Sıcak Çikolata
'Yağmur! Yağmur! Yağmur! Sanki gök delindi.' Genç kız askılı çantasının kenarında ki şemsiyeyi çıkarıp açtı. Gri şemsiyesinin üstüne şıp şıp dökülen damlalar hızlandıkça o da adımlarını hızlandırıyordu. Okuldan eve gitmek için bineceği otobüsün durağına doğru yürümekten vazgeçip birkaç adım ilerisinde ki kafeye girdi. Dışarının soğuğuna nazaran içerisi oldukça sıcaktı. İçeri girdiği ilk an da yüzüne çarpan bu sıcaklığın rahatlatıcı etkisiyle birkaç adım attı ve kafenin içini kolaçan edip pencere kenarında ki yeni boşalmış olduğu her halinden belli olan masaya gidip oturdu. Garson masada ki boş çay fincanlarını alırken bir yandan da Canan'a 'Ne alırsınız?' diye sormayı ihmal etmemişti. Canan; 'Sıcak çikolata lütfen.' Deyip masadan ayrılan garsonun ardından çantasını çıkarıp diğer sandalyenin üstüne bıraktı. Montu hala üstündeydi ama içerinin sıcağı yüzünden onu da çıkarıp sandalyesinin arkasına astı. Servis edilen sıcak çikolatasını önce koklayıp, çikolatanın mayhoş rahatlığıyla da içini ısıtırken daha dudaklarına değen ilk yudumun tadını alamadan telefonundan gelen arama sesiyle irkildi. Arayan büyük ihtimal annesiydi. Oflaya oflaya telefonu açıp 'Ek ders var anne. İki saat kadar geç geleceğim.' Deyip telefonu kapattı. Annesinin yerli yersiz onu araması her zaman ki gibi sinirini bozmuştu. Her an kontrol edilmek artık bir üniversite öğrencisi olan bu genç kızı haliyle daha fazla rahatsız ediyordu. Telefonu kapattıktan sonra tekrardan masada duran çikolatasına uzanıp 'Gel bakalım buraya. Nerede kalmıştık.' Dedikten sonra bir yudum alıp rahatlayacaktı ki karşı masa da kendine bakıp gülümseyen bir çift gözle karşılaştı. Ama karşıda duran ve en fazla Canan'dan beş altı yaş büyük olduğu her halinden belli olan bu gencin Canan'a gülümseyişinde bir tuhaflık vardı. Hoşlandığı bir kıza küçük bir tebessüm atar gibi değil de az önce ki telefon konuşmasına gönderme yapar gibiydi. 'Annene yalan söylediğin için mutlu musun?' der gibi bakıyordu. Rahatsız eden bakışlara fazla takılmayıp 'Hıh!' dedikten sonra tekrar çikolatasına döndü. İlk anın sıcaklığı kalmasa da gene de idare eder bir akıcılığı vardı. Çikolatasını içip yağmurun dindiğini de anlayınca kafeden ayrıldı. Eve geldiğinde ilk iş üstünü değiştirip mutfağa gitti. Annesinin hem dâhili, hem harici, hem de psikolojik hasta olma durumu bugünde devam ediyordu. Canan kendini bildi bileli annesinin bitmek bilmeyen hastalıkları da onunla birlikte büyümüştü. Sadece ilerleyen tıp sayesinde artık annesinin bazı hastalıklarının adı vardı. Mutfak dolabından çıkardığı düdüklüsüne soğan ve biberi incecik kıyıp koyduktan sonra biraz kuşbaşı et, tuz, baharat ve salçayı da ekleyip kavurdu. En son aşamaya gelinmişti artık. Dünden ısladığı nohutları da ekleyip suyunu da ayarladıktan sonra akşam yemeği derdini de atlatmış oluyordu. Hafta da bir genel temizlik yaptığı için bu gün temizlik yapmaya gerek yoktu. Zaten hocaları sağ olsun öyle az(!) ders veriyorlardı ki Canan kendini hızlı trenin içinde gibi hissediyordu. Kaçacak yer yok ev, okul. Bu arada yaşadığını bile anlayamıyordu.
Ertesi gün gene aynı saatte kalkıp hazırlandıktan sonra kahvaltı sofrasını makineye yerleştirip annesine 'İlaçlarını almayı unutma!' diye tembihleyip evden çıktı. Koştur koştur otobüse yetişip son anda orta kapıdan içine bindikten sonra o sıkışıklığın içinde nefessiz kaldığını hissetmiş olacak ki derin bir nefes alma ihtiyacı hissetti. Ama otobüsün içi o kadar doluydu ki onun için gerekli nefesi muhtemelen az önce içerdekiler tüketmişti. O'nun bindiği duraktan sonra yol boyu devam eden beş durakta daha yardımsever şoförün aldığı diğer yolcularla artık iğne atsanız yere düşmeyecek kıvamı alan otobüste bir de yanında duran orta yaşı geçmiş adamın sapıkça bakışlarıyla haşır neşir olmak zorunda kalınca sinir iyice tepesine çıkmıştı. Üniversitenin durağına geldiğinde kendini dışarı nasıl attığını bilemedi. İndiğinde ise yağmur tepesinden aşağı yağmaya devam ediyordu. Sanki dünden kalan bir alacağı varmış gibi. Elini hemen çantasına atsa da şemsiyesinin orada olmadığını anlayınca artık bu geldiği son nokta oldu genç kızın. Dün gittiği kafe de bıraktığını hatırlaması birkaç saniyesini alsa da gireceği sınav ıslanmasından daha önemliydi. Koşar adım sınav salonuna doğru yol aldı.
