Sohbet

Dede hava kararınca tezgâhını topladı, içeriye aldı. O meşhur sandalyesini bahçe kapısının önüne koydu, oturdu. Herkes kendi âlemindeydi. Bahçede, ağaçlardan sarkan ampullerin sarı ışığının altındaki masalarda bazıları tavlaya oynamaya devam ediyorlar, bazıları konuşuyor, tartışıyorlardı. Ben de Çiçek'in kafesinin asılı olduğu ağacın altına, onun yanına oturdum. Canı sıkılmıştı:

_ 'Dedikodu etmekten de dinlemekten de o kadar kaçınıyorum ama yine de ?hal dert lafı' derken, bu pisliğe bulaşıyorum. Dinlesem bir türlü, dinlemesem bir türlü... Allah affetsin! Bari onlar için hayır dua edeyim de kul hakkı azalsın. ?Ya Rabbi, o hakkında konuşulanları da bizi de affet, cennetine Cemaline layık kullarından et!'

_ 'Komşu... Can burnunda... Ne yapsın? Anlatacak, derdini dökecek, rahatlayacak. Psikiyatr da aynısını yapmıyor mu? Hem ferahladı, hem de bir şeyler öğrendi.'

_ 'Herkesin evladı geliyor, arıyor soruyor. Bense çoktan ümidimi kestim, buralarda pinekleyip, duruyorum.'

_ 'Biz varız ya dedeciğim. Biz de evlatların değil miyiz? Her gün senin yanındayız ya.'

_ 'Gemimi geviyorum.'

_ 'Ne demek o? Gemini gevmek? Hiç duymadım.'

_ 'Özellikle yaşlanan, ya da tembel, işe güce gitmeyen, evde oturan erkekler için hanımlarının kullandığı bir değim... Birileri kocalarını sorar, mesela: ?Hasan Abi nasıl, n'apıyo?' diye, o da: ?İyi, n'apsın, gemini gevip duruyo işte buralarda.' der.'

_ 'Gün görmemiş laflar var sende de dede! Ne enteresan adamsın!'

_ 'Bahar gelmiş, üç cemre düşmüş, ısınmış hava, su, toprak; mevsim dönmüş, yaz gelmiş, umurumda değil. Halimi hatırımı sormaya sizler geliyorsunuz, komşular başıma üşüşüyor; iyi güzel de, benim evlatlarım yok mu? Ne zahmetlerle yetiştirdim ben onları! Vergisi algısı, borç harç, elektrik, su, kira... İlle de kira! Sonra o kaza... Kaldırımda üstüme çıkan araba! Bileğim, dizim... Kemiklerim paramparça... Kaç kere ameliyat oldum. Otuz üç dikiş... Bir keresinde bir ay hastaneden çıkamadım. Tam sekiz ay, ayağımın üstüne kalkamadım, evde yattım. Öyleyken bir gün boş durmadım. Yüzükoyun sedire uzanarak ahşap boyadım, elimde boya tabancası... Fabrikalara iş yaptım. Uçuşan boya damlacıkları yuttum, bir odanın içinde. Yapmadığım iş kalmadı, onların rızklarını temin etmek için...' diye oflayıp, pufluyordu!

Kucağına gelmek için paçasına sürtünen kediyi sol ayağının dışıyla yavaşça ittirdi:

_ 'Sırnaşık şey... Şimdi sırası değil, git! Başka zaman... Beni de okşayıp sevecek, yatıştıracak birisi olsa!..' diye söylendi. Geçmişe döndüğü zamanlarda böyle bedbin bir hal alıyordu.

