Sevgi Saygı ve Şükranla Andığımız Vatan Şehitlerimize

ŞEHİT ÜST TEĞMEN ZAHİT

Gönderilemeyen Mektup

Bilirsiniz şehitler kanlı elbiseleriyle defnedilir. Kanlı elbiseleri, onların beraat kararları gibidir. Allah'ın huzuruna onunla çıkarlar.
Ve bir şehit. Defnedilmeden önce üstü arandığında mübarek kanına bulanmış bir mektup çıktı cebinden. Karısına hitaben yazmış, ancak gönderecek zamanı olmamıştı.
Şehidin adı Zahit, rütbesi üsteğmen. O zamanki deyişle "Mülâzim-i Sani Zahit Efendi..."
Mektubun bugünkü dille özeti şöyle:
"Aziziye (Pınarbaşı) İlçesinin Kılıç Mehmet Bey Köyünden Ahmet Efendi kızı eşim Hanife Hanıma...
"İşte bugün seferberlik ilan edildi. Ben hem kendim, hem mesleğim itibariyle tam bir asker, hem şerefli bir askerim.
"Asker olmam nedeniyle, sevgili vatanımı savunmaya gidiyorum. Gidip gelmemek, gelip bulmamak var. Her şey insan içindir.

Aziziye (Pınarbaşı) İlçesinin Kılıç Mehmet Bey Köyünden Ahmet Efendi kızı eşim Hanife Hanıma...
"İşte bugün seferberlik ilan edildi. Ben hem kendim, hem mesleğim itibariyle tam bir asker, hem şerefli bir askerim.
"Asker olmam nedeniyle, sevgili vatanımı savunmaya gidiyorum. Gidip gelmemek, gelip bulmamak var. Her şey insan içindir.
"Böyle olmakla beraber, şu vasiyetnameyi yazmak hemen ölmek demek değildir.
"Yüce Allah ve İlahi mukadderat bir birimizi önceden tanımadığımız ve bilmediğimiz halde, uzak memleketlerden bizi bir birimize nasip etti. Allah'ın emrine ve Peygamber'in kavline uygun olarak nikahımız kıyıldı. Yaşadığımız sürece geçimimizi sağlamaya çalıştım. Fakat, bizi toparlayıp bir araya getiren devletimiz harp ilan etti. Ben de vatanım ve milletim uğruna harbe iştirak ediyorum. Eğer şehit olursam, Büyük Allah'ım ruhlarımızı birbirine kavuşturur.
"Vatan uğruna şehit olursam bana ne mutlu. Böyle bir hal olduğunda mevcut olan eşyam ve taşınabilir mallarımdan mihri müeccelinizi almanız için sizi vekil tayin ediyorum. Eğer bunlar yetmezse hakkınızı helal edeceğinize ve beni borçlu yatırmayacağınıza eminim.
"Birbirimize verdiğimiz sözlerden dönmemenizi ister ve umarım. Ruhuma bir mevlit okutmak vicdanınıza kalmıştır. Kendim için başka bir şey istemiyorum. Şehitlik bana yeter.
"Mektubumu aldığınız zaman, yüksek sesle ağlamanıza razı değilim." (Bu mektubun içinden, aziz şehidin biricik yavrusu Nadide'ye ait kırmızı kurdele ile bağlı bir demet sarı saç bulunmuştur)

SAĞ KOLUMU KAYBETTİM AMA SOL KOLUM VAR

Çanakkale Savaşında Seddülbahir ve Conkbayırı'nın büyük kahramanlarından biri de Bombacı Mehmet Çavuş 'tu. Bu kahraman Anadolu çocuğu ,İngilizlerin siperlerimize fırlattığı el bombalarını korkusuzca hemen yakalar, karşı tarafa fırlatır ve zararını kendilerine dokundururdu. İngilizler bunu anlamış olacaklar ki bombaları bir kaç sayı saydıktan sonra fırlatarak Mehmet Çavuş 'un iadesini önlemeye çalışmışlardı. İşte böyle bir bomba Mehmet Çavuş 'un elinde patlayarak sağ elinin bileğinden kopmasına sebep olmuştu. Bu yiğit delikanlı vazife şuuruyla hastahaneden tabur kumandanına yazdığı mektupta şöyle diyordu:
Sağ kolumu kaybettim, zarar yok, sol kolum var. Onunla da pekala iş görebilirim. Beni müteessir eden ve yüne kıtama iltihak edip düşmanla çarpışmama mani olan şey yaramın henüz kapanmamış olmasıdır.
Hastaneden kurtularak halen harbe iştirak edemediğim için beni mazur görünüz, affediniz muhterem kumandanım.."

