlerimi. İzlediğimiz bir savaş filmiydi. Kılıçlar, kalkanlar, oklar... Kükreyen atlar, kopan başlar, boylu boyunca uzanan cesetler... Babamın savaş meydanındaymış gibi, kahramanlarla özdeşleşerek, ?Vur, vur...' diye haykırışları...

Film bitene kadar aklımda Hiroşima, gözlerimde kanlı cesetler öylece bekledim. Babam bıraktığı yerden ceketini alıp sokağa park ettiği kamyona bindikten sonra ağabeyim geldi eve. Çantasını her zamanki gibi salonun tam ortasına bırakıp önlüğünü çıkarmadan televizyonun karşısına geçti. Evde hiyerarşik sisteme uymak mecburiyetti. Kumandayı elinden almaya çalışsam dayağı yemem işten bile değildi. O yüzden köşeme çekilip beklemeyi yeğledim. Zaten itiraz etmek gibi bir niyet içinde de değildim. Zira birkaç saatte beynim bombardıman sonrası harabeleşmiş şehre dönmüştü. Ağabeyim bir kanal açtı. Benim de daima severek, heyecanla izlediğim bir karate filmi vardı. Ellerinde sopalarla, tekme tokat bir birini döven insanlar, maymunvari zıplamalar, garip sesler çıkararak kata çizmeler...

Sanki dünya savaş ve dövüş üzerine kurulmuştu. Savaşı bile savaşarak sulh etmeye çalışmak ne kadar abes bir gerekçenin ürünüdür şimdi daha iyi anlayabiliyorum.

Daha fazla dayanamadım. Kendimi sokağa atıp istikametsizce yürümeye başladım. O an bir savaşçı olup çıktığımı yıllar sonra anlayabilmem bana ne kadar ızdırap veriyor bilemezsiniz. Yürürken aslında bir gassalın elinden kaçmaya çalıştığımı çok sonra fark ettim. Ölmüştüm ve gömülmek işime gelmiyordu. Belki de ağabeyimin elinden tutup sınıfa doğru yürürken son nefeslerimi alıyordum. Ders boyunca can çekişip, öğretmen gözlerimin önünden kaybolunca da ruhumu teslim etmiştim.

Döneyim asıl konuya. Boş gözlerle çevremi süzerek, bizim evin yaklaşık iki yüz metre aşağısından geçen dereye doğru yürümeye devam ettim. Birkaç saat önce bana aşina olan her şey çehre değiştirip yabancılaşmıştı. İştahımı açan taze yufka kokuları, kimyasal bir reaksiyon sonucu yükselen kokularmış gibi geldi. Dereye yakın geniş çayırlıkta otlayan hayvanlar, güneşe bakacak boşluk bırakmadan bir biri ardına sıralanan bulutlar, bir sürü halinde uçuşup duran sığırcıklar yaşadığım dünyanın unsurları değilmiş gibiydi.

Daha dereye varmadan komşumuzun akranım olan oğlu, elinde oyuncak, tahta bir kılıçla bana doğru koşmaya başladı. Muhtemelen, annesine fark ettirmeden tandırdan kapıp getirdiği evrağaçtı elindeki. Sağa sola savurup duruyordu.

? Haydi savaşalım Osman! Benim kılıcım var bak, diye bağırdı.
Gözüm onu görse de aklımda bambaşka şeyler olduğundan cevap vermeden yürümeye devam ettim. Bu kez önüme geçti.

?Korkuyor musun kılıcımdan? Savaşalım haydi! Nerde senin kılıcın?

?Korkmuyorum.

?Haydi, kılıcını al savaşalım öyleyse.

? Bekle burada beni, deyip eve doğru koşmaya başladım.

Savaşı öldürmenin tam zamanıydı. Tıpkı bir asker gibi teçhizatlarımı donanmalı ve Savaş ile savaşmalıydım. Çok geçmeden eve ulaştım. Kimseye görünmeden mutfağa girip, annemin dokunmasınlar, ellerini kestirmesinler diye dolabın en ücra yerine sakladığı ekmek bıçağını aldım. Kemerimin arasına sokup, aynı hızla çayırlığa doğru koşmaya başladım. Artık aklımda sadece dünyamızı zindana çeviren savaşa son vermek vardı. ?Savaş' kelimesine karşı önlenemez bir öfke duymaya başlamıştım.

Çayırlığa ulaştığımda arkadaşım hiçbir yere ayrılmamış, orada beni bekliyordu. Meydan genişti ve kaçacak hiçbir yer yoktu. Bütün mahlûkat çayırlığa konuşlanmış, nefesini tutmuş ve savaşla olan düellomu seyrediyordu sanki. Her madde, her nesne beni bir kurtarıcı olarak görüyordu.
Savaş kılıcını çekip:

? Başlayalım... dedi.

