Sevda

Masa örtüsünü çimlerin üzerine serdik. Karpuz, kavun, domates, biber, salatalık, beyaz peynir, yeşil zeytin; neler aldıysak, yıkadık, ortaya koyduk. Bir sürü meyve suyu, ayran, süt... Ne kadar çok ekmek almışız! Savaş mı çıkacaktı? Kıtlık mı vardı? Pastalar, börekler... Bir de ekmek arası İskender kebabı almıştık, beş porsiyon, bölüşecektik. 'Ne olacak bu kadar yiyecek? Kim yiyecek bunları?' derken, hepsini temizledik! Nasıl yendiğine hayret ettik! Açık hava, oyun... İnsan yalnızken yiyemez de kalabalıkla, ne olursa olsun yeniyordu. Bir de baktım ki o kadar yiyecek içecek bittiği gibi ekmeklerden de eser kalmamış!

_ 'Ne bu ya? Hepsini sildiniz süpürdünüz! Allah manda şifalığı versin!' dedi, Işıl.

Kimse cevap vermedi. Delidir, ne dese yeridir. Sağlıklı çocuklar, tabi ki yiyecekler. Sakinleştiricilerle, uyuşturucularla yaşamıyorlar.

Aramıza en son katılan Zekeriya idi. Bir ara zamanın akımına kapılmış, çabuk toparlamıştı kendisini ve şimdi huzur içindeydi. Bugün kız arkadaşı Emel'i de getirmişti. İkisi de birinci sınıfı bitirmek üzereydi. Eylüle birkaç dersleri kalmıştı. Zekeriya:

_ 'Ne güzel bir arkadaş ortamı! Ne kadar eminiz, birbirimizden! Onların arasında kuşku içindeydim. Kimse kimseye güvenemiyor, casus olabilir diye herkes birbirine kuşkuyla bakıyordu. Burada arkadaşlık, dostluk, yardımlaşma ve paylaşma var. Birlikten dirlik doğmuş.' dedi.

_ 'Onca Vatan evladı bir sevda uğruna canlarını verdi. Ülkelerini çok sevenlerdi. ?Sağcı' dendi, ?solcu' dendi... Neticede insan eti yendi. Pırıl pırıl gençlerdi. Nedendi? Ne farkları vardı? Ne dendi? Kimisine Vatan haini, kimisine kahraman, şehit dendi. Suçlular, gaz verenler; canavarlar, bizi birbirimize düşman edenlerdi!' dedim. Orçun devam etti:

_ 'Bir avuç genciz, onlardan biriyiz. Her birimiz farklı görüşlerdeki kişileriz. Sıkılı bir yumruk gibi birbirimize bağlı, çelik bilinçli gençleriz. Vatan ve ona ait ne varsa, bize ait ve kutsal birer emanettir.'

_ 'Bazıları, doğru gibi gösterilen yolda ziyan etti, bazısı erken uyanarak farkı fark etti ve yanlışı terk etti. Adaletti, hukuktu, haktı... Zaman aktı, siyasiler baktı... Nehirler aktı, kanlar aktı, seçenler seçilenler baktı... Sonra yatak değiştirdi, eğrildi büğrüldü; dağlara, ovalara yayıldı, bir kısmı da tersine akmaya çalıştı... İşler karıştı. Yağma Hasan Baba'nın böreği!.. Sızıntılar İsviçre'ye aktı... İnsanlar baktı... Sadece baktı... Fakat bizim gibi gençleri de vardı, bu Yurdun. Adına komünist, faşist, kısaca anarşist; her ne dendiyse ve her nedendiyse, adını siz koyun!' dedim.

Biz birlikteydik, birdik. İnanmadık, kanmadık, yanmadık. Siyasetçileri vardı, ne yazık ki bu Yurdun... İşleri güçleri aldatmaca, sandık... Birileri vardı hep perde arkasında, suflörlük eden, aslında peşinde oyun. Oyun üstüne oyun... 'İstemem, sol cebime koyun!' Oy, oy, oy!.. Oy anam oy!.. Sandık mandık...