BENİM GÖZLERİM GÖRECEĞİNİ GÖRDÜ'

O gün Boğaz tabyaları arasında en çok iş gören ve en çok hasara uğrayan Rumeli Mecidiyesi Bataryası oldu. Sabahtan beri muharebenin en şiddetli anlarında dahi iki sahil arasında gidip gelmekten çekinmemiş olan Müstahkem Mevki Komutanı Cevat Paşa, tabyanın feci durumunu haber aldığı zaman yine motora atlayıp Çimenlik İskelesi'nden karşı sahile hareket etti.
Cephaneliği berhava olan tabyanın durumu hazindi. İstihkam yıkıntıları arasında dolaşmakta olduğu sırada ağaç altına uzanmış olan bir askerin hali dikkatini çekti ve yanına gidip
-- Ne var evlat ? diye sordu.
-- Nefer hemen yerinden fırlayıp esas duruş vaziyeti aldı. Çünkü sesi tanımıştı.
--Ama gözleri başka tarafa bakıyordu.
--Gözlerine bir şey mi oldu oğlum?
--O zaman nefer tok sesiyle " Üzülmeyin efendim" diye cevap verdi.
Benim gözlerim göreceğini gördü..
(Evet düşman gemilerine tam isabet kaydedilmiş ve "Ocean" destroyeri hareket edemez hale getirilmişti.)

Cevat Paşa sessiz sessiz ağlıyordu.