Sınavdan çıktıktan sonra ise ilk iş ıslanmış saçlarını bir düzene sokmak için lavabonun yolunu tuttu. Belini geçen siyah düz saçları vardı. Birçoklarına göre klasik olan ve 'Kezban!' diye alay edilen bu saç şeklini o seviyordu. İnatla kestirmemeye ve hatta boyatmamaya devam ediyordu. Lavabodan çıktığında kapı önünde konuşan kızların muhabbeti çalındı kulağına. Bir sonra ki dersin hocası ayağını incittiği için ders boştu. Bu da demek oluyordu ki Canan o günü kendine ayırabilirdi. Sınıfa gidip sınavının iyi geçmesinden sonra ki ikinci iyi haberi almış olmanın hazzıyla çantasını boynuna taktığı gibi böyle boş zamanlarında gittiği tek yerin yolunu tuttu. Okulun yakınlarında ki Lalezar kitap evine gidecekti. Oraya gidip saatlerce vakit geçirmeyi çok seviyordu. Yeni keşfettiği bu cennette her zaman ki yalnızlığı kuş olup uçarken o da yenidünyalara kısa kısa yolculuklar yapıyordu. Ama fakültenin kapısından çıkar çıkmaz gene O'nu bekleyen yağmur bütün planlarını alt üst etmişti. Kafeye gidip, şemsiyesini alıp oradan da kitapçıya geçmeye karar verdi. Kafeye geldiğinde içeri girip hemen şemsiyesini alma telaşındaydı. Ama bazen evde ki hesap çarşıya uymaya biliyordu. İçeri girdiğinde tıpkı dün yaşadığı o sakinlik ve sıcaklık hissini tekrardan hissetmişti. Gelirken hiç aklında olmamasına rağmen kapıdan içeri girer girmez yaşadığı bu his O'na 'Dün ki Çikolatadan hiç tat alamadım. Bir tane daha içsem bir şey olmaz. Hem kitapçı kaçmıyor ya.' Dedirtip dün ki masaya gelip oturmasına neden oldu. Yanına gelen garson hemen tanımıştı genç kızı. 'Sıcak çikolata Lütfen!' dedi. Garson masadan ayrılırken O'da kafenin içine bakınıyordu. Tam bu sırada dün nasıl olup da görmediğini seneler sonra bile şaşırarak düşüneceği o şeyi fark etti. Kafenin bir duvarı boydan boya kitaplarla doluydu.
Oturduğu yerden yavaşça ayağa kalkıp kitaplığın yanına geldi. Sanki büyülenmiş gibi kitaplara bakarken gayri ihtiyari elini uzatıp bir tanesini aldı. Aldığı kitap Özdemir Asaf'ın şiirlerinden derlenmiş bir şiir kitabıydı. Rastgele bir sayfa açıp gözüne ilk çarpan dörtlüğü okudu. Farkında olmadan biraz da yüksek bir sesle.
'İnsanlar gelmeleriyle yalnızlıklarını dağıtanları severler, gitmeleriyle kendilerini yalnız bırakanlara âşık olurlar.'
Özdemir ASAF
'Sende mi Özdemir Asaf!' dedi ama bu kez içinden. Kitabı eline alıp içinde bir yerlerde kapanmaya başlayan bir yaranın hafif sızılarıyla az önce kalktığı masasına döndü. Yaşı henüz 18 olan bir genç kızında kalbinin derinliklerinde aşk acıları olabilirdi değil mi? Birkaç yılını heba ettiği o sivilceli çocuk geldi aklına. Platonik bir ergenlik aşkıydı. Ama gene de içini sızlatmaya yetiyordu. Şimdilerde ise âşık olmak istemesine rağmen vakit bulamıyordu sürekli bir koşuşturmaca içinde kafası allak bullak. En çok istediği okulu kazanmış hayalini kurduğu üniversite ortamına girmişti ama günlük sıkıntıları ve saçma sapan aile meseleleri yüzünden hiçbir şeyin tadına varamaz olmuştu. Sıcak çikolatasını kitabına arkadaş edip kafeden çıkmadan kitabı bitirdi. Tekrar aldığı yere bırakıp masasına döndü üstünü giyip kapıya yöneldi. Tam kapıdan çıkacağı anda ise kapıdan içeri bodoslama giren adamın kendine çarpmasıyla neye uğradığı şaşırdı. Bu adam, dün kendiyle alay ettiğini düşündüğü kişiden başkası değildi. Genç adam kibarca özür dileyip kenara çekilince Canan adamı hiç umursamadan kafenin kapısına elini uzattı. Karşısında hala dik dik kendine bakan adamın gözleri dünkünden daha alaycı gelmişti Canan'a. Kapıyı açıp çıkacağı sırada ise bu gerginliğin nedenini daha iyi anladı. 'Gene ek ders vardı sanırım.' Canan neye uğradığını şaşırmış halde yırtık dondan çıkar gibi kendi hayatına dâhil olmaya çalışan, dahası laf sokan gence bakıp hiç umursamadığını belli etmemek için tekrardan kapıya yönelip dışarı çıktı. Dışarı çıktıktan sonra aklına gelen tüm özlü sözleri bir bir saymaya devam ederken kendini de gaza getiriyordu. 'Sinir şey. Sanki ona soran vardı?' Otobüse binip evine geldiğinde bile hala siniri geçmemişti. Akşam yemeğinden sonra dersini yapmak için kendisinden yardım bekleyen kardeşine bile yok yere sinirlenip orta çaplı bir depremle evi çalkaladıktan sonra güç bela yatağına yatıp uyumaya çalıştı. Ama tam uykuya dalacakken birden yattığı yerden doğrulup 'Şemsiyem!' diye söylendikten sonra aynı hızla başını tekrardan yastığa koydu. 'Nasıl olsa her gün orada değil ya? Sinir şey ne olacak. Yarın gidip ilk iş şemsiyemi alırım.' Deyip gözlerini yeniden kapattı.