Bir zamana kadar bir şeyler olur, olacak, oluverecek sandık. Kaldık, kalakaldık!.. Milletçe aldatıldık, kısa bir süre biz de aldandık ama tez uyandık!.. Beklemekten bıktık usandık; herkesi, her şeyi bir kenara attık. Bazıları uykudaydı hâlâ, biz sadece kendimize inandık. Farklıydık, erken uyananın horoz olup öttüğü zamanda, tam maşa yapılıp, kullanılacağımız anda...

Bir gün bir yer gösterildi, bir mutluluk diyarı... Şayet ödenirse bedel, kişi aşabilirse, derin mi derin olan o yarı ve geçebilirse yaratılanlardan, unutabilirse dünyayı, dünyalıları; O, onun yâri olurdu ve mutluluk yolu da yarı... Yarısı da kurallardı işte!

İşsizlik ordusunun fethettiği zamanlarıydı Yurdun; yurttaşın işi zordu, avucundaki kordu, nasıl da kordu adama güçsüzlük! Güç, paraydı! Parayı kazanmak güçtü! Birilerinin iki dudağı arasındaydı; işin, ekmeğin aşın... Yaşın kaç olursa olsun, iliklenmeliydi düğmeler, eller öpülmeli, beller bükülmeliydi, eğilmeliydi başın; sessizce ve gizlice içine akmalıydı yaşın. Ne yaparsan yap, ne olursan ol, buydu halin ve ne kadar dokundu ama asla okunmadı arzuhalin!..

Kötüydü, çok kötüydü durum! Bildiğim tek şey vardı, teselli olduğum, tüm yaratılanlara bu koskoca dünyaya dair; her şey kabrin kapısına kadardı.

Bunu idrak ettiğim andan itibaren, maddeye, olaylara, hâsılı dünyaya bakış açım değişti. Alaya alır oldum her şeyi. Ne durumda ve nasıl olursam olayım, başarabiliyordum; sıkıntıdan kurtulmayı, yakalayabilmeyi sevinci, mutluluğu ve neşeyi.

Hep hüzün hep acı değil mi her sevda? Sevdamızın adı ne olursa olsun, hatta acı birer lokma değil miydi hayat, ciddiye alındığında? Beklentiler değil miydi kıvrandıran bizi? Umut ederek güzellikleri ve bir şeyler bekledikçe dünyadan, dertler sıralanmıyor muydu dizi dizi? İhtiyaçlar sonsuzdu, tatmin edilemezdi, hani? O zaman, elde edilemeyecek tutkularımızın peşinde, dolap beygiri gibi takılarak çarkına düzenin, deliler gibi koşarak, gözü bağlı, beden ve ruh sağlığımızı kaybetmek ve bir şeyler kazanmak aldatmacasıyla, koca bir hayatı tüketmek nedendi?

Ateş vardı, kan vardı, her şey vardı sevdanın içinde. Sevgi, önüne geçilemez bir duygu. Engel olunamaz... Bunun önüne geçilmiyor ama sonunda helak olmak da vardı.

Bunalım çağı çocuklarıydık. Ülkedeki sorunlardan, yokluklardan, kuyruklardan, enflasyondan, artan işsizlikten, azalan yakınlıktan, çoğalan sevgisizlikten ve kimsesizlikten sarılmıştık birbirimize. Bir dünya kurmuştuk, kurtarılmış bir bölge, içinde huzur duyabilmek için, mutlu olabilme umuduyla, kendimize. Belki aldanmaydı, aldatmaca; sanaldı, yalandı belki ama bizim hayatımızdı. Beraberliklerimizde mutluyduk, çünkü çoğumuz yalnızdı, yapayalnızdı. Beraberken yaşadığımız, bu en güzel çağımız, göklerimizdeki en parlak yıldızdı.

Sevgiydi, hepsi hepsi buydu, istediğimiz... Sevmek arzusuyla doluydu içimiz. Aramızda bir hasret çeken, bir de ayrılık ateşiyle yanan vardı.

