Siyah Mutluluk

(İstanbul / Haziran - 2012...)



Bahçe çitinin önünde köpeğin uzaklaştırılmasını bekliyordu postacı. Bu, bahçenin ve evin sevimli köpeği Sunny ? di. Aslında yabancılara havlamak gibi bir adeti yoktu, ama ne olur ne olmaz diye düşünmüştü postacı. Güvenlikçi postacıyı iç bahçeye aldı. Dr. Frager bahçedeki masada çayını içiyor, bir yandan da kendi elleriyle yazdığı mektupları son defa gözden geçirip paketliyordu. Postacı uzun zamandır sık aralıklarla mektup getirip götürüyordu bu eve. Dr. Frager hem sağlık problemlerinden hem de vakit bulamadığı için çok samimi olduğu postacıyla beraber yolluyordu dönüt mektuplarını..

İlk konuşan postacı oldu, gülümseyerek:

-Merhaba Dr.Frager! Bugün nasılsınız?
-El ve ayaklarımda oluşan su baloncuklarını saymazsak gayet iyiyim. Sen nasılsın? Postacılık mesleğini severek yapıyor oluşuna hayran oluyorum inan!
-Teşekkür ederim, benim işim bu. Hem işten de öte kendimi adadığım, yapmaktan hoşlandığım bir uğraş. Biz yerlerine ulaştırmazsak mektupları insanlar ne yapar bir düşünsene!
-Haklısın! Hem sen olmasan ben de yüzlerce insana ulaşamazdım aynı anda, bir psikiyatrist olarak. Onların dertlerine bu kadar çabuk derman olamazdım ne kadar istesem de. İkimizin de mesleği kutsal sanırım...

Bu arada çaylar karşılıklı içilmiş, masadaki kurabiyelerden yenilmiş, postacı için kalkma vakti gelmişti çoktan. Öğleden sonraki mesaisinin başladığını, ilk fırsatta mektuplarla yine döneceğini söyleyerek izin istedi postacı. Bir daha ki sefere bahçeyi detaylıca gezdireceğini söyleyerek misafirini, bahçe kapısına kadar uğurladı doktor. Bahçıvan son çimleri buduyordu postacı giderken. Selamlaştılar son kez ve postacı kayboldu bir anda sokakta..

...

-Sunny gel yavrum! Daimi misafirimize alıştın artık iyice değil mi?
Diyerek, hayatının büyük parçası, yalnızlıklarının sırdaşı, her şeyi anlıyormuş gibi bakan Sunny' i uzun süre okşadı Doktor, misafirini uğurladıktan sonra. O bir doktordu ama yaptığı işler doktorluktan çok öteydi. Şimdi de ellerinin su toplamışlığına aldırmadan kendisine gelen mektupları okuyup cevaplandırmaya devam edecekti. Sunny de az ötede hafif eşelediği toprağın içine yerleşti usulca. Bu, uyku vaktinin gelmesi demekti onun için. Dr. Frager bu sessizlikte mektuplara dalmıştı bile. Bahçıvanın çim kırpma makinesi artık rahatsız etmiyordu Doktor' u...

Annesi o çok küçükken yerleşmişti Amerika'ya. Ailenin büyükleri de orada olunca mecbur kalmıştı bir nevi. Ama zamanla sevmişti o da yaşadığı yeri. Ve Türk - America ilişkilerinin pekişmesi adına, Frager koymuştu çocuğunun adını. Onu bir doktor olarak yetiştirmeye söz vermişti, Türkiye'ye dönmeden önce. Yıllar nasıl da yılları kovalamıştı. Toprağa ekilen tohumlar filiz vermişti. İşte Dr. Frager uzun yollardan, büyük emeklerden sonra yükselmişti, annesinin de çok istediği bu makama. Elinde olanların son derece farkında birisiydi. Bu yüzden de para kazanmaktan ziyade elindeki güzellikleri paylaşmanın derdindeydi. Sunny ise ona bu yolculuğunda eşlik eden, duygusal, sadık bir köpekti. Her an Dr. Frager'ın yanında gezer, her lokmasına eşlik ederdi neredeyse. Az sonra sadece randevu saatlerinde içinde olduğu muayenesine gidecekti Dr. Frager. Hazırlanması için acele etmesi gerekiyordu bu yüzden..

...