Kemerime sıkıştırdığım ekmek bıçağını çıkardım ve gardımı aldım. Savaş elimdeki kocaman bıçağı görünce afalladı.
?O gerçek bir bıçak ama... diyebildi sadece.

Ben hışımla üzerine atlayıp, koca bıçağı karnına doğru savurdum. Birkaç defa şuursuzca sapladım bıçağı. Vücudundan kanlar boşalan Savaş sırtüstü çayırlığa düştü. Yeşil çimenler kıpkırmızı kan oldu. Elindeki tahta kılıç bir anda masumlaştı gözümde, bir kavak dalına döndü. Yer, ağabeyimin dersine girmeden önceki rengine kavuşmuştu. Savaş ölmüştü çünkü.

Ben eski kimliğimi kazandıktan sonra önce bıçağı dereye attım sonra da sinsice ağaçların arasına gizlenerek eve geldim. İçgüdüsel bir kaçıştı bu. Bir köpek bile işlediği suçun ardından bir an önce gözden kaybolmayı istemez miydi?

Eve geldim. Yorgun olduğum ve Savaş'ın kanlı bedeni gözlerimin önüne geldiği için bir an önce yatmak istedim. Ağabeyimle benim yattığım odaya geçip kimseye haber vermeden yatağa uzandım. İçimde anlam veremediğim bir mutluluk vardı. Sanki bir daha haber bültenlerinde bombalanan şehirleri görmeyecek, evsiz barksız, annesiz babasız kalan çocukların feryadını duymayacaktım. Hatta Hiroşima'nın intikamını almış kadar gururluydum.

Aklımın bir köşesinde birazdan Savaş'ın cesedinin bulunacağı, polislerin mahalledeki herkesi sorguya çekeceği, ailesinin feryat figan içinde ah edip inleyeceği elbette vardı. Bilincimi kaybetmiş değildim. Yaptığımı ve yapacaklarımı biliyordum. Savaş'ı öldürmüştüm ve Savaş'ı öldürdüğümü benden başka kimse bilmeyecekti. Belki birilerinin görmüş olabileceğini, o sırada bir emare bırakmış olabileceğimi düşünebilseydim, korkudan ve sıkıntıdan kendi kendimi ele verebilirdim. Birkaç saat sonra uyanıp hiçbir şey olmamış gibi ağabeyimin de yokluğundan yararlanarak resimli kitaplarını açtım ve karıştırmaya başladım.

O günden sonra ne zaman bir polis, bir karakol görsem Savaş'ın kanlı bedeni gözlerimin önüne geliyordu. Bir gün karakol'un önünden geçerken, nöbetçi polisin bakışları bana o günleri hatırlatıverdi. Sanki ' Hey! Nereye gidiyorsun vicdanına uğramadan.' der gibiydi bakışlar. Her gün kelepçelenip, nezarethanelerde saatlerce işkenceye maruz kaldığım halde, kesin bir hüküm çıkmamıştı hakkımda. Bu daha kötüydü ya... Yıllardır hiçbir mevsim bana gerçek yüzünü göstermemişti. Ne çiçekler çiçek gibi bakmış, ne oyunlar beni kabul etmişti içlerine.

Nöbetçi polisin bakışları artık mevsimlerle barışma zamanının geldiğini söylüyordu bana. Daha fazla vicdanımın nezarethanelerinde genç bedenime işkence edilmesine katlanamazdım. Bu sebeple hiç tereddüt etmeden beni kalbime ihbar eden bakışlara doğru yürüdüm. Önüme geçip, karakola niçin girmek istediğimi soran polise;

?Kendimi şikâyet edeceğim, dedim ve huzur içinde karakola girdim.

İtirafımın ardından savcıyı beklemek üzere nezarethanede kalmam gerektiği söylendi. Sesimi çıkarmadan memnuniyetle nezarethaneye yürüdüm. Yaklaşık iki gün süren sorgunun ardından mahkemeye sevk edildim. Faili meçhul bir cinayet böylece aydınlanmış oldu. Aldığım birkaç yıllık ceza da öldüremedi savaşı. Hala kimisi savaşa karşı savaşıyor, kimisi de kendine karşı. Hiroşima yerinde duruyor. Metrekareye altı bin mermi düşen Çanakkale yanı başımda. Irak'ta hala bombalar patlıyor. Filistin'de gençler taşlarla silahlara mukavemet göstermeye devam ediyor. Savaş yaşamaya devam ediyor.

10 Ağustos 2012 18-19 dakika 20 öyküsü var.
Beğenenler (2)
Yorumlar (1)
  • 11 yıl önce

    Ne zamanki insanların azgın hırsları ve istekleri biter işte o zaman dünyada savaşlarda anlamsızlaşır ve bitme noktasına gelir. Güzel ders verici bir öyküydü kutlarım seni Bayram yürekten...👍