_ 'Ben sevdim, o beni üç yıl boyunca nasıl sevdi ki memleketine döner dönmez, on gün içinde ayrılık kararı verebildi? Ben ona o bana sevgi ve saygı duyduk. Her şeyden önce dostluk biz... Nasıl oldu da böyle oluverdi, evlenme arifesinde? Ne yaparsa yapsın, ne olursa olsun, sevda ateşi sönmüyor! Ruhumdaki huzursuzluk da bundan...' diyordu, Halit. Akif:

_ 'Ben de her gün on altı sayfa mektup yazıyorum. Bazen deli rüzgâr oluyor, bazen lodos... Hırçın, duygusal yazıyorum.' diyordu.

_ 'Ben ressamım. Fotoğraf büyütürüm, resim yaparım. İşsiz değilim aslında. Memur, amir değilim henüz ama boş gezen biri de değilim. Acaba ailesine söyledi de onlar da kızlarına beni layık mı görmediler? Nasıl canım sıkılmasın?'

_ 'Çok güzel resimler yapıyorsun. Nasıl olsa okulun bitti ve bir işe gireceksin. Herkes meslek sahibi olabilir de sanatkâr olamaz. Belki ünlü bir sanatkâr değilsin henüz ama bu olamayacaksın demek değil.

Geçen ay, Ahmet Vefik Paşa Tiyatro binasında resim sergisini gezdiğimiz Çoban Ressam'ın tablolarını gördün. Kendine özgü bir yorumu var. Kırları, ovaları, koyunları, kuzuları resmetmiş. Sen daha realist tablolar yapıyorsun. Onun tablolarında koyunların ve kuzuların bacakları çok kalındı. Deftere eleştiri yazdım. Belki kuvvet sembolüydü, kalın olması... At resminde anlarım da koyunun kuzunun kuvvetli gösterilme nedenini anlayamadım. Bir de renkler bana çiğ geldi. Biraz da kompozisyonlar çocukça... Belki ilerde kendisini geliştirecek, ünlü bir ressam olacak. Neden sen de olamayasın?

Ne iş yaparlarsa yapsınlar, eğitim alanlar, almayanlardan mutlaka farklıdır. Aldıkları eğitim, hangi konuda olursa olsun, onları farklı hale getirir. Arada istisnalar da vardır. İstisnalar kaideyi bozmaz.' dedim.

_ 'Define aklıma geldi de...' dedi Neşe. 'O eğitim almamış. Orta ikiden terk... Buna rağmen kendisini yetiştirmiş.'

_ 'Evet ama aramızda öyle, o.' dedim. 'Başkalarının yanında sessiz kalmayı yeğlediği oluyor. Eğitim almış, kariyer yapmış birilerinin yanında konuşamıyor. Hiç dikkatinizi çekmedi mi? Hani geçen hafta bir emekli kaptan gelmişti yanına. Hani ev satın almak istiyordu, Çekirge'de... Kapı önünde tanışmışlar, oradan buradan konuşmuşlardı. Adam ne kadar çok yer gezmiş, ne kadar çok şey görmüş ve ne kadar bilgiliydi! Gezdiği gördüğü yerleri, yaşadıklarını anlattıkça hayran hayran dinlemişti.

Define, orada sandığını kapatmış, sadece dinlemiş, biraz da ezilmiş, büzülmüştü. İçten içe ne kadar eksik görmüştü kendisini ve ne kadar üzülmüştü, kim bilir? Bir ara ona dedi ki gözleri dolarak:

_ 'Okusaydım, kaptan olmak isterdim. Denizler, okyanuslar dolaşırdım. İçimde ukde olarak kaldı; okuyamamışlığım, kaptan olamayışım, bir kere olsun para bulup da hiç olmazsa deniz aşırı yerlere gidemeyişim. O kadar istediğim halde, bahriyeli bile olamadım. Size nasıl imrendim! Açık denizler sevdamdı benim, karasevdam oldu!'

Halinden memnun olmuş olsaydı, bize mutlaka okumamız gerektiğini empoze etmeye çalışır mıydı?'
***

BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 48

22 Haziran 2010 8-9 dakika 92 öyküsü var.
Beğenenler (1)
Yorumlar