İstanbul bir çok insan gibi Dr.Frager' ın hayallerine de sessizce sahiplik ediyordu. Oysa ne çok özlemişti doktor bu şehri, America' da olduğu dönemlerde. Hatta her karışını, parkesini özlemle içine çekmişti hayallerinde. Ta ki İstanbul'da muayenehanesini açıp yeni hayatına başlayana kadar. Şimdi daha huzurlu ve eskisinden daha duygusaldı. Gördüğü her şey onun için ağlama sebebiydi sanki, her yanda şaheserler. Belki bu yüzden İstanbul' u hayranlıkla seyretmek ona yakışıyordu en çok. Şehrin karmaşasına rağmen, sıkıntılarını mizahla atmak, en çok onun özelliğiydi.

Arabasına seri bir şekilde bindi Dr.Frager. Sunny' nin, beni de al! Diyen nazlı bakışlarına, hafta sonunu bekle der gibi bir işaretle cevap verdi doktor. Ve hastalarını bekletmemek için erkenden koyuldu yola.

Güneş İstanbul'dan ışığını esirgememişti. Yol kenarlarında laleler, türlü isim ve renklerde çiçekler vardı. İstanbul'un vazgeçilmezi mendil satan çocuklar arabaların arasında cesurca dolaşıyordu yine.
-Arabanızı silebilir miyim? Diye yalvaran çocuğa neler söylemek istiyordu Dr.Frager, yanına çağırıp. Onu böylesine geçici emeller uğruna kullananlara bir çift söz ayrıca.

-Senin okuman lazım çocuğum! Alet olmamalısın seninle tembelleşmeye alışan büyüklerine. Ve yürümelisin! Gelecek ayaklarına serilsin diye. Yapmak istediklerini büyütüp içinde, büyümelisin çocuğum!
Bu sözler dönerken doktorun içinde, bir mendil almaya karar verdi kısa bir moladan ibaret kırmızı ışıkta. Arabanın camından, çocuğa parasını uzatırken;
-Okumalısın çocuğum, önce okul anlaştık mı? Diyebildi sadece... Oysa ne çok şey söylemek istiyordu, bu cümlenin üstüne...

Doktor kendi çocukluğunu alıp ellerine, sıkıca sarıldı direksiyona. Beş dakikalık bir yol kalmıştı muayenehaneye. Canan her şeyi hazırlamış doktoru bekliyordu, masada açılmayı bekleyen onlarca mektupla. Son iş çay suyunu ocağa koymaktı. Bu yoğun günde de, Dr. Frager' ı çaysız bırakmamalıydı her zaman olduğu gibi. Demliği ocağa koyunca tamamdır! Diyerek derin bir oh çekti Canan. Dr. Frager' a bu zor işlerinde yardım etmek her şeyden önce kutsal bir görevdi. Bir insan daha iyileşirse ne mutlu bize! dedi Canan, içinden. Bir faydam oluyorsa benim de, bu dünyadaki en şanslı insan sayacağım kendimi, hastalarını evladı gibi seven geniş yürekli bir doktora asistanlık yaptığım için...

Arabasını park edip, doğru muayenehanesine geldi Dr. Frager. Her zamanki gibi üzerinde müthiş bir enerji, yüzünde tebessüm vardı içeri girerken. Çok çalışmalıyız! Diyen canlı bakışları Canan'ı yine umutlandırdı.

-Hoş geldiniz Dr.Frager! Ben de tam çayı demliyordum. Böyle diyerek karşıladı asistan, doktoru. Havada memnuniyet vardı, bir de yeni demlenmeye başlayan çayın kokusu. Dışarıda güneş ve iyileşmeyi isteyen hastalar. Hepsi de bu muayenehanenin parçaları gibiydiler sanki...




(...)


Doğuya giden arabaların iniş kalkış yeriydi burası. Ağaçların ve asfalt yolların içinde Anadolu'nun sakin bir kasabasıydı. O kadar sakindi ki, kimseler uğramamıştı yıllarca.İş adamları bile unutmuşlardı doğdukları toprakları. Çöl yollarından sonra mola vermek gibi bir şeydi, bu kasabada hayatı soluklamak. Kervanların geçtiği yerler kadar anlamlıydı, arabaların peş peşe bu güzergahtan geçmesi. Maddi yönden olmasa da daima, kültürel yönden büyük bir zenginlik denilebilirdi.

Kasabada gün yeni doğuyordu. Dinlenme tesisinden anons sesleri duyuluyordu. Kentin horozları gibi insanları da uykudaydı. Az sonra hepsi de uyanmış olacaktı belki de...

