Sırlar Şatosu 2

Sabah olunca papatya köpüğüyle yüzümü yıkadım. Nefesimin, her sabah papatya kokusuyla açılışını hissetmek zevk veriyordu. Alacak nefesim, koklayacak bahar çiçeklerim, aksettirecek kadar neşemle balkona çıktım. Yeryüzünü izlemek ayrı bir keyif veriyordu. Tabi ki sıkıldığım anlar da çoktu sırlar şatomda. O zaman da bir köşeye çekilip anılarımı, sevinçlerimi, üzüntülerimi tersine çevirip kırkyama yapıyordum, düşüncemden yeni bir şeyler türetebilmek adına.
Kahvaltıda ince bardaktan, ama gün içinde minik kavanozdan çay içmeyi seviyordum okuduğum bir kitaptan sonra. Bulutların içinde yaşıyorsanız pencerelerinizde güneşliğe, tül perdeye, fona vs. ihtiyaç duymazsınız. Sırlar şatosunun bir anlamı da buydu benim için. Kalıpları aşmak, kapılardan, pencerelerden geçmek, perdeleri yırtmak. Düşüncemi uyandıracak her şeye dikkat kesilmiştim bu yüzden. İlk iş kuş sesleri içinde radyomu açmak oldu. Nazan Öncel söylüyordu bu defa eski/meyen bir frekansta.
İnsanlarla ortak yanlarımız, duygularımız, sevinç ve gözyaşlarımız olacaktı ama düşününce herkes kendi sırlarında tekti, özeldi. İnsan yaş aldıkça kendisine özgü yalnızlığını seviyor ve anlamlandırmaya çalışıyordu. Her şey ve herkes sanki bir perdenin açılıp kapanması kadar hızlı bir şekilde geçip gidiyordu ve bomboş bir sahnenin tek kişilik izleyicisi gibi kalıyordunuz siz. Böyle bir şeydi sırlar şatosunda yalnızlığı göğüslemek. 'İnsan, düşünce dünyasında kendisine bir mesken inşa edemezse, uğraşlar edinmezse, sırf dolaşmak için kendisini yeryüzüne atmazsa kendi içinde kaybolması an meselesiydi.'
Sırlar şatosunun en anlamlı iki eylemi okuyup yazmaksa eğer ben bu ikisini düzenli yapabilmek için bazı zamanlarda kendimi zorluyordum. İçime kapanmak, sırlanmak, sır olmak istediğimde kendimi daha çok öne atıyordum, yaşama tutkumu canlı tutmak adına. Bir salyangoz ya da kaplumbağa değildim ve kabuklarım yoktu. İstediğim her anda kabuğuma çekilebilmek lüksüm de olmadığına göre kalıp savaşmalı mıydım sırlar şatosunda? Savaşmak ise sevgiye, merhamete aykırıydı, mecburiyetler olmadıkça. Peki teslim mi olmalıydım, ortada bir savaş yoksa? Bir kirpi ya da kaktüs de değildim, kendimi savunmak istediğimde dikenlerimle atağa geçeyim. Aşırı uçları vardı sırlar şatosunun. İçindeyken yeryüzünü unutturuyordu ve yerlere ayak bastığınızda da şatonun yolunu unutuyordunuz.
Yetişkinlik, geçmişin yarımlarını da barındırdığından geçmişten gelen bir tazyikle sizi bazen aşırı kontrolcü, bazen aşırı meraklı ve bazen de endişeli, içine kapanık ve özgüvensiz yapabilir. İşte burada insanın farkındalığı ve kendisine katacağı olumlu telkinler devreye girer. Ölüye bile mezarı başında talkın verilebiliyorsa gerisini sırlar şatosu düşünsün evet.
Siz sabah uyanmış sade bir mutlulukla kahvaltı hazırlarken birileri evinize, şehrinize ya da yüreğinize bomba fırlatmış olabilir. Düşünceniz tarumar, rutinleriniz altüst olmuş olabilir. İnsan, sınanmadığı şeylerin yabancısıdır. Ben sırlar şatomda kendim de dahil bütün canlılara bu hassasiyetle bakmaya çalışıyordum. Bugün sinirlendiğimiz, üzdüğümüz bir insanın belki bizimkisinden daha büyük dertleri olabilir. Son sevincini de harcamış, hayata dair bir ümit arıyor da olabilir. Yeryüzü alabildiğine geniş evet ama yüreklerimizin daraldığı, sevgide, iyi niyette, merhamette cimrileştiğimiz, yanlış anlayıp, anlaşıldığımız, almak vermek dengesinde teraziyi paramparça ettiğimiz bir çağda yaşıyoruz maalesef.
İç dünyamda bir şeyleri anlamak adına her şeyi ters çevirip tekrar tekrar süzüyordum. Bir tek sırlar şatom dimdik ayakta duruyordu. İşe yaramaz sarmaşıkları kesiyor, sevdiğim bitkileri yetiştirmeye özen gösteriyordum. Hayat biraz da ayıklamak demekti işte. İyi olanı olmayandan, faydalıyı zararlıdan. Ancak bir çiftçi özeniyle yüreğimi sürüp tekrar tekrar ektiğimde bana iyi geliyorsun hayat. Kaygılarımı, korkularımı alıp bana yemyeşil bir bahar sunuyorsun. Sırlar şatosunun en sakin köşesinde seni yazıyorum bu yüzden. Bana en iyi gelen şeyi yapıyorum.
Yıldızlara bakıyorum, onlar da sakin gibi gözükseler de fırtınalar var içlerinde görüyorum. Savaşların, bombaların ortasında Dünya' nın alnına yerleştirilmiş mayınları sayıyorum. Her yürek, bir ülke. Ve her ülke tarumar kendi içinde. Kahvaltıdan sonra aşağıya inip biraz dolaşıyorum. Yeni yürekler topluyorum hepsi de çiçekler gibi. Yeni ülkeler düşlüyorum üzerine korkmadan basabildiğimiz, rüyalardaki gibi kasıntısız sohbetler edebildiğimiz rengarenk ülkeler...Şatoma tekrar çıkmadan ahşap posta kutumu yokluyorum bir şey var mı diye. Posta kutumun yuvarlak boşluğundan bembeyaz bir yavru güvercin havalanıyor göklere. Beyazlığı yüreğimi, şatomu, dünyayı aşıyor. Bir ümit kaplıyor zihnimi o anda. Sırlar şatosuna yakışır bir mutlulukla yukarıya çıkıyorum indiğim basamaklardan. Radyonun kapandığını fark ediyorum. Pili bitmiş olmalı, yeni piller almalıyım diyorum içimden. Çocukken piller zayıflayınca sıcak su kasesine koyardık bu anımı hatırlıyorum. Yüreğimden geçtim haydi, şimdi ben bu güzel dünyayı...
Sırlar oldukça Şato dimdik olacak ve yepyeni hikayelerle devam edecek...
yüreğinize sağlık hocam.
Akıyor ve gidiyor... Nicelerine...
Kutlarım.
Tebrikler üstadım