Ertesi gün en son dersi saat dörtteydi. Ders biter bitmez gene kafenin yolunu tuttu. Kafeye gelince içeri girdi ve dün kendine servis yapan garsonu görmenin mutluluğu ile 'Affedersiniz. Dün burada, daha doğrusu bir önce ki gün burada şemsiyemi unutmuşum. Gri bir şemsiye.' Diye şemsiyesinin robot resmini çizdirecek kadar ayrıntıya girmişken; garson parmağını dudağına götürüp elinde ki boş tepsiyi pastaların bulunduğu camekânın önüne koydu ve 'Evet, Burada unutulan eşyaları depoya kaldırırız. Siz oturun ben birazdan getiririm.' Deyip Canan'a pencere kenarında ki masayı gösterdikten sonra aşağı kata inen merdivene yöneldi. Canan ise beklerken oturmak yerine tekrardan kitaplığın önünde buldu kendini. Eline aynı kitabı alıp rastgele bir sayfa daha açtı. Sanki şiirlerden fal bakıyordu.
'Hiçbir şey söyleme.
Söylersen
Yap.
Yaparsan
Sus.
Susarsan
Kaçma.
Kaçarsan
Söyle.'
Özdemir ASAF
'Bu da ne şimdi? Ne anlama geliyor ki bu şiir?' diye söylenip kitabı tekrardan yerine koyup boşta kalan ellerini ceplerine sokup arkasına döndü. Garson da tam o sırada merdivenlerden yukarı çıkıyordu. Yüzünde üzgün bir ifade ile. 'Efendim üzgünüm. Ama şemsiyenizi bulamadım.' 'Nasıl olur. Ben burada unuttuğuma adım kadar eminim.' Diye karşılık verdi Canan. Ama garsonun cevabı da aynı şekilde netti. 'Burada unutulmuş olsaydı depodan başka bir yerde olamazdı. Başka bir yerde unutmuş olamaz mısınız?' 'Hayır. Burada unuttuğuma eminim.' Tam o sırada kafeden içeri giren genç bir adamın elinde ki şemsiyeyi görünce onu işaret ederek 'Bakın. Bu şemsiyenin aynısı olaca...' deyip kelimesini bitirmeden duraksadı. Elinde şemsiye tutan genç şemsiyeyi kapatıp oturduğu sandalyenin kenarına bırakınca Canan'da yarım bıraktığı cümlesini tamamlıyordu. 'Hatta bu şemsiye benim şemsiyem.' Soluğu genç adamın yanında alıp kollarını birbirine doladıktan sonra gözlerini yanda duran şemsiyeye dikip bacağını sinirle sallamaya başladı. Genç adam bakışlarını kıza çevirip 'Bir sorun mu var?' diye sordu. Yüzünde hala ilk gün ki alaycı tavır vardı. Ve bu Canan'ın daha da sinirlenmesine neden oluyordu. 'Senden ala sorun mu olur. Şemsiyem ve sen birbirinize yakışmışsınız doğrusu.' 'Ne söylemeye çalıştığınızı anlamıyorum küçük hanım.' Dedi Yiğit. 'Demek öyle. Diyorum ki az önce buraya birlikte girdiğiniz bu gri şemsiye benim oluyor. Şimdi anladınız mı beyefendi?' Canan iyice sinirlenirken kolundan çekiştiren garson 'Efendim. Yanlış bir anlama var sanırım. Bu sizin şemsiyeniz olamaz.' Diye uyarmaya çalışsa da burnundan soluyan genç kızın sakinleşeceği yoktu.
'Ne o? Yalan mı söylüyorum ben? Kaç gündür buraya geliyorum. Ve bu adamda kaç gündür burada. Ben şemsiyemi kaybediyorum. Bir de bakıyorum ki şemsiyemin aynısı hatta kendisi beyefendinin ellerinde. Şimdi sizce bu durumu en fazla nasıl yanlış anlayabilirim.' Canan kendinden gayet emin bir şekilde Yiğit'i suçlarken, genç adam oturduğu yerden ayağa kalkıp garsona bakarak 'Serkan küçük hanımın şemsiyesi benim odamda askılığın üstünde.' Dedi ve eline kendi şemsiyesini alıp kafenin mutfak bölümüne geçti. Tek bir söz söylemeden, laf sokmaya çalışmadan... Canan ise bembeyaz tenine az önceki utancın kırmızı rengiyle sert bir makyaj yapmış gibi bozulan suratıyla orada öylece kalıverdi. Garson hızla koşup şemsiyeyi getirirken genç kız kafeden nasıl çıktığını bile hatırlamıyordu. Otobüse bindiği anda az önce okuduğu şiirin ne anlama geldiğini daha iyi anlamıştı.
'Hiçbir şey söyleme.
Söylersen
Yap.
Yaparsan
Sus.
Susarsan
Kaçma.
Kaçarsan
Söyle.'
Eve geldiğinde dünkünden daha da sinirliydi. Annesi ve hatta kardeşi bile bu kez ona bulaşmadan günü tamamlama telaşına düşmüştü. Canan ise sinirini kendi içinde yaşayıp sesiz bir şekilde günlük işlerini yapıp bulaşıkları da makineye yerleştirdikten sonra odasına çekildi. Abisi üniversite eğitimi için şehir dışında olduğunda artık kendine ait bir oda vardı. Odasının kapısını kilitleyip PC nin başına geçti. Ne kadar sinirli olursa olsun düşünmeden hareket ettiği için suçsuz yere birini suçlamış olmak O'nu beter bir utancın içine gömüyordu. Bir şekilde bu utançtan kurtulması gerekliydi. Hayatta en sinir olduğu şeyi yapmıştı Hatta başına gelmesinden en çok korktuğu şeyi. Birini hırsızlıkla suçlamıştı. Hem de anlamadan dinlemeden. Peki, Ya şimdi, şimdi ne olacaktı? Ertesi gün dersi biter bitmez kafenin olduğu yere geldi. Kafenin yanında süslenmiş halde duran çam ağacının arkasına gizlenip içeriyi dikizlemeye başladı. Bir yandan ne olacaksa olsun düşüncesiyle 'İçeri girer, özür diler çıkarsın. Sanki devlet meselesi bu kadar büyütmene gerek yok.' Dese de bir yandan da yaptığının büyük bir aptallık olduğunu bildiği için içeri girmeye korkuyordu. Bakışlarını tekrardan camdan içeri dikip seyre koyulduğu anda ise omzunda hissettiği parmakla çığlığı basması bir oldu. O çığlık atarak arkasına döndüğünde ise karşısında gülen bir çift gözle karşılaştı. O'na; gülen bir ifadeyle bakan Yiğit'ten başkası değildi.