Ahmetler gelmeden önce bahçeye dadanan, bir kere yiyecek verdiği ve elini değdirdiği için Define'nin üzerine kalan yavru kediydi bu. İlk geldiğinde yumruk kadar, ürkek, hatta korkak, hemen savunmaya geçen, yırtıcı tırnaklarını ve keskin dişlerini göstererek tıslayan tipik sokak kedisiydi. Şimdi pamuk gibi oldu ve artık gelişimini tamamlamak üzere... Ne çabuk da büyüdü!.. Büyür tabi. Dede yemez yedirir ona. Her gün bir parça ciğer ya da balık... Bir de Virane'nin kırıntıları... Fıstık gibi oldu! Tüyleri de okşanmaktan bu kadar uzamıştır. İyi de oldu geldiği. Allah gönderdi. Çünkü böyle evlerde fareler cirit atar. İyi ki sarı kol geziyor, onlara göz açtırtmıyor.

Geçenlerde dede beni heyecanla bahçeye çağırdı ve bunun maskaralıklarından birini gösterdi. Nereden bulduysa yakalamış bir fındık faresini, yaralamış mı, bayıltmış mı ne, havaya atıp atıp kapıyor. Epey bir oynadı onunla, sonra getirdi, define'nin önüne bıraktı. Burnunu indirip de yemedi. Yer mi? Ciğerler, balıklar... O da bahçe süpürgesiyle uzun saplı bahçe faraşına koyup, sokağın köşesindeki çöp bidonuna götürüp attı. O gün onu ne kadar da sevmişti. Ödüllendirmişti. Kedi anlıyor, onun memnuniyetini. Kuş uçurtturmuyor etrafta! O bile yediğini ödüyor.

Bizim bir komşumuz vardı, memlekette. Kedinin hali bana, onu hatırlattı. Daha üç yaşındaki kızına bir şeyler getirttirir götürttürürdü. Çocuk o güzelim oyununu böler, onun dediklerini yapardı. Neden böyle yaptığını sorduğumda:

_ 'Dede, yediğini öde!' derdi. 'Gün bir, öğün üç.' 'Getiren bilmez, doğrayan bilir.' Böyle sözleri vardı, sıkça tekrarladığı. Kıt kanaat geçinirlerdi. Galiba ondandı.

Dede onu ehlileştirdiği ve elinde büyüttüğü için çok seviyordu aslında. Keyfi yerinde olduğu zamanlar, bir sigara yakıyor, gülümseyerek yerine geçiyor:

_ 'Sarı! Gel bakalım!' diye sağ eliyle sağ dizine vuruyordu.

Hemen bir adım ötesinde, önünde hazır bekleyen, kuyruğunu kıvırıp, kulaklarını dikerek, gözlerini kırpmadan ağzına bakan, ?gel' demesini dört gözle bekleyen hayvan, işareti alır almaz, ok gibi yerinden fırlayarak gösterilen yere çıkıyor, dedenin iki bacağının arasına kıvrılıyor, okşanmayı bekliyordu. O da onu büyük bir keyifle okşayarak, etrafı seyre koyuluyordu. Dakikalarca tüylerini okşuyor, bir taraftan da ona tatlı tatlı bir şeyler diyordu. Sarı okşandıkça gözlerini ve kulaklarını kısıyor, bıyıklarını oynatarak, hırıltıyla nefes alıp vermeye başlıyor, mest oluyordu! Artık Sarı'nın da onun da değme keyfine!

_ 'Bahar yorgunluğu desem, bahar geçti. Yerimden kıpırdamak bile zor geliyor. Bana bir bardak su versene kızım. Bu sıkıntılı isteksizlik, tatsızlık... Yok, yok... Yaşama sevincimi yitirmekteyim. Herkese kazandırmaya çalıştığım, galiba bende tükenmekte...'

_ 'Mum dibine kör yanar. Olmaz ama kendini toplamalısın.' diye suyu getirip verdim.

Üç defada, küçük yudumlarla içti ve bardağı uzattı. Ağzının kenarlarını sağ elinin tersiyle sildi. Dirseklerini dizlerine dayadı, yanaklarını avuçlarının içine aldı ve gözlerini kapayıp, bir süre düşündü:

_ 'Neden çalışıp uğraşıyorum, ben? Kimin için? Eş yok, evlat yok... Çok mu gerekli? Bıktım bu hayattan! Sekiz yaşından beri çalış, çalış... Onca iş yaptım, onca yerde çalıştım; ne emekliliğim var, ne de bir şeyim... Primlerimi ödemediler, ben de ödeyemedim... Uğraş dur işte bu yaşta, bir lokma ekmek için sürün dur!..'