ANZAKLI ÖMERİN HİKAYESİ



1957 Yılında İstanbul Tıp Fakültesi'nden mezun olup, ihtisas yapmak üzere ABD'ye giden doktor Ömer Musluoğlu, görev yaptığı hastanede başından geçen çok enteresan bir hadiseyi şöyle anlatıyor:
Amerika'ya gittiğim ilk yıllar (1957) lisanım pek o kadar iyi değil. Newyork'ta Medical Center Hospital adlı bir hastanede görev almıştım. Fakat vazifem, kan almak, kan vermek, serum takmak, elektrokardiyografi çekmek gibi işler. Hastaya o kadar önem veriyorlar ki, yeni doktorlar hemen direkt olarak hasta muayenesine, tedavisine verilmiyor. Diğer zamanlarda da laboratuvarda çalışıyorum.
Bir hastaya gittim, yaşlıca bir adam. Tahminen 75 yaşlarında. Tabii kendisi ile ingilizce konuşuyorum.
-Kan vereceğim, kolunuzu açar mısınız?
Çünkü adamcağız kanser hastası olduğu halde, üstelik kansızdı. Elimde kan torbası da var tabii ki. Pazusunu açtım, baktım pazusunda dövme şeklinde bir Türk bayrağı var. Çok il-gimi çekti benim, kendisine sormadan edemedim:
-Siz Türk müsünüz?
Kaşlarını yukarı kaldırarak, hayır manasına işaret yaptı. Ama ben hala merak ediyorum.
-Peki bu kolunuzdaki Türk bayrağı nedir?
-Aldırma, işte öylesine bir şey dedi.
Ben yine ısrarla dedim ki;
-Fakat benim için bu bayrak çok önemli. Dikkatimi çekti. Çünkü bu benim milletimin bayrağı, benim bayrağım.
Bu söz üzerine gözlerini açtı, derin derin yüzüme baktı ve mırıltı halinde sordu:-Siz Türk müsünüz?
-Evet Türk'üm.
İhtiyar, gözlerime bakarak tanıdık bir göz arıyor gibiydi. Anlatmaya başladı:
-Yıl 1915. Sen hatırlar mısın o yılları? Çanakkale diye bir yer var Türkiye'de. Orada savaşmak üzere bütün hristiyan devletlerden asker topluyorlardı. Ben Anzak'tım, Avustralya Anzak'larından... İngilizler bizi toplayıp dediler ki; 'Barbar Türkler hristiyan dünyasını yakıp yıkacaklar. Bütün dünya o barbarlara karşı cephe açmış durumda. Birlik olup üzerine gideceğiz. Bu savaş çok önemlidir.' Biz de inandık, sözlerine vaadlerine. Savaşmak isteyenler arasına katıldık.
Avustralyalı ihtiyar Anzak anlatmaya devam ediyordu:
-Bizim beynimizi yıkayan İngilizler, Türklere karşı topladığı askerlerin tamamını Çanakkale'ye sevk ediyorlarmış. Bizi gemilere doldurup Mısır'a getirdiler o zaman. Mısır'da şöyle böyle birkaç ay talim gör-dük, atış talimi. Ondan sonra da bizi alıp Çanak-kale'ye götürdüler.
Savaşın şiddetini ben ilk orada gördüm. Öyle ki, denize düşen gülleler suları metrelerce yukarı fışkırtıyor, gökyüzünde havai fişekler, geceyi gündüze çeviriyordu zaman zaman...
Her taarruzda, bizden de Türklerden de yüzlerce insan, hayatının baharında can veriyordu. Fakat biz he-pimiz Türklerdeki gayret ve cesareti uzaktan gördükçe şaşırıyorduk. Teknolojik yönden çok üstün olduğumuz gibi, sayı bakımından da fazlaydık. Peki onlara bu cesaret ve kuvveti veren şey neydi? İlk bakışta zannediyordum ki, İngilizlerin bize anlattığı gibi, Türkler barbarlıktan öyle saldırıyorlar. Meğer barbarlıktan değil, kalplerindeki vatan sevgisinden kaynaklanıyormuş. Bunu nereden anladığımı söyleyeyim:
Biz karaya çıktık. Taarruz edemiyoruz. Bizi püskürtüyorlar. Tekrar taarruz ediyoruz. Derken böyle bir taarruzda, başımdan yediğim bir dipçik darbesiyle kendimden geçmişim.
Meraktan ağzım açık, yaşlı Avustralyalıyı dinliyorum. Savaşın dehşetli anlarını anlatırken, hastalığına rağmen tir tir titremeye başlamıştı. Devam etti:
-Gözlerimi açtığımda, kendimi yabancı insanların arasında gördüm. Nasıl korktuğumu anlatamam. Çünkü İngilizler bize, Türkleri barbar, vahşi kimseler ola-rak tanıttı ya...
Ama dikkat ettim, yaramı sarmışlar, bana da hiç öyle öf-keli bakmıyorlar. Kendime geldim iyice. Bu defa çantalarında bulunan yiyeceklerden ikram ettiler bana. İyi biliyorum ki, onların yiyecekleri çok çok azdı. Bu haldeyken bile kendileri yemeyip, bana ikram ediyorlardı. Şoke oldum doğrusu. Dedim ki; kendi kendime:
-Bu adamlar şimdi isteseler şu anda beni öldürürler. Ama öldürmüyorlar. Veyahut isteseler önceden öldürebilirlerdi. Halbuki beni cephenin gerisine götürdüler. Biz esirlere misafir gibi davranıyorlardı.