Sanki dün onca olay olmamış gibi ellerini kot montunun cebinden hiç çıkarmadan 'İçeri girsene, hava çok soğuk. Neden burada dikiliyorsun?' Deyip bakışlarını gökyüzüne doğrulttuktan sonra konuşarak kafeye girdi. 'Sanırım artık kar yağacak.' Canan; şok geçirmiş halde Yiğit'in arkasından bakarken, Yiğit ise peşi sıra kafeye girmemiş olan Canan'ın neden girmediğini anlamak için başını kafenin kapısından dışarı çıkarıp sordu. 'Neden hala dikiliyorsun orada?' Canan ne cevap vereceğini şaşırmıştı ama vücudu onun diline dökemediği cevabı adımlarına yansıtıyordu. Yarım saat kadar sonra Yiğit ve Canan karşılıklı sandalyelerde oturmuş, garson ise geçen günlerde olduğu gibi Canan'a sıcak çikolatasını o daha istemeden getirmişti. Önünde duran kupaya bakıp içinden 'Bu ne ya! Oyun mu oynuyor bu adam benimle? İyilik meleği falan mısın yoksa sen?' diye geçiriyordu. Yiğit ise Canan'ın konuşmayacağını artık anladığı için 'Evet, neden geldin? Hala şemsiyenin davasını gütmeyeceksin değil mi?' Diye söze başlayınca, Canan yanaklarında hissettiği kızarmayla bakışlarını kafenin camından, kaldırımda yürüyen insanlara çevirip derin bir nefes aldı. 'Ben... Ben sadece... Dün yaptığım kabalık için...' dedi ve sustu. Çünkü Yiğit onun sözünü bitirmesine izin vermemişti. 'Dün olanları ben çoktan unuttum.' Deyip ayağa kalktı. Kafenin içinde ki kitaplığa doğru yürüyüp Canan'ın her geldiğinde şiirlerden fal baktığı kitabı eline alıp tekrardan kalktığı yere oturdu. Kitabın sayfaları arasından tıpkı Canan'ın da yaptığı gibi rastgele bir sayfa açıp okumaya başladı.
'Gelecekse beklenen, beklemek güzeldir. Özleyecekse özlenen, özlemek güzeldir. Ve sevecekse sevilen; O hayat her şeye bedeldir.'
Özdemir ASAF
Canan; Yiğit'in yaptığı hiçbir hareketi bir mantık çerçevesine oturtamazken şimdi bu da ne demek oluyordu. Ve şiiri okurken ki ses tonu neden içini sızlatmıştı. Topu topu on beş kelime ve birkaç nefes alımı yazım kuralı. Etkilenecek ne vardı ki? Yiğit ise Canan'ın bakışlarında ki tedirginliği fark edip konuşmaya devam etti. Öncelikle tanışalım. 'Ben Yiğit. Gördüğün bu kafenin işletmecisiyim. Bir sene falan oldu burayı devralalı. Şimdilik her şey yolunda ama ben daha da geliştirmek istiyorum. Anladığım kadarıyla öğrencisin. Ek dersler falan :D' Canan; bir an sinirlense de bu konuşmanın nereye varacağını anlamak için hiçbir karşılık vermedi. 'Beykent üniversitesinden bir sürü müşterimiz oluyor. Yani senin anlayacağın bizim hitap ettiğimiz kesim üniversite öğrencileri. Sende o okulda okuduğuna göre gel seninle bir anlaşma yapalım. Hem sana ek gelir, part time bir iş olur hem de ben senin çevrenden yararlanmış olurum.' 'Nasıl yani?' diye sordu Canan. Onca şeyin içinde takıldığı tek şey bu işi nasıl yapacağıydı sanki. Yiğit konuşmaya devam etti. 'Üst katta burada ki alan kadar boş bir alanımız daha var. Anladığım kadarıyla kitaplarla aran iyi.' 'Nereden çıkardınız bunu?' diye şüpheci bir tavırla sordu Canan. Yiğit ise 'Sadece iyi bir gözlemciyim diyelim. Evet, ne diyordum? Hatırladım. Demem o ki bu boş alana tıpkı bir kütüphane gibi kitaplar yerleştireceğim. Gelen müşteriler istediği kitabı alıp alt katta kahvesini yudumlarken okuyabilecekler.' 'Peki, benden istediğiniz nedir? Sizin sandığınız gibi öğrencilerle o kadar içli dışlı değilim aslında.' 'Senden istediğim senin okuduğun kitaplarla kütüphaneyi doldurmama yardım etmen. Kitlemiz belli senin yaşında üniversite öğrencisi insanlar.' Canan hala anlamıyordu ama işin içine ek gelir ve ondan da önemlisi en sevdiği şey olan kitap girince hayır deyip kestirip atmakta işine gelmiyordu. Birkaç gün müsaade istedikten sonra kafeden ayrıldı. Otobüse bindiğinde kulaklıklarını takıp dinlediği müziği son ses açtıktan sonra başını oturduğu koltuğun yan camına yaslayıp dışarıyı seyre koyuldu. O an da ise aklında sadece Yiğit'in sesinden dinlediği o şiir vardı.
