Sığıntı

Arkadaşların yardımlarıyla Virane Kafe ortaya çıkmaya başladı. Artık ders aralarında gidecek yer aramaz olduk. Tamirat bitmiş, badana edilmişti. Bahçedeki çiçekler, suya kavuşunca ve güneşi görünce boy atmışlardı. Gittikçe ısınan hava, bizi bahçenin serinliğine itiyordu. İkinci adresimizde, cümbür cemaattik. Sessiz film gibi, tıp gibi oyunlar oynuyor, kahkahalar atıyorduk. Ders çalışmak isteyenler üst salona çıkıyordu. Orada, Neşe'nin getirdiği bir masa dört sandalye vardı.

Define, kapının önünden ayrılmıyordu, ben de onun burnunun dibinden... Bir akşamüstü Orçun da yanımıza gelince, kadro tamamlandı. Dedeyi punduna getirip, kaldığı yerden öyküsünü anlatmaya devam etmeye razı ettim:

'Nüfus cüzdanım elimde, şerh düşülen arka sayfa açık... Önce anlayamadım. Hukuki bir dille yazılmıştı. Sonra anladım işte. Kafama ?dank!..' etti! Düşündüm. Bu ne demek? Kimin çocuğuyum ben? Ya evdekiler kim? Kafam karmakarışık! Bir baş dönmesi!.. Dizlerimin bağı çözülmüş! Öğretmenler geldi. Çocuklar sınav salonuna... İkmal, imtihan, okul, her şey bitti orada benim için! Hiçbir şey düşünemiyordum. Aptal aptal bakınıyordum. Yerimden kalkacak gücüm mü var? Tam sınav öncesi olana bakın!

Sanki ikiye ayrıldı dünya. Bir tarafta mutlu çocuklar, dersler, sınavlar, hayat; bir tarafta da ben, yalnız, kimsesiz, dünyadan kopmuş... On beş dakika kadar daha düşündüm halimi şokta, sonra ağlamaya başladım, kaçan geleceğimin arkasından. Sınav başlayalı çok olmuştu. Okuyup da ne yapacaktım? ?Başkasının çocuğu, başkalarının...', ?elin çocuğu', ?yetimhaneden alınış' ?zavallı', ?öksüz', ?yetim', ?kimsesiz'... Bütün bunlar dönüp duruyordu beynimde. Kendimi toparlar toparlamaz, baktım ki dizlerim beni çekebilecek, kalktım; gerisin geriye doğru eve...

Orada öğrendim gerçeği, tüm çıplaklığıyla. Sigara paketi kadar, haftalık bir fotoğraf verdiler elime. Makyajlı, havalı, esmer güzeli bir genç kadın... 'Annen!' dediler. Baktım, baktım, bakakaldım! Tabi okul da bitti orada. Bitiş o bitiş... Sınıfta kalmıştım, geleceğim sönmüştü, subay olma hayalim vardı, hiçbir şey ama hiçbir şey kalmadı! Umurumda değildi artık. Başından bozuktu benim geleceğim. Temelden çürük... Bana öyle geliyordu.

Bir daha da insan içine çıkamadım, aylarca. Sanki herkes biliyordu. Diyecekti de diyemiyordu. Sadece komşularımız mı, arkadaşlarım mı? Sokaklar, ağaçlar, evler, duvarlar... Tanıdığım, tanımadığım herkes, gördüğüm görmediğim her şey... Bilip bilmedim kim ve ne varsa... Sanki bir normal hayat vardı, başkalarına ve herkese ait, bir de anormali yani benimki... Hiç aklıma gelmiyordu böyle şeylerin olabilirliği, başkalarının da aynı durumda olabileceği, kim bilir kaç kişiyle aynı kaderi paylaşmakta olduğum.

Ayıp mıydı? Ayıpsa bana mı ayıptı? Ne yapmıştım ben, dünyaya gelmekten başka? Herkes doğmuştu da burada ne olmuştu?

