Sol Yanım

Halit'i sevgilisi terk etmişti. Son sınavdan sonra Sivas'a dönmüş, on gün kadar sonra da telefonda, onunla evlenmesinin mümkün olmadığını, ayrılmaktan başka çarelerinin kalmadığını söylemişti. Kızın, üç yıllık bir beraberlikten sonra, memleketine gider gitmez kendisine arka dönmesine, bir kalemde her şeyi bitirivermesine akıl erdiremiyordu. Tam okul bittiğinde, evlenmeleri için hiç bir engel kalmadığı anda, Ayşe'nin yaptığını bir türlü hazmedemiyordu.

Uludağ yoluna da onun için gitmişlerdi. Biraz ağaçla taşla oyalansın, değişiklik olsun, düşüncelerinden uzaklaşsın diye. Yarası çok tazeydi. Perişandı! Ayrıldıklarını hepimiz biliyorduk, sadece dede bilmiyordu. Telefon yeni gelmişti. Giderayak üzülmemesi, aklının burada kalmaması için söylememiştik.

Define, tam tiyatro hayatından bahsetmeye başlayacaktı, zeminini hazırlamıştı ki Halit ani bir soruyla sözü, ayrılığa çeviriverdi:

_ 'Terk etmek mi zor, terk edilmek mi dedeciğim?'

Dede, konudan haberdar olmadığı için, sorunun öylesine sorulduğunu sandı. Kendisine bir soru yönetildiği zaman, başkalarının hayatlarından örnekler vererek gıybete girme tehlikesiyle karşı karşıya kalmamak için olacak ki genelde kendi başından geçenleri anlatırdı. Cevap da detaylar da anlatılanda gizliydi. Onların içinden işimize yarayanları biz seçer, alırdık. Her zamanki akıcı üslubuyla, örneklemelerle süsleyerek, uzun uzadıya cevapladı:

_ 'Terk etmek de terk edilmek kadar zordur. Ayrılık, şekli ne olursa olsun, dayanılmazdır ve hiçbir yönünün güzelliği teselli verici olamaz. Âşık olalım olmayalım, hepimiz onun acısını tatmışızdır. Tam orta yerinden yaşamışızdır, dayanılmazlığını.

_ 'Sen nasıl kopabildin İstanbul'dan? Oradaki yakınlarından, sevdiklerinden nasıl ayrılabildin? İçin yanmadı mı?

_ 'Ben bir kızı sevmiştim, evlat. Onun beni terk edişinin misillemesi olmalıydı. Mahrum kalmak ne demek, tatmalıydı. Nasıl olurmuş, arayıp, bulamamak, görüp ulaşamamak, yaşadığını bilmek ve ölü saymak... Eline konup, tam tutuvereceğin zaman uçuvermesi, bir kuşun... Bir kurşunun delip, geçememesi, kalakalması yüreğin tam orta yerinde!..
Şimdi ona sorulsa o, bana sorulsa ben, ikimiz de terk ettiğimizi söyleyebilecektik. Ne güzel! Ayrılığın en hazmedilmez tarafını da böylelikle halletmiş olacaktım.

_ 'Kimdi o dede? Sevgilin kimdi? Neden terk etti seni? Yalnızca merak benimkisi... Sakıncası yoksa... '

_ 'Ne sakıncası olacak, aradan geçen onca seneden, bu yaştan sonra? Aranızdan birileri bilir zaten. Bir kız sevmiştim. Nesrin'di adı. Gitti, başkasıyla evlendi. Acısı yüreğime oturdu o terk edilişin!..'

_ 'Gücüne giden neydi? En çok acıtan...'

_ 'Babasının parasından başka benden hiç bir konuda üstünlüğü olmayan bir adamı seçmiş olması... Tam evleneceğimiz zaman, kayıp gitti elimden! Hiç ummadığım anda terk eden oydu. Ciğerimi oydu!'

_ 'Gurur mesesi yaptın tabi, değil mi?'