Özlenen, seven ve dahası sıkıcı hayatına gelen giden kimse yoktu ama şiir gene de etkilemişti Canan'ı. Akşamüzeri yemek yendikten sonra annesinin yanına gelip 'Okuldan arta kalan zamanda part time bir işte çalışsam nasıl olur anne?' diye sormayı geçirdi aklından ama buna izin çıkmayacağını biliyordu. O nedenle okulu bahane edip bir şeyler uydurmalıydı. Belki de hocalardan birini. 'Okulun yanında ki bir kafede hocalarımızdan Pelin Hanım bir kütüphane hazırlıyor benimde ona yardımcı olmamı istedi. Yarından sonra ki gün okul çıkışlarında orada olacağım Günde sadece üç saat kadar.' Bazen hayatımızda söylemek zorunda olduğumuz küçük yalanlar olabilir. Bu karşımızdakini önemsemediğimizden ya da umursamadığımızdan değil ama onun anlamayacağını bildiğimiz içindir. Ailesinden de izin aldıktan sonra bir gün de öylesine oyalanıp dediği gibi iki gün sonra tekrardan kafenin yolunu tuttu. Bu arada hafif hafif yağmaya başlayan kar kaldırımların üstünü beyaza boyarken kafenin yanında ki çam ağacının dalları da nasibini almıştı. Kimseye çaktırmadan ağacın yanına geçip ellerini de zafer işareti yaptıktan sonra cep telefonuyla fotoğrafını çekip içeri girdi.
İşte Canan için yeni bir serüven başlıyordu. O'na sıkıcı gelen hayatının içinde kitaplarla dolu bir serüven hem de. Yiğit; Canan'ı karşısında görünce hiç şaşırmadı doğrusu. Sanki geleceğini biliyormuş gibi bir ifade vardı yüzünde. Ama Canan küçük bir şart sundu Yiğit'e. 'Size yardım edeceğim ama her gün sadece 3 saat. Ailem bir yandan okul bir yandan da burada çalışmama müsaade etmez. O nedenle okuldan sonra ki 3 saati burada geçireceğim. Ya da gündüz dersim yoksa sabah gelip üç saat kalıp giderim.' Yiğit hiç itiraz etmedi bu şarta. Ve kabul etti. İki gün içinde mobilyacıdan Yiğit'in sipariş ettiği raflar getirilip yerlerine takıldı. Canan; dersi biter bitmez kafeye geliyor aşağı katta hiç bekleme yapmadan üst kata çıkıp sipariş verdiği kitaplardan gelenler varsa bir kütüphane çalışanı kıvamında özenle yerlerine yerleştiriyordu. Yiğit'le aralarında geçen en uzun konuşma işi kabul ettiği gün yaptıkları olmuştu. Yiğit genelde Canan üst katta yalnız olduğunda yanına uğramıyor ve onun rahat çalışmasına olanak sağlıyordu. Canan ise bu durumdan hiç rahatsız değildi. Garip bir şekilde onunla aynı ortamda yalnız kalmaktan tedirgin oluyordu. Bu tedirginliğin anlamını çözemediği gibi kafasına da takmak istemiyordu. Sonuçta huzur bulduğu bir iş yapıyordu. Kitaplar ve Canan'ın hayalleri. Gitmek isteyip gidemediği yerler, hissetmek isteyip hissedemediği duygular, asla yaşayamayacağı eski dönemlere ait romanlar. Hepsi Canan için ayrı birer hazineydi. Ta ki o olayın olduğu güne kadar.
Hayatında ev, okul ve part time işinden başka hiçbir şey olmayan bu genç kız o gün bambaşka bir şeyin farkına varacaktı. Sabah erken saatte boş olduğunu öğrendiği dersin mutluluğuyla kafenin yolunu tuttu. Nerdeyse hazırladığı kitaplıkta ki tüm raflar dolmak üzereydi. Bu içini biraz olsun burksa da kendi başına oranın tüm düzenini sağladığı içinde gururluydu. Kafeden içeri girer girmez gözlerinin önünde cereyan eden kavgaya kadar da içinde sadece bu burukluk vardı. Yiğit; en fazla kendi yaşlarında olan bir gençle tartışıyordu. 'Seni bir daha bu kızın yakınında görmeyeceğim. Anlıyor musun beni?' karşısında ki genç ise 'Sen buna karışamazsın. Bu O'nunla benim aramda olan bir şey. Seni ilgilendirmez.' Diye karşılık verince, Yiğit hala dik dik konuşmaya devam eden gencin yakasına yapışıp 'O'nun yaşadığı her şey beni ilgilendirir. Başını belaya sokmak istemiyorsan Sinem'i rahatsız etmeyi bırakacaksın.' Deyip genci yakasından tuttuğu gibi kafenin dışına attı. Bu hareketi yaparken kapı ağzından hafif kenara kayan Canan'ın omzuna çarptığını bile fark etmemişti. Canan'ı bile fark edip etmediği meçhuldü gerçi. Yiğit; duvar kenarında ağlamaya devam eden Sinem'in yanına gidip 'Hadi kalk ayağa. Biraz dışarı çıkalım.' Dedikten sonra kızın koluna girip kafeden çıkıp kızla beraber arabasına bindikten sonra oradan uzaklaşırken Canan ise bu olayı kafenin camından seyredip kimseye tek bir soru bile sormadan üst kata çıktı.
Sürekli güler bir yüz ve kibar bir ifadeyle ortalarda dolaşan bu genci bu kadar sinirli görebileceğini asla düşünmemişti. Hem de bir kız yüzünden. Bir yandan kitapları yerleştirirken bir yandan da aklında Yiğit vardı. 'Demek ki çok seviyor. Nasıl da kıskandı. Korumaya çalıştı.' O gün ders saati gelene kadar kafede ki o gün ki işleri bitmiş olmasına rağmen bekledi durdu. Eline aldığı Özdemir Asaf kitabını bile açıp okumadı. Üst katın merdiven tırabzanlarının kenarında ki masaya oturup kafenin girişine dikti gözlerini. Belki de o an hayatında ki en büyük eksikliği hissediyordu. Âşık olmanın o tutkulu hissini. Ya da Yiğit'in gittiği yerden geldiğini görmeyi kim bilir? Ama Yiğit gelmedi. Canan ise telefonunun alarmı çalar çalmaz ayağa kalkıp önce elinde ki kitabı yerine bıraktı sonra da üstünü giyip aşağı kata inmek için merdivenlere doğru birkaç adım attı. Ama içinde ki garip his az önce yerine koyduğu kitabı tekrardan gidip almasını sağladı. Kitabı avuçlarının arasına alıp, gözlerini kapattı. İçinden ne geçti o da emin değildi ama dua eder gibi bir hali vardı. Sonra kitabın rastgele bir sayfasını açtı.