Annemin ilkiymişim. Gayrimeşru bir çocuk muydum acaba? Başından bir olay mı geçmişti? Gizlice mi doğurmuştu beni? Kimse bilmeden uzaklaştırılmış mıydım? Yüzkarası mıydım annemin? Benden kurtulmak istemesinin nedeni neydi? Ya babam kimdi? Serserinin biri mi? Annemle gönül eylemiş, çekip gitmiş miydi? Neden almamıştı annemi? Yoksa: 'Benden değil, kim bilir kimden?' diyerek, ortada mı bırakmıştı? Yoksa evlilerdi bırakıp kaçmış mıydı onu? Peki sonra? Bu zamana kadar kalır mı? Mutlaka evlenmiştir, biriyle. Kardeşlerim var mı? Kimden öğreneceğim bütün bunları?

Ne olursa olsun, bir anne; bebeğini, daha gözleri açılmadan, başından atar, hiç tanımadığı kişilerin ellerine teslim eder mi? O sadece siyah beyaz, parlak bir kâğıt, benim için. Nefret ediyorum ondan! ?O' diye biri yok! Olsun, kimsem olmasın, o da yok!

Günlerce sofraya oturamadım. Sığıntı gibi hissettim kendimi. Sığıntıydım tabi. Başka neydim ya?

Demek, onun için pataklıyorlardı sık sık. Onun için söylüyorlardı o kötü sözleri. Başkasının çocuğu olduğum için. Kendilerinin olsaydım, yapmazlardı bunları. Arada okşadıkları da oluyordu ama o zaman kan çekerdi, yürekten severlerdi. Fiske vurmaya kıyamazlardı.

Büyük bir ağacın kalınca bir dalıydım sanki çatırdayarak ayrıldım. Tamamen kopamadım ama yel estikçe uzaklaşmaktayım. Yapraklarım solmakta... Meyve falan beklesinler benden, canımın derdindeyim.

Mademki pansiyoner gibiyim bu evde, mademki yabancılar arasındayım; mecbur değiller bana bakmaya. Hiçbir şey için mecbur değiller. Yediğim ekmeği hak etmeliyim. Hatta daha da çok çalışmalı ve bu güne kadarki emeklerinin karşılığını vermeliyim.

Akşama kadar, terzihane yaptığımız, evimizin dışa bakan odasında, başımı kaldırmadan dikiş dikiyor, sabaha kadar kilim dokuyordum. Deli gibi aralıksız çalışmaya vermiştim kendimi. Yorgunluktan beynim uyuşuncaya, elim ayayım tutmaz oluncaya kadar, kendimden geçercesine... Yorgunluktan oralara yığılıp, uyuyup kaldığım çok oldu.

Yanında bulunduğum kişiler yabancıydı, eldi. Haddimi bilmeliydim. Yalnızdım ben. Yapayalnız... Ne şımarabilirdim, eskisi gibi, ne nazlanabilirdim. Para istemem ise mümkün değildi. Ekmeğimi taştan çıkarıp, kendi elimin ekmeğini yemeliydim. Alın terimle bulduğum kazancımı harcamalı, onlara daha fazla yük olmamalıydım. Beni, hiç mecbur olmadıkları halde o yaşa getirmişlerdi; borcumu ödemeliydim.

Eski rahat halimden eser kalmamıştı. Nadiren gülüyordum. Şakalaşmalarım da bitmişti. Birazcık oynayıvermek için yana yakıla izin istemelerim, bir turlayıp gelivermelerim, sevincim, neşem, hiçbir şey... Çocukluğumla beraber her şey geride kalmıştı.

Eski halime dönüşüm kolay olmadı. Sağlıklı düşünmeye başladığımda, benimle aynı kaderi paylaşan kim bilir ne kadar insan olduğu aklıma geldi. Annem de tecrübeli, olgun bir kadındı. Birileri geldiğinde, onlarla yaptığı konuşmalarda ne yapar yapar, benimle benzer durumda olan birinden söz açar ve onun ne kadar hayat dolu olduğundan, içinde bulunduğu durumun avantajlarından bahsederdi. ?Sana söylüyorum kızım; sen işit, gelinim!' dercesine. Mahallemizde birkaç kişi, sokağımızda da bir kız benim gibiydi. Demek ki doğaldı böyle şeyler. O kadar abartmaya gerek yoktu. Giderek kabullendim ve içinde bulunduğum duruma şükreder hale geldim.