Bu duygularla 'Yazıklar olsun bana' dedim. 'Böyle asil insanlarla niye savaşıyorum ben. Niye savaşmaya gelmişim. Bu İngiliz milleti ne yalancıymış, ne kadar Türk düşmanıymış.' Diyerek pişman oldum. Ama bu pişmanlığım fayda etmiyor ki... Bu iyiliğe karşı ne yapsam diye düşündüm, durdum, günlerce...
Nihayet bizi serbest bıraktılar. Memleketime döndüm. İşte memlekette Türk milletini ömür boyu unutmamak için, koluma bu dövme Türk bayrağını yaptırdım. Bu bayrağın esrarı bu işte.
Benim gözlerim dolu dolu ihtiyara bakarken o devam etti:
-Talihin cilvesine bakın ki, o zaman ölmek üzere iken, yaralarımı iyileştirerek, sıhhate kavuşmama çaba sarf eden Türkler idi. Şimdi de Amerika gibi bir yerde, yıllar sonra yine iyileştirmeye çaba sarf e-den bir Türk...
Ne garip değil mi? Avustralya'dan Amerika'ya gelirken, bir Türk'le karşılaşacağımı hiç tahmin etmezdim. Size minnettarım. Siz Türkler gerçekten çok merhametli insanlarsınız. Bizi hep kandırmışlar. Buna bütün kalbimle inanıyorum.
Peşinden nemli gözlerle, 'Bana adınızı söyler misiniz?' dedi. 'Ömer' cevabını verdim. Gayet merakla tekrar sordu:
-Peki niçin Ömer ismini vermişler sana?
-Babam, müslümanların ikinci halifesinin isminden ilham alarak bana Ömer adını vermiş.
-Yahu senin adın müslüman adı mı?
-Evet müslüman adı,
Deyince, yüzüme baktı, baktı, birden doğrulmak istedi. Ben mani olmak istedim. Israr etti.
Ama niye ısrar ediyordu?
İhtiyarın ısrarına dayanamayıp, yatakta oturmasına yardım ettim. Gözleri dolu doluydu. Yüzüme bakarak dedi ki;
-Senin adın güzelmiş. Benim adım şimdiye kadar Mr.Josef Miller idi. Şimdiden sonra Anzak'lı Ömer olsun.
-Olsun!
-Peki doktor, beni müslüman eder misin? Müslüman olmak zor mu?
Şaşırdım. Nasıl da birden bire müslüman olmaya karar vermişti? Meğer o yaşa gelinceye kadar, içten içe hep düşünüyormuş da, kimseyle konuşamadığı için, soramadığı için söyleyemiyormuş.
-Tabii , müslüman olmak çok kolay, dedim. Sonra kendisine, imanın ve islamın şartlarını anlattım. Kabul etti. Hem kelimei şahadet getiriyor, hem de çocuklar gibi ağlıyordu.
Yaşlılık bir yandan, hastalık bir yandan, bir de yıllardan beri, içinde kavuşmak isteyip de bilemediği için, kavuşamadığı İslamiyet'e olan hasretin sona ermesi bir yandan, bu yaşlı gönlü duygulandırmıştı. Mırıldandı:
-Siz müslümanlar tespih çekersiniz. Bana da bir tespih bulsan da, ben de yattığım yerden tesbih çekerek Allah'ımı ansam olur mu?
Bu sözden de anladım ki, dedelerimiz savaş esnasında Hakk'ı zikretmeyi ihmal etmiyormuş. Neyse uzatmayayım, hemen bir tespih bulup kendisine getirdim.
Hasta yatağında tespih çekiyor, biz de gerektiğinde tedavisiyle ilgileniyorduk. Fakat benim için o daha bir başkalaşmıştı. Müslüman olmuştu. Bir gün yanına gittiğimde samimi bir şekilde rica etti:
-Beni yalnız bırakma olur mu?
-Ne gibi Ömer amca!
-Ara sıra gel de bana İslamiyeti anlat! Sen çok güzel şeylerden bahsediyorsun. O sözleri duydukça kalbim ferahlıyor.
O günden sonra her gün yanına gittim. Bildiğim kadarıyla dinimizi anlattım.
Fakat günden güne eriyip tükeniyordu.
Kaç gün geçti, tam hatırlamıyorum. Hastanenin genel hoparlöründen bir anons duydum:
'-Doktor Ömer! Lütfen 217 numaralı odaya gelin!'
Dedim ki içimden 'Bizim Ömer amca galiba yolcu' He-men yukarı çıktım. Odasına vardığımda gördüğüm manzara aynen şöyleydi:
Sağ elinde tespih, açık duran sol kolunun pazusunda dövme Türk bayrağı, göğsünde imanı ile, koskoca An-zak'lı Ömer, son anlarını yaşıyordu.
Hemen başucuna oturdum, kendisine kelimei şahadet söylettirdim. O şekilde kucağımda ruhunu teslim etti.
Bir Çanakkale gazisi görmüştüm. Yıllar sonra da olsa Müslüman Türk Milletine olan sevgisi sayesinde kendisine iman nasip olmuştu.
Ne yalan söyleyeyim, ağladım...



Not: alıntıdır Atila yılmaz izmir

http://www.canakkalesavasi.gen.tr/canakkale-zaferi.html

17 Mart 2017 11-12 dakika 16 öyküsü var.
Yorumlar