'Sen bana bakma, ben senin baktığın yönde olurum.'
Özdemir ASAF
İçten içe sinirlenip 'Bir günde ruh halime uygun bir şey çıkmayacak sanırım bu kitaptan.' Diye söylenip tekrardan aşağı indi ve kafeden çıkıp okulun yolunu tuttu. Devam eden üç gün boyunca Yiğit kafeye uğramadı. En azından Canan onu hiç görmedi. Dördüncü gün öğleden sonra tekrardan kafenin yolunu tuttu. Deli gibi merak ediyordu Yiğit'i. Neden merak ettiğini tam olarak anlamasa da aklında ki tek soru belki de bir ayı aşkın her gün gördüğü insanın neden kendi iş yerine gelmediğiydi. O gün kafeden içeri girer girmez her zaman ki gibi etrafı süzmeyi de ihmal etmemişti. Yiğit gene yoktu ortalarda. 'Bugünde gelmeyecek.' Diye söylenip üst kata çıktı. Uzun uzun sohbetler etmeseler de, konuşmaları kitapların dışına hiç çıkmasa da, bir aydan beri Yiğit'le birçok defa göz göze gelmişlerdi. Bir anlamı olmayan kısa bakışlar. Üstünde ki montu çıkarıp askıya astıktan sonra hiç vakit kaybetmeden gelen kolilerin yanına gidip heyecanla açtı. Daha kendisinin bile okumadığı birçok kitap vardı bu kolilerde. Ama ikinci kutuyu açmaya çalışırken elinde ki maket bıçağını hızla kendine doğru çekince bandı kolay kesebilmek için elinin yanına bastırdığı diğer elinin işaret parmağının üstünden geçip küçük bir çığlık attı. Çok büyük bir kesik değildi ama günlerdir içinde peyda olan sıkıntının üstüne bu küçük yara tuz biber ekmişti. Kolinin yanına oturup kanayan parmağını göz hizasına getirip ağlamaya başladı Usul usul sessizce. Neden her terslik onu buluyordu ki? Neden kalbi bu aralar böyle sıkışıyordu ki? Neden okulda ki zengin züppelerinin havasını çekmek zorundaydı ki? Neden evde bütün işleri o yapmak zorundaydı ki? Neden bu kitaplardan başka hiç kimseye sığınabilecek kadar güvenemiyordu ki? Oysa herkesin en rahat yaptığı şey buydu? Birine sığınmak. Birine güvenmek. Peki, kendi söz konusu olunca neden böyle oluyordu. Henüz 18 yaşındaydı. Ne büyük büyük sevdalar atlatmıştı, ne de çok büyük acıların ortasında kalmıştı. Aralık ayının bu karlı kış günü bile içinde ki sinirin sıcağını alıp götüremiyordu. Canan bu sorularla boğuşurken, aklına gelen 'Neden?' sorularına saniye geçtikçe bir yenisini daha eklerken birden kanayan parmağının tutan elin gölgesine kaydı bakışları.
Yiğit aynı sevimli ifadeyle 'hemen saralım. Yoksa Allah korusun mikrop kapar hatta kangren bile olabilir. Değil mi?' deyip yanında hazır ettiği yara bandının kâğıdını çıkarıp Canan'ın şaşkın ve ağlamaktan kızarmış gözlerine aldırmadan üstünde sevimli kahramanlar bulunan bandı Canan'ın parmağına dolayıp 'Artık parmağın güvende. Bugs Bunny onu korur.' Dedikten sonra ayağa kalkıp elini genç kıza uzattı. Canan ise hiç düşünmeden Yiğit'in elini tutup kendini yukarı çeken gücün kontrolüne bıraktı bedenini. Yarım saat kadar sonra ikisi birden kolilerde ki kitapları yerleştirmişler ve Yiğit'in söylediği yorgunluk kahvelerini içmeye başlamışlardı bile. Canan ilk yudumu aldıktan sonra; bir yandan kahvesini içerken diğer yandan aşağı katta ki müşterileri izleyen Yiğit'e bakıp 'Birkaç gündür seni görmedim. İşlerin vardı sanırım.' Dedi kısık bir sesle. Yiğit'te aynı tonda cevap verdi. 'Evet, işlerim vardı biraz. Kökünden halletmem gereken bir mesele onun için şehir dışına çıkmam gerekti. Benim yokluğumda sıkı çalışmışsın. Burası istediğimden de iyi olmuş. Ha bu arada sana küçük bir hediyem var. Gerçi buradaki işin tamamen bitince verecektim ama bugün verirsem bir sorun olmaz sanırım.' Deyip ayağa kalktı. 'Ayrılık hediyesi mi?' diye düşündü Canan içinden. Burada geçirdiği iki aya yakın sürenin bu kadar çabuk bittiğine inanamıyordu.
Uzun zamandır hissetmediği huzuru burada yeniden hissetmeye başlamıştı. İlk kez kafeye girdiği anda hissettiği o sıcaklığı hala hissedebiliyordu. Yiğit elinde ki hediye paketini Canan'ın önüne koyup tekrardan yerine oturdu. 'Umarım beğenirsin.' Canan paketi açıp içinden çıkan kitabı görünce Yiğit'in gözlerine baktı. Şiirlerden fal baktığı kitabın aynısıydı. Her zaman eline aldığı ilk anda yaptığı şeyi yapıp kitabın rastgele bir sayfasını açıp gözüne çarpan ilk dörtlüğü okumaya başladı. Ama bu kez yüksek bir sesle.
'Kim çıkardı seninle benim arama koydu, bu umut denen şeyi.'