Gömleğinin cebindeki sigara paketine gitti elleri... Ağır hareketlerle bir sigara aldı. Çakmak, Birinci paketinin içindeydi, çıkardı, çaktı ve dudaklarının arasına sıkıştırdığı sigarayı, sağ elini sol elinin içine alıp, yaktı ve kahırlı bir duman çekti içine:

_ 'Uzaklaşmak istiyorum buralardan. Yalınayak başıkabak da olsa, bir süre köy köy Anadolu'yu gezmek, bir Karadeniz kasabasında, küçük bir balıkçı köyüne yerleşmek ve sadece balık tutup yemek... Çalışmaktan bıktım. Tembellik de, ne dersen de! Hayatımda tatil yapmadım ben. Bir gün olsun yan gelip yatmadım. Boş günüm de burnumdan geldi. Yok yaz temizliği, yok bahar temizliği, soba kurulacak, baca temizlenecek, borular silkelenecek, halı yıkanacak, bahçe temizlenecek... Nerde pis iş varsa, bir hafta boyunca beni beklerdi.

Tatil nedir bilmem. Hiç olmadı öyle bir şey, hayatımda. Mecburen bir yerlere gittiysem, işte o... Onda da sağa sola bakmaya fırsat olmadı. Hiç param olmadı ki şöyle keyfimce gezsem tozsam! İçimde ukdedir, biliyor musun?

Gemici olmak isterdim. Bir kaptan... Ne kadar da severim denizi, balığı, gemileri!.. Sahil çocuğuyum ben, aslım Karadenizli... Büyüten aile dahi... Genetiğimde var. Okuyabilseydim, deniz subayı olmak isterdim. Ah, aptal kafam!.. Askerliğimi bile bahriyeli olarak yapamadım. Olmadı. Nasip değilmiş.

Lacivert denizin ortasında salınan geminin direğine hızla tırmanıp, dürbünle etrafı gözetleyen genç bir tayfa olsaydım, mesela. Kopamazdım gemimden, karaya çıkmazdım.

En çok kaptan olmak isterdim. Açık denizlere açılmak... Sadece balık yemek her gün, bıkıp usanmadan... Duyulan yalnız dalgaların sesi... Fakat tütünüm hiç bitmemeliydi, bir de denizkızı olmalıydı, sadece gözleriyle konuşmalı ve karaya çıkamadığı gibi, denizde de gidememeliydi. Her şeyi bilmeliydi, terk etmeyi bilememeliydi.
Duygularımız ikiz... Güzellikler eşsiz... Şiir gibi bir hayat, nihayetsiz seyahat...

_ 'Baksana, Çiçek var, Sarı var, bizler varız. Ne kadar alıştık hepimiz sana. Hele Ahmet'le Duygu, öz evladın... Bizi bırakıp gidebilir misin? Çiçek hecelemeye başladı. Adını tekrarlıyor. Yakında sana ?dede' diyecek. Küçük daha yavru... Büyüyecek. Seninle gezecek. Bırakıp kaçmayacak. ?Seninle Bir Dakika' nın ilk notalarını duydu mu başlıyor ötmeye. Eurovizyoncu kuş. Semiha Yankı başladı mı şarkıya, çıldırıyor! Konuşmaya çabalıyor. Bülbül ötüşlü kanarya sesi dinletince banttan, onunla nasıl yarıştı!.. Gördün ya! Onun da bir cana ihtiyacı var. Bir havyanın insana, bir insanın hayvana...'