İşte Mehmet dede bastonuyla camiden dönüyordu. Mahallenin en çalışkan kadınlarından birisi olan Fadime teyze uyanmış hamur yoğuruyordu. Kentin biraz uzağında derin rüyalara dalmıştı bir genç kız. Kim bilir belki de sevdiği adamı görüyordu düşünde. Aynı sokakta oturan delikanlı sabah tıraşı için lavabodaydı. Tertemiz bir yüz ve gıpgıcır bir takımla az sonra o da yoldaydı işte. Herkeste tatlı bir ekmek telaşı vardı bu sabah da, gözlerde hep bilinmezliğin getirdiği sancılar. Az önceki delikanlının annesi hafif bir ses tonuyla, işe giden oğluna bağırıyordu:


-Ufuuk! Oğlum, akşam ekmek almayı unutma olur mu, tam üç tane, misafirimiz olacak biliyorsun?
-Tamam! diyen bir bakışla cevap veriyordu çocuk annesine, sessizce.

Sokak alışıktı bu diyaloğa aslında. Anne hep, unuttuklarını son anda söylüyor oğluna. Ve oğlan her defasında başını sallıyordu, dudakları ise kıpırtısız kalıyordu her defasında.Yapraklar kendini dökmeye devam ediyordu tabi bu esnada. Köpek havlamasını esirgemiyordu yan bahçeden. Hep sessizlik olacak değildi ya, komşunun kızı sayıklıyordu uykusunda. Onun da annesi yetişiyordu imdadına. Başını okşuyordu anne kızının, içi burkularak biraz da .
-Bahtını güzel yap bu kızın Rabbim! diye dualar ediyordu, sessizce yüreğinin en diplerinden. Ağaçların rüzgarla hışırdayan yaprakları katılıyordu sadece bu duaya. Bir titrek amin dökülüyordu rüzgarla yere. Hep gökyüzüne tutulan umutlar toprağa duruyordu adeta bu aminle. Filizlenmeyi bekliyordu bütün hayaller...
...
Sabahla birlikte, mutfaktan gelen çay kokusu büyülemişti genç kızın son düşünü. Dünya ile rüya arasındaki gelgitleri son buluyordu işte kahvaltının hazırlanma sesiyle. Annesi yine mutfakta ve güneş bambaşkaydı bu sabah da. Hemen elini yüzünü yıkamalı diyordu kız içinden. Önce mutfağa girmeyi ihmal etmiyordu tabi, sevinçten.

-Annem! Her şey mis gibi kokuyor. Neler yaptın bu sabah da böyle? Günaydın!
-Kızım il dışından gelir de ben güzel şeyler yapmam mı? Daha neler yapacağım sana, hele biraz daha kal bizimle.
-Haklısın anne, ama işler beklemiyor, biliyorsun işte hayat-memat telaşı.
-Doğru kızım, doğru diyorsun ama ana yüreği işte. Çok özlüyoruz seni, gidince. Neyse hadi ellerini yüzünü yıka da gel, sıcak yiyelim kahvaltıyı..
-Geliyorum hemen, sen başla annem!
...

Işıl doğduğunda çok sancılar çekmişti Nezaket Hanım. Eski devirlerin, kimselere acısını belli etmeme adabı da eklenince herkesten saklanmıştı uzun bir süre. En sonunda kocası Sabri bey durumunu fark etmişti de acile götürmüşlerdi Nezaket Hanımı. Neler geçti bir dakikalık zamanda Nezaket hanımın zihninden. Film şeridi gibi yeniden saydı yılları içinden sanki Işıl'ın eve gelişiyle. Ama Işıl her şeye değmişti, acıyla karışık yıllarına bile. Kahvaltı koyulaşmıştı ki, oda camının tarafından tiz bir ses duyuldu... Bu karşı komşu Birgül Hanım' dı. Nasılsın? faslı için çınlatmıştı evin camını, ince ama kısık sesiyle. Işıl'ı görünce daha da sevindi ve gözün aydın komşu! Demeyi de ihmal etmedi.

O sabah dünyanın en güzel kahvaltısı yenmişti Nezaket Hanım' ın evinde. Yüzler, yeniden kavuşmanın sevinciyle yürekten konuşmuştu en çok. Gözlerde film karelerine andıran hüzünler, dillerde neşe vardı her şeye rağmen. Işıl rüyayı anlatacaktı ki annesine, Birgül Hanım Ufuk' tan söz açtı.

-Bizim çocuk çok sessiz doğduğundan beridir biliyorsun. Hiçbir şeyini söylemiyor, korkarım içine dert olacak bir gün sırları. Ben de endişeleniyorum haliyle. Ama işte babası, çok sinirli bir adam biliyorsunuz hepiniz. O ne kadar gürültülüyse, Ufuk da o kadar sakin. Ne yapacağımı bilemiyorum çoğu zaman...

-...