_ 'Hem de nasıl!.. Hangi konuda yetersizdim? Hangi yönüm hatalı, hangi alışkanlığım fenaydı? Dayanabildiğim yere kadar dayandım, sonra terk ettim oraları.'

_ 'Gitmek mi kolay, kalmak mı?'

_ 'Gitmenin, intikam alma gibi yürek soğutan bir tarafı varsa da o kararı verebilmek son derece güçtür! Kaç kere yokladım yüreğimi, kaç kere sordum kendime: 'Dayanabilir miyim acaba? Ya dayanamazsam?'diye.

_ 'Sonra? Nasıl yapabildin? Nasıl verebildin o kararı? Başka sorum yok, dedeciğim. Şimdi artık seni dinliyorum. Hiç kesmeyeceğim. Lütfen rahatça anlat.'

_ 'Sadece onun yokluğu değildi, beni korkutan. Onunla beraber İstanbul'u da göremeyecek olmak... Tüm selamlaştıklarımı, eski arkadaşlarımı, dostlarımı... Sağdaki bakkalı, arkadaki manavı, büfeciyi, simit satan çocuğu, köşedeki dilenciyi... Bunlar, yaşarken varlıklarına alıştıklarımdı. O güne kadar hiç aklıma gelmemişti bile ne kadar önemli birer yer tutmakta oldukları hayatımda ama ayrılacağımda, gözümde büyüyüverdiler.

Hani bir diş, iki diş... Önemsenmez ya azar azar çekilirken... Nasılsa çoktur, bitmeyecekmiş gibi gelir ya... Fakat hepsi birden çekiliverince nasıl hissederse ağız kendisini, tıpkı öyleydim. Daha yola çıkmadan büyük bir boşluğa düşmüştüm, gurbetsi hisler içindeydim.

Daha gözüm açılmadan geldiğim, kendimi bildim bileli onunla olduğum, onun olduğum Sultan... Her yerini karış karış bildiğim, gözlerimle okşadığım, sevdiğim... İliğim, kemiğim, iskeletim... Memleketim... Taşrada ben onsuz ne ederdim?

Hangisine âşıktım aslında? Mukayese ettiğimde, işin içinden çıkamıyordum.
Bir ozan vardı. Tek dağı olan küçücük köyüne yüzlerce şiir yazmıştı. Ağacına, taşına, kurduna, kuşuna, ötesine berisine, deresine, teresine, madımak otuna kadar... O tek dağın kayaları, taşları, mağaraları, kovukları, girintileri, çıkıntıları birer birer kayıtlıydı hafızasında, yetmiş yaşın unutkanlığına rağmen. Oysa oralardan ayrılalı yarım asır olmuştu.

O köyde doğmuştu, büyümüştü. Dünyayı ilk kez orada algılamaya başlamıştı. Dünyayla birlikte kendisini de... İlk okumaya başlama sevincini, ilk sevdalanışını, belki de ilk hayal kırıklığını oralarda yaşamıştı, seyrederken dağını, taşını, ırmağını, çardağını...

İlk sevgilisi Kezban oradaydı ya... Gözünü açıp gördüğü, yüreğinin ilk kıpırtısı, sevdayı öğreteni, yaşatanı... Her şeyden önemlisi oydu. Oraları sevdiren, onunla yaşadıkları... Yoncalı demek, Kezban demekti. Koyun otlatmaya gidişleri dağa, bellerinde kuşakları, arasına sokulmuş kırbaları, ellerinde değnekleri, uçlarındaki dağarcıklarında azıkları...

Topu topu minicik bir köy, sıradan bir dağdı ve de bir dere... Anlata anlata bitiremezdi! Gezdikleri yerleri, mola verdiklerinde oturdukları kayayı, üşüdüklerinde sığındıkları mağarayı, açıp çıkınlarını, Allah ne verdiyse döküp ortaya, güle oynaya nasıl yediklerini ballandıra ballandıra anlatırdı.