_ 'Allah hiçbir şeyi lüzumsuz yaratmamış. Birbirimize yaslamış bizi. Sen bana, ben sana dayanak olup yaşıyoruz. Her şeyi bizim istifademize vermiş. Güneş her gün onun emriyle doğar, sessizce görevini yapar, işini bitirir gider. Dünya sessizce döner, bizi sarsmadan. Süratle gider, midemiz bile bulanmaz. Kupkuru yerden güzellikler fışkırır, yiyecekler çıkar. İkram ettikleri; el değmemiş, ambalajlı ve mikropsuz. Her sebzenin meyvenin tadı tuzu yerinde... Tavuk görevini yapar, taştan kuş çıkar. Allah'ın akıl almaz işleri var. Her an yaratır, oldurur, soldurur, öldürür. Öyle bir düzen kurmuş ve öyle bir programlamış ki zerre kadar aksamaz! Beş parmak yaratmış, altı değil, dört değil. Bir eksik ya da bir fazla olsa, kullanışlı olmaz. Her şey tam kararında...'

_ 'Her şey tam kararında da dede, havanın bileşimi de tam kararında... Dumanı mı eksik kalmış da tamamlıyorsun? Hani nefsimize zulmetmeyecektik? Hani organlarımız da bizden davacı olacaktı? Sen ciğerlerini kurum doldurmanın hesabını nasıl vereceksin?' dedim, gülerek.

_ 'Çok konuşma sen! Fazla karıştırma! Hadi bak, Duygu çağırıyor. Geliyor, geliyor! Koş!'

_ 'Duygu falan çağırmıyor. Beni başından savmaya çalışıyorsun. Cevap vermek zor geliyor değil mi? Neyse... Bak nasıl da sürtünüyor paçana, Sarı! İttiğin halde sana geliyor. Neden bana değil? Seni seviyor, senin tarafından sevilmek istiyor. Sana güvenmesin, sığınmasın da ne yapsın? O da hayatta yapayalnız.'

_ 'Sen neden buradasın? Anan baban var. Ailen var. İlle de benim tarafımdan mı sevilmek istiyorsun? Git, annen baban sevsin!'

_ 'Bunu içten mi söylüyorsun? İnanmıyorum. Ben seni çok sevdiğim için her fırsatta yanındayım. İstersen artık gelmeyeyim, ha? Ne dersin?'

_ 'Olur mu öyle şey kız? ?Bakalım ne diyecek?' diye söyledim. Sensiz olur mu? Buralarda ilkimsin sen. İlk sahip çıkanım, ilk el uzatanım... Senin yerini kim tutar? Bir de sigarama karışmasan! Prensesim olacaksın!'

_ 'Çiçek'e bak. Kafesi açık bulsa kaçacak! Düşmanlarına şarkılar söylüyor. Onu hapseden biziz. Düşmanlarını sevmek zorunda... İstenmeden kocaya verilen kızların, kapatıldıkları hapishanelerde mecburen oturmaları ve eşlerini sevmeye zorlandıkları gibi... Kafesini ve bizi sevmeye zorluyor, kendisini.'

_ 'Nerden, neler bulup çıkardın yine! Hiç aklıma gelmezdi, o ikisinin benzerliği.'

_ 'Mecburen itaat eder eşine. Başında töre var tabi. Gelinlikle girer hapishaneye, kefenle çıkar. O, o ortamda yaşamaya hazır mı, değil mi, kimin umurunda? Bir de laf uydurmuşlar: ?Nikâhta keramet var. ?diye. Olmayacak da ne olacak? Başka seçenek mi var? Mahkûm...

Yine de en yakını, eşi... Elden bin kat iyi! Ruhen yakın olamasa da, bedenen destek vereni... Elden iyi, tabi... Bir lokma ekmek getireni... Kim kime ekmek verir?

Büyümeden evlendiriliyor kızlar, ?Bir boğaz eksilsin!' diye, çoğu yerde. Bir roman sancılıyor beni, dede. Doğacağa benziyor. Konu bu, sevgisiz evlilikler.