Özdemir Asaf
Yiğit; gülümseyerek Canan'a baktı ve 'Umutsuz yaşanmaz değil mi?' diye sordu. Canan ise 'Bence umut etmek saçmalıktan başka bir şey değil. Asla olmayacak şeyleri hayal etmeye devam etmekten başka ne işe yarar ki?' diye karşılık verdi. Aslında içinden geçenler tam olarak bunlar değildi. Ama o an için belki de asıl hissettiklerini saklamak için en iyi gizleme yöntemi bu sözler oluyordu. Yiğit'le tanıştığı andan itibaren içinde huzur kırıntıları yeşermeye başlamıştı. Önce koşulsuz affedebilmeyi öğretmişti Yiğit ona. Sonra birini sevmenin cesaret gerektireceğini ve hatta gözü kara bir şekilde kendinden babayiğit bir adamın yakasına yapışabileceğini, sonra özlemeyi öğretmişti. Hiç başlamamış hatta farkında bile olmadığı duyguları içinde, derinlerde bir yerlerde çoktan filizlenmeye başladığını, sonra merak etmeyi asla ulaşamayacağın birini, hatta tanımadığını düşündüğün bir insanı bile özlemeyi öğretmişti. Bir şiire tav olmayı öğretmişti en önemlisi. Belki de dudağından dökülen ilk kelimelerle, sesinden gelen o berraklık Aşk'ın var olabileceğini umut ettirmişti. Ama neden onca zaman içinde yaşadığı bu duyguları fark etmemişti ki. Ayrı geçen dört günde içinde ki bu gelgitler gün yüzüne nasıl da birden bire çıkmıştı. Sanki çok önceden tanıdığı, ama onu kaybettiği için dünyaya küstüğü insanı tekrardan bulmuş gibi bir huzur olmuştu Yiğit parmağına yara bandını sararken.
Birden ayağa kalktı Canan. Yiğit'ten gelen cevabı dinlemek istemiyordu. İçinde ki ikilem birçok parçaya bölünmüştü. Aşk'ın bir kalbe geldiğini kabullenmek bu kadar mı zordu. 'Benim... Benim artık gitmem lazım. Geç kaldım.' Dedi ve hızla montunu giymeye başladı. 'Yıllarca aşka inanmayan bir kız nasıl olur da başkasına âşık olan bir erkeğe âşık olabilir ki? Bu imkânsız!' diye geçirdi içinden. O aşağı doğru inmeye başladığı anda ise, Yiğit hızla yerinden kalkıp Canan'a yetişti ve 'Ben seni bırakırım. Saat geç oldu. Bu saatte otobüsler hep doludur.' Dedikten sonra aşağıya Canan'dan önce inip odasına gidip montunu alıp dışarı çıkmış olan Canan'ın yanına geldi. Canan kapıda öylece dikilirken yanına gelen Yiğit'e bakıp 'Cidden, ben kendim giderim. Zahmet etmenize gerek yok.' Dese de Yiğit onun konuşmasını dinlemeden arabasına binip emniyet kemerini takmıştı bile. Bir saatlik yolda; yolu tarif etmekten başka tek bir kelime bile konuşulmasa da Canan'ın aklında ki medcezirler hala devam ediyordu.
Arabadan inip 'İyi geceler.' Dedikten sonra kendi apartmanlarına girip bekledi. Yiğit'in arabasının gidiş sesini duyduktan sonra binadan geri çıkıp önce boşalan yola sonra da gökyüzüne baktı. Kar, tekrardan yağmaya başlamıştı. Hava berrak, ay gökyüzünü ortalamıştı. Derin bir nefes alıp bir karar verdi. Ve tekrardan binanın içine girdi. Bir daha o kafeye gitmeyecekti. Saçma salak başka bir platonik aşkı daha bu bünye kaldırmazdı.
O günden sonra ki bir hafta boyunca kafeye hiç gitmedi. Ama bir gün okuldan çıktığında fakültenin kapısında onu bekleyen bir sürpriz vardı. Yiğit fakültenin kapısında donmuş halde ayakta bekliyordu. Önce bir etrafına bakınıp sonra da Yiğit'in yanına gitti. 'Bir sorun mu var? Neden geldin?' diye sordu kendine öfkeli gözlerle bakan genç adama. Yiğit ise elinden tuttuğu gibi peşi sıra Canan'ı sürüklemeye başladı. Genç kız ne olduğunu anlayamadığı için 'Bırak kolumu, Derdin ne senin? Neden böyle yapıyorsun?' dese de fakülteyle kafe arasında ki yolu Yiğit'in eli elinde yürüyerek gelip kafeden içeri girdi. Garsonlarda dâhil herkes aniden kafeye giren bu iki kişiye şaşkın ve meraklı gözlerle bakarken Yiğit onları hiç umursamadan Canan'ı yukarı kata çıkardı. Ve odanın ortasına gelince elini elinden çekip gözlerine baktı. 'Sana yeniden güvenmekle hata etmişim.' 'Ne güvenmesi, ne hatası? Neyden bahsediyorsun sen?' diye karşılık verdi Canan. Yiğit ise cevabını yıllardır sakladığı sorunun sorulmasını tetikte bekler gibi konuşmaya başladı. 'Bundan yıllar önce de bana söz vermiştin. Ama tutmadın. Şimdi de verdiğin sözü tutmuyorsun?' 'Hiçbir şey anlamıyorum. Açık konuş yıllar önce ne sözü verdim ben sana?'