Kezban dediği de, kendisinden iki yaş büyük, köyün en çirkin kızı, kara kuru, kırpışık kara gözlü, gözü çapaklı, kirli yaşmaklı... İkide birde burnunu çeker, genzini temizler, tükürürdü yere... Fakat gönlün aklı mantığı yoktu ki ne olursa olsun, sevmişti bir kere...

İlk o bakmıştı gözlerine öyle, ilk onun elini tutmuştu ve unutmuştu koyunu kuzuyu o anda... 'Kezban kız, sen den de beni seviyon de mi?' dediği zaman da: 'He ya!' demişti ya utana sıkıla. Kan yürümüştü kara yanaklarına... Nasıl da sevinmişti! Dünyalar ona verilmişti! 'Bu ne işti Ya Rabbi! O zamandan sonra her şey güzelleşti, dağ taş değişti! O zamandan beri aşığım Yoncalı'ya. Canımı veririm tek kayasına, taşına! Bilsen nasıl hasretim kuzusuna kuşuna!' derdi.

Ben de oralarda tatmıştım bütün bunları. Saymakla bitmez sevinci, çileyi, anlatmakla bitmez bir dizi olayı... Kolayı nasıldı ayrılığın? Var mıydı? Nasıldı? Yavaş yavaş mı ayrılmalıydı kemikten et, birden bire, aniden, bir çırpıda mı?

Hiçbir şey istediğim gibi olmadı ki! Aniden olsun bitsin isterdim. Kim vuracaksa vursun, tek kurşunda bitirsin işimi!.. Kabil mi?

Nesrin ilk sevgilim olamadı, sondu ama öylesine etkileyeni olmamıştı hiç. Belki olgunluk dönemimin gerçek aşkıydı, o nedenle sarsmıştı o şekilde ve sarmıştı yaban sarmaşığı gibi elimi kolumu bağlamıştı. Gitme kararı aldığımı duyunca, belli etmemeye çalıştı ama hissetmiştim, için için ağlamıştı.

Evi satışa çıkardım. Annemi, ikna edemedim, önceleri. 'Satmam da satmam!' diye tutturdu. Israr edince feveran etti! ?Mahkeme' falan dedim de razı oldu, sonunda. Yıllarca et tırnak olduğu evi elinden kayıp gidiyordu, onun da. Ağlamalar, sızlamalar...

Verilmiş bir karar vardı ve bu kararda yarar vardı. Biz belki kıt kanaat geçinmiş, Ümraniye'de kenarda kıyıda kalmıştık ama şerefimizle yaşamıştık. Alacaklı getirtmemiştik kapımıza. Başka yolu yoktu bunun. Mutlaka satılacaktı ve çok da incelemedim zaten, acil para lazımdı; ucuz pahalı, ilk taliplerinden birine sattım. O gaileyi de attım başımdan. 'Oh be!' dedim, rahat bir nefes aldım!

Bir o mu yaşamıştı, o mekânda? Ya ben? Orada hayatım gömülüydü! İlk adımlarımı atmaya başladığımdan beri tanımaya başladığım zemin, uyuyuncaya kadar seyrettiğim tavan, elimin ezbere bildiği kapı kolları, elektrik düğmeleri, musluklar... O zamana kadar varlığından utandığım fakirhane, kaybetmek söz konusu olduğunda, kıyamadığım, vazgeçemediğim yârim oluvermişti. Bir boydan bir boya bir tarafım, sol yanım... Sol yanım Nesrin, sol yanım İstanbul, evimiz, hanemiz, fakirhanemiz, eşimiz dostumuz... Bir kanadım kırıldı, bir tarafım yerle bir oldu, çöktü!.. Neyim kaldı, neyimiz? Önümüzdeki gurbetti, göçtü.

Annemi bir oda bir salondan ibaret bir gecekonduya yerleştirdim. Borçlarımı kapattım. Atölyeyi çoktan kapatmıştım, Maliye'nin defterini... ?Aşk defterini de kapattım' diyebilmeyi ne kadar isterdim!'

***
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 43

16 Haziran 2010 8-9 dakika 92 öyküsü var.
Beğenenler (1)
Yorumlar (1)