(Nezaket hanım yetişiyordu Işıl'ın boş bakışlarına...)
-Işıl' la Ufuk çocukluktan beridir arkadaşlar biliyorsun. Bence telaş etme! Bir derdi varsa da Işıl alır onun ağzından. Sen yüreğini ferah tut Birgül' cüğüm. Haydi iç çayını! Gün doğmadan neler doğar, neler...

...

İki komşunun da iki küçük çiti vardı evlerinin önünde. Ayrıca ufak yeşillikleri evin her yanında. Çitlerin içinde küçük mutlulukları, yerlere sığmayan telaşları vardı, hüznün getirdiği. Işıl bozdu bu defa hüznü ve yüzlerine renk geldi hepsinin, Işıl'ın rüyasından çıkardığı komikliklerle bir anda.

Gün tatlı tatlı ilerliyordu kentte. Otobüsler mola veriyordu belli aralıklarla, tesiste. Yolları ezberlemişti ya şoförler.Daha kolay oluyordu yolculuklar. Pencerenin önündeki saksıları sulamanın tam vaktiydi şimdi. Güneş ilerlemeden yola koyulmanın da.. .

...

(İstanbul / ...)

Dr. Frager'ın mesleğiydi her şeyden önce, insanları anlamak. Eğer hastalıklar ilerlemişse, hastayı en iyi edecek ilacı yazmak. Ama insanların hastalıkları hep düşündürüyordu Dr. Frager' ı. Geçmişte kendisinin de yaşadığı olumsuzluklar hastalarına daha da yakınlaştırmıştı O' nu... Çok iyi biliyordu doktor, herkesin belli dönemlerde hasta olabileceğini...Ve insan kendisi isterse eğer, her hastalıktan iyileşeceğini... O' nun görevi sadece uykuda olanları uyandırmaktı. Bilinçlerini açmalarına yardımcı olup, hastalarıyla birlikte yol almaktı...



Dr. Frager sırasıyla kabul etti hastalarını... Onlara, birbirinden farklı ilaçlar yazdı. İyileşmeleri için ilk gülücüğü o fırlattı hastalarının yüzüne. İlk ışığı o saçtı muayenehanesinde onu bekleyenlere...İyi olacak hastanın ayağına doktor gelirmiş ya, aynı öyle olurdu onun hastalarıyla yakınlığı...Ve birden olmasa da yavaş yavaş merhale kat ettirirdi hastalarına, azmiyle... Bazen yılları alırdı hastaların iyileşme süreçleri bazen de anında iyi hissederdi hastalar kendilerini..Bilinçleri açılırdı çünkü ve kaybolan zamanlarının telafisi olurdu hayata yeniden dönüşleri..
Son hastayla birlikte yeniden kapıda göründü Canan...

-Doktor Frager! Yeniden çay demleme mi ister misiniz?
-Olabilir Canan. Sağ ol! O zaman dur ben de bir şeyler alayım karşıdan çayın yanına.
-Yo yoo! Ben alırım zahmet etmeyin siz. Sadece ne istediğinizi söyleyin!
-Canan, ben şekerim biliyorsun, şekeri severim en çok da. Kadayıfa hayır diyemem mesela...
-Dr Frager! Hastalarınıza söylediğiniz listeleri siz de uygulamak zorunda kalacaksınız böyle giderse.
-Canan biliyorsun çayıma şeker atmıyorum, ona say olur mu? )
-İşte gidiyorum Dr. Frager! Yine kandırdınız beni ya hadi neyse.

Dr. Frager hafifçe gülümsedi Canan'ın ardından. Ve büyük bir dikkatle bir mektup seçti, mektup kutusunun içinden.
Çok yorulmuştu ama şimdi onu yormayacak umut dolu bir mektup okumayı hayal ediyordu Doktor içten içe. Hatta okuyacağı mektubun kendisine terapi olmasını umuyordu... Her insan kadar onun da iyi haberlere ihtiyacı vardı... Ve insanların dertlerine ortak oldukça, kendisini daha çok anlayıp tanımaya da...
...

Pembe zarfa konulmuş orta kalınlıkta bir mektuptu bu. Çok öncelerden okunmuş gibi tanıdık geldi mektup Dr. Frager' a. Yan tarafından incitmeden açtı mektubu. Ve bir fincan çay eşliğinde okumaya başladı içinde yazanları. Her mektubun bir rumuzu olurdu muhakkak. Kimse Dr. Frager' dan başkasının kendisini ismiyle bilmesini istemiyordu. Yazan Karagül' dü.

17 Aralık 2012 13-14 dakika 74 öyküsü var.
Beğenenler (1)
Yorumlar