Yiğit derin bir nefes alıp yıllar sonra gözlerinden tanıdığı genç kıza ikisinin hikâyesini anlatmaya başladı. İki çocuk mahallenin şeker kokan sokaklarında arka arkaya koşuyorlardı. Yiğit önde, Canan arkada koşarken; Canan her zaman ki siniriyle 'Seni yakalarsam abime söylücem. Görürsün gününü o zaman.' Diye bağırsa da Yiğit'in o yaşlarda bu pekte umurunda değildi. O küçük kızın her gördüğü yerde saçını çekmeye devam etti. Sonra ne mi oldu Yiğit'in arkadaşlarından biri de bu oyuna dâhil olmak istedi ve o da çekti Canan'ın saçını. Ama Yiğit bunu görünce kendinden en az beş kat daha iri olan Ahmet'e kafa tutup 'Onun saçını sadece ben çekeyim taam mı?' deyip Canan'ı elinden tutup yürümeye başladı. Bu arada Canan'a da kızmayı unutmuyordu. 'Bana gelince bağırmayı biliyorsun ama. Ahmet'e gelince neden sustun? Bir daha benden başka hiç kimsenin saçını çekmesine izin verme. Anladın mı beni?' dedi ve önlerinde ki çocuk parkına girdi. O kaydırağın merdivenlerinden çıkarken Canan'da ona 'Neden sadece sen? Hiç kimse çekemez benim saçımı?' 'Ben çekeyim.' Dedi Yiğit ve devam etti. 'Çünkü bu bizim oyunumuz. Bu oyunu başka kimseyle oynayamazsın.' O günden sonra bu iki çocuk arasında kimsenin fark etmediği bir bağ oluştu.
Bütün bir yaz mevsimini bir arada geçirdiler. Okullar başlayınca aynı okula gittiler, Ta ki bir gün Yiğit okulda bayılıp ambulansla hastaneye kaldırılana kadar. Yiğit'in rahatsızlığı ciddiydi ve yurt dışına gidip teyzesinin yanında tedavi olacaktı. Hemen pasaport işlemleri halledildi ve o gün geldi çattı. En son konuşmaları Canan'ın annesi geçmiş olsuna gittiğinde oldu. 'Geri geleceksin dimi?' 'Geleceğim tabiî ki.' 'Tamam, çok geç kayma oldu mu?' 'Kalmam merak etme sen. O Ahmet'in saçını çekmesine de izin verme oldu mu?' Vermem. Merak etme sen.' 'Beni unutmazsın değil mi?' 'Sen de beni unutma. Buradan taşınmayın taam mı? Geldiğimde burada ol.' 'Tamam.' Dedi Canan. Ama bu verdiği söz onun boyunu aşan bir sözdü. Yiğit Almanya'ya gittikten sonra Canan'ın ailesinin kooperatifte olan evleri tamamlanmış ve oraya taşınmışlardı. Bir müddet sonra da Yiğit'in durumunun acilleştiği haberi gelmişti. Başka da tek bir haber alamamıştı Canan. Zaten sonra da büyüme telaşı başlamış içinde ki çocukluk özleminin yerini bambaşka şeyler almıştı. Ara ara rüyasına giren o küçük çocuğu bile hafızası unutmayı tercih etmişti.
Ama şimdi karşısında ona bakan bu bir çift gözün neden ona huzur verdiğini çok iyi anlıyordu. Hızlı adımlarla Yiğit'in yanına gelip sımsıkı sarıldı. 'İnan bana bilmiyordum. Özür dilerim. Ben senin öldüğünü sanıyordum.' Diyerek ağlamaya başladı. İki çocukluk aşkının gözyaşları sel olup akarken aşağıda ki kalabalıkta dikkat kesilmiş bu olayı seyrediyordu. Birden kopan alkış sesleri ise aşka saygı duyan gençlerin bu mutluluğu kutsaması gibi bir şeydi. Yarım saat kadar sonra ikisi de sakinleşmiş ve insanlarda kendi masalarına yoğunlaşmışlardı. Canan birden elini Yiğit'in elinden çekip, oturduğu yerden biraz doğrulup 'Peki, O kız kimdi?' diye sordu. 'Hangi kız?' diye karşılık verdi Yiğit. 'O gün uğruna kavga ettiğin kız.' 'Ha o mu?' dedi Yiğit gülümseyerek. 'Almanya'da ki teyzemin küçük kızı, o gün gerçekten çok sinirlenmiştim.' Deyip kısaca olayı anlattı. Kuzenine asılan adamı karşılıksız bırakacak değildi ya. Canan rahatlamanın huzuruyla tekrardan arkasına yaslanırken Yiğit ayağa kalkıp 'Bakalım bugün ki falında ne varmış?' deyince, Canan hızla ayağa kalkıp 'Sen nereden biliyorsun?' diye sordu. Yiğit ise 'Şiirlerden fal bakan sadece sen değilsin!' deyip Özdemir Asaf kitabını eline aldı. Rastgele bir sayfa açıp okumaya başladı.
'İnsanlar gelmeleriyle boşluk dolduranları severler, gitmeleriyle boşluk yaratanlara âşık olurlar.'
Özdemir Asaf
'Sen yıllar önce o hasta çocuğun içinde ki boşluğu doldurmuştun sevmiştim seni. Tekrar görsem ne olur diye uzun seneler düşündüm. Sonra bir gün tam da seni düşünürken kaldırımdan geçip benim yanıma geldin. Hem de kendi ayaklarınla. Karşı masama oturdun. Ve o gelmediğin günler boyunca anladım ki seni tekrardan özlemek âşık olan her hücremi paramparça ediyor. İçimde içi dar, etrafı kalın bir boşluk oluşuyor. O yüzden bir daha beni bırakıp gitme. Asla! Buna dayanamam!' dedi ve genç kızı belinden kavrayıp kendine doğru çekip sıkıca sarıldı. Canan yaslandığı kitaplıktan güç alırken Yiğit'te yılların özlemiyle karşısında titreyen genç kızın dudaklarına küçük bir buse koymak için yavaşça ona doğru yaklaştı. Ama bir den geri çekilip aşağıdan onları görmesi muhtemel birileri olabilir diye hala elinde duran Özdemir Asaf kitabını yüzlerine kapatıp yılların hasretini, özlemini dokunduğu başladı.
Final...
Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine.
Bu öykü çokda yorum götürmez efendim bence gayet güzel🙂👍
👍👍👍 Uzun olmasına rağmen hiç sıkılmadan okudum hikayeyi ve çok keyifliydi. Kutlarım. Kaleminize sağlık. Sevgiyle kalın