Hapishane denince aklıma gelir. Oralarda bol arkadaş vardır. Ya kıskanç kadınların eşlerinin kestiği mahkûmiyette? Hücre hapsi... Tabutlukta yatmak!

Hapishanelerde çok yorucu işler yapma mecburiyeti yok. Boğaz tokluğuna, küreğe mahkûm çoğu kadın!.. Bitmez ki anlatsam gerisini! Bu kadarı yetiversin.'

_ 'Yani şimdi sen bana: ?Haline şükret, sus, otur oturduğun yerde!' mi demek istiyorsun?'

_ 'Laf nerden nereye geldi! Tabi ya, bir bakıma, öyle... Yani sen öyle bir kızcağız olsaydın, ne yapardın? Bahçeye bir sandalye atar, bir de sigara mı yakardın? Onlar öyle mi yapıyorlar? Şikâyet hakları bile yok. Cevap hakları bile...'

_ 'Hele bir de kaynana tahakkümü altındaysalar, değil mi? Evde kaynata, görümceler, iniler, çoluk çocuk...'

_ 'Ve o, sadece iş yapacak, seslenmeden... Herkesin emrinde duracak, el pençe divan!..'

_ 'Aman, iyi ki öyle olmamışım! Onu hiç çekemezdim ben! Bana tek amir yetti de arttı bile!..'

_ 'Özlemiyor musun karıcığını?'

_ 'Aman, şeytan görsün, suratını! Bulmuş birini, evlenmiş. Arabası evi falan varmış adamın. Benim büyük oğlanla kavga etmişler. Evinin önünde dövmüş adamı! Küçükle iyi anlaşıyorlarmış. O, onlarla kalıyormuş. Büyük, dayısında... Kız evlenmiş, haberim yok. Belki doğurmuştur bile. Kim bilir? Ben de oğlanın arkadaşlarından alıyorum bu haberleri. Arada yanıma geliyorlar. Zengin koca istiyordu. Arabalarda geziyordur şimdi.'

_ 'Onun evlendiğini duyduğunda neler hissettin? Ne yaptın?'

_ 'Eski bir albümüm vardı. Yuvam yıkıldığında onu alıp, saklamıştım. İçinde siyah beyaz düğün resimlerimiz vardı. Mutlu olduğumuz zamanlara ait resimlerimiz... Çocuklarımın resimleri... Sandıkta duruyordu. O akşam onu çıkardım, açtım, içinde ne kadar ona ait resim varsa yırttım, attım! Yetmedi, çöp tenekesinde yaktım!.. Ondan kurtuldum! Suratını görmek istemiyorum!.. Ona ait hiçbir şeyi görmek istemiyorum! Bir tutam da saçı vardı, loğusayken başına bağladığı kırmızı kurdeleyle beraber yıllardır saklıyordum. Onları da yaktım!.. El işlemeli bir örtü var, onu hatırlatır. Bir sehpa örtüsü... Çeyizinden... Keten kumaş üzerine Çin iğnesi nakışlı... Onu da yakacaktım, kıyamadım! İşleyenin göz nuru var, üzerinde. Emek kutsaldır!'

_ 'Başka neler var o tahta sandıkta, dede?'

_ 'Hatıralarım... Neler neler... Aklına, hayaline gelmeyecek şeyler...'

_ 'Neler mesela? Merak ettim!'

_ 'Bu yaşıma kadar kim ne verdiyse bana, hatıra olarak; onlar var. Bir de şiir dediğim karalamalarım ve mektuplarım...'

_ 'Bir gün açar mısın, onları gösterir misin bana?'

_ 'Belki... Şimdi hazır değilim, onları görmeye. Bilmem, anlayabilir misin beni?'

_ 'Anlıyorum, dede.'

***
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 36

11 Haziran 2010 13-14 dakika 92 öyküsü var.
Beğenenler (1)
Yorumlar (1)
  • 14 yıl önce

    köy yaşantılarımı hatırlattı bana...sgy...😙