En azından, evlatlık olduğumu kimse bilmiyordu. Bilenler yakın çevremizde yaşamıyorlardı. Bilseler de benim suçum değildi. Dünyanın da sonu değildi. Sanki dünya yıkılmış da altında kalmışım gibi üzülmekten vazgeçmiştim. Olaya, iyi yanlarından bakmaya başlamıştım. Kıt kanaat geçiniyorduk ama malımız mülkümüz çoktu, memlekette. Bir evin bir çocuğuydum. Geleceğim garantiliydi.

Zaman, her şeyin ilacıydı. Yara, açıldığı gibi kalmıyordu. Acı, giderek azalıyordu. Unutmak, Allah'ın en güzel lütuflarındandı. Hayat yavaş yavaş eski haline dönmeye başladı. Hızla boy atmaktaydım. Kollarım, bacaklarım, burnum birden bire uzamıştı. Gövdem küçük kalmış, karikatüre benzemiştim. Değişim geçiriyordum. Yeni bedenimle dengesizce hareket etmekteydim. Bir şeyleri deviriyor, düşürüyordum. Paldır küldür de değildim. Elimin kolumun ayarı kaçmıştı. Yürürken bir acayiptim, otururken de öyle. Yürürken, iki sopa üzerinde gezer gibiydim, oturunca dizlerim burnuma geliyordu.

Büyüme sancılarım da geride kaldı. Zaman o kadar hızlı geçiyordu ki! Gövdem de gelişimini tamamladı; incecik, fidan gibi bir delikanlı oluverdim.

Arada komşu kızlarıyla denize, yazlık sinemaya gittiğimiz de oluyordu. Güvenilir bir genç olmuştum. Ailesinin hiçbir yere salmadığı kızları evlerinden alıp, gezdiriyor, kapılarına kadar getirip, analarına teslim ediyordum.

Çok erkek arkadaşım yoktu. Daha çok yaşlılarla arkadaşlık ediyordum. Evimizden misafir eksik olmuyordu. Başköşede bir masamız, üzerinde lambalı, hoparlörünün üstü saman rengi delikli bezle kaplı, cereyanla çalışan ahşap radyomuz vardı. Açınca bir süre bekliyorduk, ısınması için. Uzun dalgada Ankara Radyosu, orta dalgada İstanbul Radyosu çıkıyordu. Bir bakır telle anten yaptık mı, hele bir tencere kapağına bağlayıp dama koyduk mu, kısa dalga yayınlarını da çekiyordu. Uyanır uyanmaz bükerdik kulağını, yatıncaya kadar kapatmazdık. Tek eğlencemiz oydu, evin içinde. Bir de gramofonlar vardı ama bizde değil, bazı komşularda... Ara sıra getirirlerdi, aynı plakları defalarca dinlerdik. Bir iki plak da ben almıştım.

Birisi çıksaydı da deseydi ki: 'Gün gelecek sinemalar evlere girecek. Oturacaksın koltuğuna ve sadece seyredeceksin. Bedava!' Asla inanmazdım. Hayal bile edemezdim. O seslerin radyolara nasıl geldiğine hayret ediyordum.

Evdekiler türkü dinlerdi. Nuri Sesigüzel hastasıydılar. Ben Zeki Müren'i severdim. Temsiller vardı; Arkası Yarın'lar başladı sonra... Radyo Tiyatrosu, Mikrofonda Tiyatro, Orhan Boran'ın diş macunu yarışması... Dakika şaşmaz, kulak kesilirdik.

Ara sıra mahalle aralarında düğünler olurdu, iki taraftan ip çekip, örtüler asılarak kesilen yollar arasında... Kadınlar içerde, erkekler dışarıda oynardı. Şehir Kulübü'nde balolar da yapılmaktaydı, yemeli içmeli... Sosyete işi tabi, erkek kadın bir arada... Bize göre değildi. Bizimkiler davet edildiklerinde gitmez, aileyi temsilen beni gönderirlerdi.

Davetiyeler çift kişilik olurdu ve damsız girilmezdi. Mahalledeki kızların en masumunu alır, giderdim. Neler vardı o masalarda! Bir kuş sütü eksikti! İçebildiğin kadar içki!.. Saz, caz...

Döner gelirdik, geç saatlerde gecekondularımıza; saat yirmi dört olmadan, sihir bozulmadan... Masum kızın bir pabucu elimde kalırdı.'

***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ

25 Mayıs 2010 8-9 dakika 92 öyküsü var.
Beğenenler (1)
Yorumlar